Fatoş Güney: Aynı yolu bir kez bile düşünmeden yine yürürüm
Fatoş Güney ile zorluklara göğüs gererek serpilen, cezaevi, sürgün, ayrılık gibi çetin süreçlerle daha da güçlenip büyüyen masalsı aşkı ve Yılmaz Güney’in bilinmeyen gerçeğini tüm detaylarıyla konuştuk
Ebru D. DedeoğluFatoş Güney ile yeni kitabı Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun için buluştuk ve doyumsuz bir sohbet ettik. Çok zarif, özel ve güçlü bir kadın. Zorluklara göğüs gererek serpilen, cezaevi, sürgün, ayrılık gibi çetin süreçlerle daha da güçlenip büyüyen masalsı aşkı ve Yılmaz Güney’in bilinmeyen gerçeğini tüm detaylarıyla konuştuk.
- Bu kitap Yılmaz Güney gerçeğini anlatmak için mi yazıldı?
Yılmaz Güney gerçeğini göstermek için yola çıktım. Bugüne kadar hakkında birçok kitap yayınlandı ancak ben hiçbirinde gerçek Yılmaz’ı bulamadım. Biz çok uzun bir dönemi birlikte paylaştık. 16 yıl gibi bir süre beraberdik, çoğunlukla demir parmaklıklar arkasındaydı ama yine de birlikteydik. Sanıyorum en gerçeğe yakın bu kitap oldu.
- 17 yaşında güzel, henüz öğrenci bir genç kız. Bir gün karşısına kendinden büyük, çok farklı bir çevrede yetişmiş bir Yeşilçam oyuncusu çıkıyor. Nasıl tanıştınız? Ve cidden ilk görüşte aşk mıydı?
(Gülüyor) Hayat tesadüflerden ibaret. Bir arkadaşımla filmin çekildiği seti görmeye gittik. Yılmaz Güney adını o güne kadar hiç duymamıştım. Hatta “Ediz Hun, Kartal Tibet, Türkan Şoray olsaydı keşke, onları görmüş olurdum” diye içimden geçirmiştim. (gülüyor) Tanıştık. Biraz daha vakit geçirsek ağabey diye görebileceğim birisi olarak düşündüm hatta. Ancak o ertesi gün beni tekrar sete çağırarak evlenme teklifi etti. Çok şaşırdım, şok oldum. “Siz dalga mı geçiyorsunuz benimle, böyle bir şey olabilir mi? İnsan ilk gördüğü kişiye tanımadan evlenme teklifi eder mi?” dedim. “Sen insan sarrafı nedir bilir misin?” diye sordu. (gülüyor) Yeşilçam’ın çemberinden geçmiş, deneyimli bir insandı. İnsan sarrafıydı cidden. İlgisinden, kişiliğinden, halinden, tavrından, gülüşünden, bakışından her şeyinden etkilendim. Muş’ta askerliğini yaparken bir yıl boyunca uzun mektuplar yazıp kendisini anlattı. “Boynu Bükük Öldüler” kitabını okudum, hayata bakışım değişti. Kitapta; Çukurova insanları, Yılmaz’ın geldiği hayat vardı. Sonunda ailemin razı olmayışına rağmen evlenme teklifini kabul ettim.
- Aileniz bu kararınızı nasıl karşıladı?
Ailemi çok üzdüğümü düşünüyorum. Onlar için büyük bir yıkımdı. Bir mektup bırakarak evi terk ettim. Ancak Yılmaz bende tarifsiz bir güven yaratmıştı. Söyleyeceklerinin hepsini yapacağına inanmıştım. Kişiliği çok etkili olmuştu. Söylediklerini yaparken diğer bir yandan da kader ağlarını ördü (gülüyor).
- İlişkinizin ilk yıllarında size yazdığı mektuplarda hep kendini anlatan ve sizi tanımlayan, şekillendiren hatta “benim aşkım senin için başarıdır” diyen bir Yılmaz Güney var. Bundan hiç yorulmadınız mı, kırılmadınız mı?
