‘Faşizm iki insan arasında başlıyor’

Mustafa Köz’ün yeni dizelerinden oluşan “Rüzgâr Yanığı” şiirseverlerle buluştu. Ana tema aşk gibi dursa da birey ve toplum odaklı dizelerin yeri hiç de az değil kitapta. Köz’le yeni şiirlerini, aşkı, yazmayı ve toplumun bugününe ve yarınına dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Arife Kalender

- “Rüzgâr Yanığı” çoğunlukla aşkı, erotizmi, ikili ilişkileri söyleyen bir kitap olmuş. Daha önceki kitaplarında mitolojiye, söylencelere çok yer verirdin. Daha kapalı bir söylemin vardı. Bu kitap hem söylem hem de temaları bakımından farklı. Aşkı ayrıca konuşacağız da bu yalınlaşma ve seyrelişten söz edelim önce...

Şairi ele veren, şiiri değil, sözcükleri. Üslup dediğimiz, sözcükten başka bir şey değil. Yazarken bilemez şair bunu ancak okur şairin kulağına fısıldar, eleştirmen de arkasından konuşur. “İşte” der, “sen şu şu sözcükleri sıkça kullanıyorsun şiirinde şu şu sözcükler senin sözcüklerin değil”. Doğal ki bu seçimi, şaire tema veriyor. Her sözcük, her şiire girmez. Böyle demeyelim de her şairin kendi sözcükleri vardır, diyelim istersen. Bazı sözcükler bazı sözcükleri ite ite kendine daha fazla yer açar şiirde. Sözün kısası şiiri yapan, tema ve sözcükler. İlk şiirlerimde mitolojiden yararlandığım doğru. Tema mitler ve mitoslar olunca da bu şiirlerin dilinin arkaik olması da doğal. Ancak sonra sonra gündelik hayatın dili, şiirimin de dili oldu. Mitolojik öyküler yine yer buldu şiirlerde ama bu kez şiirlerin teması olmadı. Gündelik ilişkileri söylerken mitolojinin dilinden yararlandım yalnızca. Çünkü mitoloji, şairin düş gücünü açan önemli bir kaynak. Halk hikâyelerimiz, efsanelerimiz, masallarımız, destanlarımız gibi. Hâlâ beslenirim onlardan. Kapalılığa gelince ilk kitabım Ay Düşü’nden sonra şiirimin yalınlaştığını düşünüyorum. Özellikle üçüncü kitabım Yengeç Sepeti, bu yalınlaşmanın ilk eşiği sayılabilir. Bu yalınlaşma, seyrelişi de veriyor şaire. Yaşla ve zamanla da ilgisi var bu yalınlaşma ve seyrelişin. Aşkı ayrıca konuşalım ama şu yaşlılık meselesine hiç girmeyelim istersen. Hiç iyi bir şey değilmiş. Yaşadım ve gördüm. Bir daha yaşlanırsam iki olsun. Böyle diyorum ama insan yaşlanınca iki kere âşık oluyor. Bu da yaşlanmanın iyi yönü...

“ÖNCE RUHUYLA GÖRÜR VE DÜŞÜNÜR İNSAN”

- “Aşkın gecesi de olur gündüzü de/ evlerin içi de bir dışı da bizim için/ dokunmak şuradaydı, sevişmek şurada/ seni saran sabah yeli, sarardı beni de/ sürüp götürsün diye o sonsuz öpücüğü...” diyen “Son Armağan” şiirinde, aşkın zamansız ve mekânsızlığını vurguluyorsun. İlk insandan günümüze tanımlanmaya çalışılan ama tanımlanamayanı, onsuz olunamayanı, yani aşk var mı, yok mu? Sıradan insan olarak da şair olarak da bu olgu yaşamın neresinde?

