Faydalı bilgiler... Doğa ve Dua
Faydalı bilgiler... Doğa ve Dua
Tayfun Atay / CumhuriyetOrta Afrika ormanlarında yaşayan, dünyanın en kısa boylu insanları “Mbuti Pigmeleri”nin çok ilginç ve “öğretici” bir inanç sistemi var.
Pigmeler “orman”a inanıyorlar!
Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bu insanlar için bir parçası olarak içinde yaşayıp bitki ve hayvanlarıyla beslendikleri orman, bizim hayatımızdaki “Tanrı”ya karşılık gelmekte.
Dini sosyolojik/antropolojik açıdan tanımlarken en asgari çerçevemizi oluşturan doğaüstü ve aşkın bir varlığa inanç, Pigmelerin dünyasında yok. Tapınma, en doğal, en maddi ve en somut olan ormana onlarda...
Bir salgın hastalık ya da avda verimsizlik karşısında Pigmeler ormanı uyandırmaya, onu hoşnut etmeye dönük bir festival düzenler. Onların yegâne ayini bu. Ama bu ayinde ne avın daha verimli olması ne de hastalığın son bulması için ormana yakarmak, yani “dua” söz konusu. Yaptıkları, hep birlikte şarkı söyleyerek ormandan memnuniyetlerini ifade etmek, iyi olan her şeyi sunduğu için ona olan inançlarını göstermek. “İtikad’ları şöyle ifadeleniyor:
“Orman ana ve babadır, çünkü o verir bize muhtaç olduğumuz her şeyi... Yiyecek, giyecek, barınak, sıcaklık ve şefkat... Ormanın çocuklarıyız biz. O ölürse biz de ölürüz” (D.G. Bates-E.M. Fratkin, “Cultural Anthropology”, 1999, s. 388).
Pigmelerin orman inancı, insanın henüz doğadan tam bir kopuş içinde olmadığı, bir parçası olarak doğaya tâbi olduğu bir hayatın manevi ve “psiko-kültürel” karşılığı sayılabilir.
Muhtemelen pek çoğumuza “ilkel” gelen, artık çok geride, hatta insanlığın tarih-öncesinde kaldığını düşündüğümüz bir hayatın inanç sistemi bu.
Uzayın fethine çıkmış, dünyayı bir elektronik ağla sarıp sarmalamış bizim gibi insanlar için bu hayat, ya egzotik ilgi ya da karikatürize değer taşır.
Ama bu “modern” ve “uygar” halimizle harcayıp kaybettiklerimizi düşününce Pigme inancının hayli öğretici ve düşündürücü yanları ortaya çıkar. Özellikle de doğayla ilişkimiz, ona yaptıklarımız açısından...
Pigmeler için ilahi olan bir bakıma kuşlar, böcekler, yılanlar, balıklar için neyse o. Onların hepsini koruyan, besleyen, yaşatan doğa yani... Dolayısıyla bu, doğaya hâkim değil tâbi bir insanlık hali.
Ancak tarih-öncesinden bugüne bizim de bir parçası olduğumuz süreç, doğa ile ilişkiyi tâbiyetten hâkimiyete geçirirken hiç kuşkusuz “ilahi” olana ilişkin tasarımlarımızı da değiştirdi.
Önce “tarım”, yani yiyecek üretiminin sonucu, doğayla ilişkimiz farklılaşırken, insanın artık hâkimi olduğu doğayı kutsaması da imkânsızlaştı. Kutsiyet, “antropomorfik”, yani insanbiçimli hale geldi.
Sürecin seyri önce topraktan fışkıran bereketle kadının doğurganlığı ve besleyiciliğini özdeştiren “bereket tanrıçaları” tasarımına olanak verdi. Sonra, mülkiyetle de ilişkili şekilde, kadını sahiplenip ezen “erkek insan” için, yerin ve göğün hâkimi, göklerde meskûn bir “Tanrı Baba” tasarımına kanat açıldı.
Burası biraz spekülatif gelebilir ama anlaşılan o ki bir doğal-biyolojik varlık olan insanın bu şekilde doğadan kopuşuyla ortaya çıkan boşluk, tanrılarla-tanrıçalarla dolduruldu. Canlı varlık insanın doğaya yabancılaşması, doğanın yerine konulan tanrıya yakarıyla aşılır oldu.
Kısacası, doğa gitti, dua geldi.
Fakat malûm, bugün doğaya alabildiğine hâkim olarak katettiğimiz yol, artık doğayı tüketip tahrip etmeye, giderek katletmeye yönelmiş durumda... Ormana tapan insandan ormanları yakan insana dönüştüğümüz söylenebilir. Bir “iklim kıyameti” yaratmaya doğru yol aldığımız da...
O yüzden Pigmelerin inancını hatırlamaya ihtiyaç var! Doğanın bir parçası olduğumuzu bilmedikçe, onunla kaim ve daim olacağımıza inanmadıkça ve ona tapmak değilse de onu taparcasına sevmedikçe felaketten kurtuluş yok gibi...
Bu durum “paganizm”in günümüzde yeniden revaçta olmasının da bir nedeni...