Tabii tabii. O sözü üzerine ayrılmaya karar verdim ve “sen mektepli kız küçüktür diye düşünmüşsün ama sandığın kadar değil” diye bir mektup yazdım ve bana verdiği yüzüğü, küçük kol saatini iade ettim. Ama sonradan beni yine birlikte olmaya ikna etti. (gülüyor)
- Diğer bir yandan da sizi hep yanında, eksikliklerini tamamlayan bir yoldaş gibi görmüş sanki..
Yılmaz, “senin lisanların var, sinema kitapları okuyabilirsin, sinemada bana asistanlık yapabilirsin, ilerde sen de film yapabilirsin” şeklinde ileriye dönük planlar yapıyordu. Ortak hayallerimiz vardı. Ev hanımı olarak kalmamı hiç istemedi. Beraberliğimiz boyunca da hem kendi hayatının hem de gerçek hayatın içine ortak etti. Birlikte yol aldık.
- Cezaevinde geçen yıllar, askerlik ve uzun ayrılıklar. Hiç bitmeyen büyülü bir aşk. Sevginiz ayrılıklarla besleniyor muydu?
İki sevgili uzak kalınca birbirini daha yüceltiyor, değerinin farkına varıyor. Sevgimiz mutlaka ayrılıklarla daha da büyüdü.
- Hiç umutsuzluğa kapılıp yeter artık dediğiniz bir dönem oldu mu?
Dedim ama Yılmaz o kadar güçlü bir kişilikti ki. Taş duvarların, demir parmakların arkasından bile bana ışığını, duygularını, sevgisini geçirebiliyordu. Bu nasıl bir mucizeydi. 25 yaşlarında genç bir kadınla, 10 yıl duvar arkasındaki bir adamın aşkı nasıl sürer? Bunu düşündüğüm zaman sıra dışı, olağanüstü, masalsı bir aşk yaşadığımızı düşünüyorum.
- İstanbul’a ilk geldiğinde Bebek’te yaşlı bir madamın pansiyonunun kapısını çalıyor ‘Ne için geldin?’ sorusuna İstanbul’u fethetmek için cevabı veriyor. O yaşta bir genç için müthiş bir özgüven. Her zaman kendine ve zekâsına çok güvenir miydi?
Güvenirdi. Büyük bir özgüveni ve azmi vardı. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz derler ya. Yılmaz da o kadar azimliydi ki, yapmayı istediklerini kafasında planlar ve adım adım gerçekleştirirdi.
- Çok çalışır mıydı?
Çok çalışkandı. Gece saat 03.00’de kalkar daktilosunun başına geçer ve senaryosunu yazardı. Birkaç saat uyuyup sürekli çalışırdı. Çalışmadan bir şey olmuyor, çok çalışmak lazım. Düşünmek, istemek yapmanın anasıdır Ebrucum.
- Yazar olma umutları, Atıf Yılmaz’la tanışma ve kamera arkasından kamera önüne zorunlu geçiş. Hikâyeyi sizden dinleyelim mi?
İstanbul’a ilk geldiğinde daha çok yönetmenlik yapmak istiyor, aktörlük pek düşünmüyormuş. O dönem de Cumhuriyet gazetesinde çalışan Yaşar Kemal’le tanışıyorlar. Yaşar Kemal’e “ben küçük bir öykümden ötürü ceza aldım ve hapiste yatıcam” diyor. Yaşar Kemal de şaşırarak “küçük bir öyküden mi?” diye soruyor. O da evet “beni komünizm propagandası yapmakla suçluyorlar, oysa ben komünizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum” diyor. Yaşar Kemal’le aralarında bir yakınlık doğuyor ve hikâyeciliğinden Yılmaz’ı Atıf Yılmaz’a yönlendiriyor. Atıf Yılmaz da o sırada bir senaryo üzerinde çalışıyor. Yılmaz bu çalışmanın içine dahil oluyor ve farklı fikirler sunuyor. Bunun üzerine Atıf Yılmaz filminde oynatıyor ve sinemaya adım atmış oluyor.
- Yaşar Kemal ile büyük dostluk ilk ne zaman çatırdamaya başladı?
Yunanistan’daki Akdeniz Uluslararası Kültürel İşbirliği toplantısına davet edildik. Türkiye’den Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin de katılacağını söylediler. Özellikle yıllar sonra Yaşar Kemal’i göreceğimiz için çocuklar gibi şendik. Adaya vardığımızda ilk olarak Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin toplantıya son anda katılmaktan vazgeçtiklerini öğrendik. Bu bizim için çok yıpratıcı oldu. Bilhassa Yılmaz’a “oğlum” diyen Yaşar Kemal’in bizimle buluşmaktan, birlikte görüntü vermekten çekinmesi içimize dert olmuştu. Türkiye’de Yılmaz’a karşı yürütülen kara propagandanın haddi hesabı yoktu, bu yeterince can sıkıcı değilmiş gibi insanların bizden el etek çektiğini görmek moral bozucuydu. 12 Eylül dönemiydi, çekindiler, gelemediler ama çok kırıldık tabii ki.
- Sinemada yükseliş dönemi çok karışık ve gürültülü. İdealist bir düşünce adamının yoldan çıkması adeta. Ancak sizinle tanıştıktan sonra her şeyi geride bırakıp yeni bir yol çiziyor. Tam olarak bu dönüş nasıl oldu?
Bu dönüş kendi isteğiyle, kendi içinde bulunduğu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Benimle tanışıp hayatını birleştirmeye karar verdiği zamandaki duygusu da buydu. Askerden dönmüştü. Eski hatalarından, çevresinden kurtulup hayatında yeni bir sayfa açmak istiyordu. Bu isteği benimle olan ilişkisinde de büyük rol oynadı. Ben de ona vesile oldum. Birbirimize tutunduk. Yılmaz istediğini başarıyordu. Tabii ki yüzde 100 mükemmele ulaşmak mümkün değil. Hayat bu. Önünüze bir çok engel çıkarıyor. Her zaman çok büyük gayret içerisindeydi.
- Çok zeki, vicdan sahibi ve duyarlı bir kişi neden bu kadar şiddete düşkün biri olarak lanse edildi? Şiddete mi düşkündü yoksa haksızlığa mı tahammül edemiyordu?
Asla şiddete düşkün biri değildi. Şiddete karşıydı.
Benim delikanlılık filmleri dediğim dönemde elinde silahlar, düşmanlar vs. O filmleriyle kişiliği o kadar iç içe geçmişti ki bir dönem hangisi gerçek, hangisi film ayırt edemeyip karıştırmış, savrulmuş. Gördüğü her haksızlığa karşı çıkan bir tepki göstermeye başlamış, ben o dönemleri bilmiyorum. Sonradan anladığım bu oldu. Şiddet gösterdiğine hiç tanık olmadım. Zaten olsaydım dayanamazdım. Ben de Arnavut kadınıyım (gülüyor).
- Yılmaz Güney çekeceği filmleri kare kare önce kafasında canlandırıp daha sonra senaryolaştırıyor muydu?
Kare kare canlandırıyordu hatta oyunculara da oynuyordu. Örneğin Yol filmi için Tarık Akan ve Halil Ergün’e hapishane ziyaretlerinlerinde canlandıracakları karakterleri anlatıp oynardı. Nasıl bir ışıkta o sahneyi görmek isteğini belirtmek için saatleri yazardı. Ancak bu kadar detaylı senaryoları sadece hapishanede yazdı. Daha önce senaryosuz film çekerdi. Umut filmi senaryosuz çekilmiştir mesela.
- Adana’ya ilk gidişiniz ve İstanbul’a farklı bir Fatoş olarak dönüşünüz. Nasıl bir sorgulama içindeydiniz?
Çukurova’daki hayatı görünce ve İstanbul’a kendi hayatımıza geri dönünce büyük bir rahatsızlık hissettim. İnsanlar çadırlarda yaşarken yarınları yokken biz böyle lüks içinde yaşayamayız, bütün bunlardan vazgeçelim, gidip bir gecekonduya yerleşelim, hatta ben işçi olarak çalışayım, hayatımı kazanayım dedim. Tabii bu düşüncelerin hepsi çocukça ve gerçekten uzaktı.
Yılmaz da “bizim yaşam tarzımızı değiştirmemiz olanaksız. Bizim amacımız herkesi iyi bir yaşam seviyesine yükseltmektir, iyi yaşayanları sefilleştirmek değil. Yalnızca benim, senin yaşam şartlarımızı değiştirmemizle hiçbir şey değişmez ki! Bireysel çabalar yetersizdir, hem sonra gerçekçi olalım; ne ben otobüsle işe gidip gelebilirim ne de sen işçi, ırgat olabilirsin. İşçi olmaya gelince, sen hayatında hiç çalışmadın ki! Kendin için daha verimli şeyler yapmak mümkünken, işçi olmak, ırgat olmak kolay mı sanıyorsun?” dedi. Yılmaz’ın söyledikleri doğruydu, anlıyordum.
- 12 Mart’ta Selimiye Cezaevi’nde yaşadıklarından sonra Yılmaz Güney nasıl bir değişim yaşıyor?
Selimiye’den çok farklı bir insan olarak çıktı. Biraz sertleşmişti. Hayata, ilişkilerine daha farklı bakıyordu. İki yıl boyunca hapishanede kalmasının da etkisi büyüktü. Çok mutsuzdu. Gerçi 10 yıl boyunca her dönem hapishaneden çıktığında bazı çelişkiler, adaptasyon sorunları yaşardı. Ama her seferinde daha yeni fikirlerle normale hayata dönerdi. Selimiye Cezaevi yaşadıklarından sonra da Çirkin Kral dönemini kapatıp devrimci döneme geçti. ‘Arkadaş’ filminin çekiminin ardından yeniden normalleşme sürecine girdi.
- Tuncel Kurtiz, Yılmaz Güneyi anlatırken “Yılmaz kumar oynardı, içki içerdi kötü alışkanlıkları vardı ama kişiliğinden, duruşundan hiçbir zaman taviz vermedi, kişiliğini hep korudu” diyor. Bunca iniş çıkışlarda kişiliğini korumayı nasıl başardı?
Kişisel özelliklerinden kaynaklanıyordu. Çamura düşmüş pırlanta gibi. Pırlanta nasıl kirlenmezse o da insani değerler açısından hiç kirlenmedi. Kendisini yeniden yapılandırma çerçevesinde kumar oynamama, içki içmemek, olay çıkarmamak da vardı.
- Fatoşnağme de önemliymiş ama?
(Kahkalar) Evet Fatoşnağme vardı. Ben de az değilmişim. “Korkarım karımdan derdi” (gülüyor).
- Pariste kaldığınız sürgün yılları sizde nasıl bir iz bıraktı?
Çok zordu. Özellikle çocuklar üzerinde o kadar zordu ki anlatamam. Oğlumun yaşı, Elif’ten daha küçüktü çok kötü etkilendik. Başka bir çaremiz yoktu. Bazen her şeyi şartlar belirler ya o günleri de şartlar belirliyordu. İnterpol tarafından dünyada aranıyorduk mecburduk sürgün yaşamaya.
- Sürü uluslararası arenada ödüle layık görülürken Türkiye’de sansür kurulunun oybirliğiyle aldığı karar gereği yasaklanmıştı. Bu haksızlık karşısında nasıl hisssetiniz?
Yasakladılar ve de gösterime girdiği sinemayı bombaladılar. Dört kişinin kolları, bacakları koptu. Korkunç bir olaydı. Günlerce, aylarca etkisinden kurtulamadık. Çok acıydı. Sürü bugün bile dünya klasikleri arasına girmiş kült bir film. Gördüğümüz tüm haksızlıklara karşı bir bıçak gibi bilendim. Kin tutmak iyi değil biliyorum ama kinlendim. Yılmaz benden daha olgun karşılıyordu, alışıktı bu tip yasaklanmalara. İnsanlar acılarla olgunlaşıyor, güçleniyor ve hayata karşı daha sağlam duruyor.
- Yılmaz Güney müthiş tutkulu bir aşık. İmralı'dayken ve Paris'teyken iki özel sürpriz yapıyor. Nasıl süprizlerdi?
Yılmaz sürpriz yapmayı çok severdi. Hediyesiz, çiçeksiz, eli boş asla eve gelmezdi. Çok istisnai, sıra dışı ve olağanüstü bir insandı. İlk büyük süprizinde, İmralı'dayken sekiz senelik evliliğimizin her günü için kıyıdan özenle seçerek çakıl taşı toplamıştı. 2620 ç¸akıl taşı. İkincisi ise Paris’teki tartışmamızdan sonra, içinde daha önce görüp hayran olduğum mandalina ağaçlarının da olduğu bir kamyon dolusu çiçek (gülüyor) göndermesiydi. Ev çiçek dolup taşmıştı. (gülüyor). Hâlâ kokusu burnumda. Akdeniz kokusunu içimize çekmiştik. Ruhumuz ısınmıştı. Unutulmaz günlerdi.
- Hafızalarımıza kazınan Yol filmi ve tüm dünyaya açılan yol. Cannes Film Festivali. Maddi sıkıntılar yaşarken gelen büyük ödül? Yılmaz Güney’in ve sizin duygularınızı anlatır mısınız?
Film festivalde gösterildiği andan itibaren büyük bir etki yarattı. Müthiş ilgi gördü. Bir ödül bekliyorduk ama en büyük ödülü alacağımızı doğrusu pek ummuyorduk. Altın Palmiye’yi alınca çok sevindik. Muhteşemdi. Anlatılmaz yaşanır denilen o anlardan biriydi. Ertesi gün tüm dünya Yılmaz Güney’i ve Yol filmini tanıdı, Kürt halkının varlığından haberdar oldu. Bu nedenle Kürtlerin Yılmaz Güney’e çok şey borçlu olduklarını düşünüyorum.
- Kitabı bitirdikten sonra uzun uzun fotoğraflara baktım ve yüzler değişse de tarihte her şeye tekerrürden ibaret... Filmlerinin hâlâ ülkemizde oynatılmaması çok acı. Ne hissediyorsunuz bu konuda?
Gerçekten bu konuda ne diyeceğimi şaşırıyorum. Diyecek sözüm de kalmadı. Yıllardır bu düğümü çözmeye çalışıyorum. Hâlâ başarılı olamadım. Büyük merciilerle görüşüp anlatmak istedim. Ancak bu fırsatı bile tanımadılar. Türkiye’nin daha demokratik günlere kavuşmasını bekliyoruz.
- Yılmaz Güney Müzesi?
Yılmaz Güney müzesi için de uğraşıyorum. Ölümünden 36 yıl geçmesine rağmen hâlâ unutulmayan, bu kadar çok sevilen kim var? Hangi artist onun kadar anılıyor? Sinema tarihinde başka bir örnek yok. Sadece sinemacı değil bir mücadele insanı ve gerçek bir entellektüeldi Yılmaz Güney. Kulaktan dolma konuşmazdı. Bizzat okur, araştırırdı. O yüzden bir müze mutlaka gerekli. Müze derken ölüm ya da doğum günlerinde açılan/kapatılan bir yer değil elbet, bir kültür sanat merkezi.
- Kitabınızı senaryolaştırmayı düşünüyor musunuz?
Film projemiz var. 3-4 sene içerisinde gerçekleştirmeyi umut ediyorum. Gerçekten çaba gösteriyorum. Her günüm bu faaliyetleri düşünmekle geçiyor.
- Yönetmen olarak düşündüğünüz isim?
Yabancı bir yönetmen düşünüyorum. İran’dan çok ünlü yönetmenler var. Alejandro Gonzalez Inarritu olmasını çok isterim mesela. Neden biliyor musun? İnarritu film yapmaya Yılmaz Güney’in Yol filmini izledikten sonra karar vermiş. Bunu kendisi açıkladı. Ona projemi anlatan bir mail yazdım. Hemen cevap verdi. Dedi ki “şu anda kendi projelerimi odaklandım, hemen yapamam ama bu ilerde yapamayacağım anlamında değil.” Olmasını umut ediyorum.
- Elif Güney bir röpörtajında babasının çok güzel yemek yaptığını ve yemek yaparken de kendisine hayat dersleri verdiğini anlatıyor. Gerçekten güzel yemek yapar mıydı?
Çok güzel yemek yapardı. Zaten o mutfağa girince ben çıkardım. Elif ona yardım ederdi. Bana “sen sofrayı kur, yeter” derdi. Yemek yapmayı çok sevmiyorum. Böyle bir tarafım var ne yazık ki, ama yaptığım zaman da güzel yaparım (gülüyor). Yılmaz da bu yönümü bildiğinden mutfağa hep o girerdi (gülüyor). Çok çeşit yapardı. Bir yapmaya başladı mı durduramazdık.
- En güzel yaptığı yemek?
Her yemeği çok güzel yapardı. Bir gün Paris’te oturuyorduk, hastaydı, artık son günlerindeydi. Canım çerkez tavuğu istedi. “Hemen yaparım ciğerim” dedi. “Dur, Yılmaz öylesine söyledim” dedim. “Yok, yok hemen yaparım” dedi. Her şeyleri ayarladı, hatta ceviz yağını tülbentten süzerek üzerine akıttı. İnanılmazdı. Enfes bir çerkez tavuğuydu. Her yörenin yemeklerini yapardı. Hapishanede de yemek yaparmış. Gelen karavanalar tatsız, tutsuz olduğundan onlara da bir takım baharatlar ekleyerek güzelleştirirmiş. Hatta bir hapishane arkadaşı “Yılmaz ağabey karavanalara öyle çok şey karıştırıyordu ki, belki diş macunu bile koymuştur” demişti. (kahkahalar) Yemek yapmayı çok severdi.
- Pazara alışverişe gider miydi?
Hem de nasıl. Çok meraklıydı. Paris'teki evimizin çok yakınında açık pazar yeri vardı. Dünyanın her tarafından gelen meyveler, sebzeler, peynirler. Müthişti. Hepsini tek tek incelerdik beraber. Elimiz, kolumuz taşıyamayacağımız kadar çok yükle eve dönerdik. Mutfak ve pazar hayatında önemli bir yer tutardı. Çok severdi.
- Dostlar sofranızda kimler vardı? Neler konuşulurdu? Hadi biraz bize anlatın.
Biz evlendikten sonra, ben de oyuncu olmadığım için Yeşilçam’la iç içe değildik. Değişik bir çevremiz oldu. O dönemde Yaşar Kemal’le çok sık görüşürdük. Ünlü isimlerden kimse gelmezdi. Onlar hapishane döneminde bile aramadılar. Maalesef öyle bir vefasızlık da söz konusu. Fransa’ya gidince ise orada çok dostlarımız oldu. Costa Gavras aile dostumuzdu mesela. Latin Amerikalı müzisyenler, yönetmenler ve Fransa’nın içişleri bakanı gibi üst düzey devlet kişileriyle dostluklarımız vardı. Mitterant’larla özel bir dostluğumuz vardı. Bayan Mitterant olağanüstü bir insandı. Karı-koca müthiş insanlardı bir daha da öylesi gelmedi.
- Birlikteyken nasıl eğlenirdiniz? Mesela dans eder miydiniz?
Evimizde dans ederdik. Yılmaz güzel bir müzik duyduğu zaman hemen dans ederdi.
- Ne tür müzik severdi?
Her tür müzik dinlerdi. İspanya ve Yunanistan’a gittiğimizde yerel albümler almıştık. Onları çok dinliyorduk.
- Oğlunuz Yılmaz, İmralı da babasıyla bir hafta kalıyor. Oğlunuz şimdi nasıl hatırlıyor günleri?
Oğlum babasına aşık bir çocuktu hâlâ da öyle. Duygularını içinde saklar ve çok paylaşmaz. Babası onun içinde büyük bir yaradır. Çok kıymetli, çok ender vakit geçirdiği zamanlardan biridir İmralı günleri.
- Bugünden geriye baktığınızda neler hissediyorsunuz? Ve her şeye rağmen yine onunla aynı yolu yürürüm der misiniz?
Aynı yolu bir kez bile düşünmeden yine yürürüm.