İnsan, yeryüzünde iki yalan buldu: Tanrı ve aşk. Sonra ikisine de inandı. İnsanın, Tanrı’dan sonra bulduğu ikinci yalan aşk. Ama en güzel yalan. Tanımsız. Bir ayağı yerde, bir ayağı gökte. Ancak Tanrı gibi her şeyi görmez. Kâbesi insanın kalbi değil, beyni. Onu ete kemiğe düşüncelerimiz büründürür. Düşünmeden sevilir mi? “Düşünme/ Arzu et sade / Bak, böcekler de öyle yapıyor” diyor Orhan Veli. Şairin ironisi doğal ki bu. Aşk, sadece bir arzu değildir. Böyle olsaydı sadece hayvani bir içgüdü olurdu. Oysa önce ruhuyla görür ve düşünür insan. Aşk işte orada, ruhumuzda yaralı bir köpek yavrusu gibi mızırdanır durur. Umarsız ve yapayalnızdır. Tanımsız olduğu doğru, diyeceğim ama ben de bir tanım yaptım şimdiden. Aşk vardır ve herkes aşkı kendine göre yaşar. Şairin aşkı, başkalarının aşkından niye farklı olsun ki? Şair de aşkı kendi mezhebince görür. Belki dillendirmesinde bir farklılıktan söz edilebilir. Bu iç dökmeye de aşk şiiri diyoruz. Şiir nasıl yaşamın ortasındaysa aşk da onun yanı başında bir yerdedir. Bir savat gibi, bir hançer gibi ovula ovula ışıtılır.

- “Aşk sözleri fısılda diyorsun, çılgın dizeler/nasıl konuşabilirim ki ak göğüslerle/ mühürlenmişken şu çaresiz dudaklar/ başka anahtar istemem, başka çilingir/ yalnızca onlar açıp kapatabilir ağzımın kilidini” diye süren şiirdeki erotik hava fazla. Kitabın son bölümünü tümüyle bu doğrultuda hazırlamışsın. Son yıllarda şiirdeki erotik söylemler; açılıp saçılmalar özgür ifade mi, bireysel hastalıkların dışavurumu mu, pornografi mi, bu temaya yönelerek dikkat çekme, ünlenme istemi mi?

Yalan mı söyleseydim? Onları yaşadım. Her şeyi kapalı yaşarız biz. Kendimizi en özgür, en deli fişek duyumsayacağımız aşkı bile “bir günah gibi” yaşıyoruz. “Yasak aşk” diye bir şey uydurmuşuz örneğin. Aşkın yasağı mı olurmuş yahu? Korkularımız, özgürlüğümüze galebe çalıyor. “El âlem ne der?” diye düşünmekten kurdeşen oluyoruz. Aşk için böyleyse cinselliği var sen düşün. Saydıklarının hiçbiri değil. Bunlara eklenecek, şairi aşk şiiri için “tahrik” edecek tek gerçek, içtenlik. Şair-insan aşkı, cinselliği çok doğal yaşamalı. Cinselliği hesapsız kitapsız görmeli. Şair, erotika yazdığı için ünlenmez. Ayrıca cinselliği kurcalamak niye hastalık olsun? Onu söylememek, örtülere bürümek bir hastalık.

“AŞKTA BULDUĞUMUZ KENDİ ‘BEN’İMİZ”

- “Adem’le Havva’yla cennetten kovulmuştur Anadolu şiiri/ Karacaoğlan da olmasa bir daha cennet yüzü göremezdi” diyorsun ya “İkilikler”de; Cemal Süreya hepimizi farklı yönlerden etkiledi, Karacaoğlan da. Hâlâ çoğunlukla aşk şiirinde kimlik ve fotoğraf isteniyor biliyorsun. Kime yazdın, buradaki kadın ve erkek kim? Şiirdeki aşkın nesnesi ve temanın işlenişi konusunda ne söylersin?

Mecnun, Leyla’sını bulduğunda ne demişti? “Ben Leyla’yı içimde buldum.” Aşkta bulduğumuz kendi “ben”imizden başka bir şey değildir. Kendi iç sıkıntımız. Onu büyütüp olgunlaştırıp “aşk” diye gösteriyoruz ele güne. Önemsenmeyen bir yaranın önceleri kimselere gösterilmemesi gibi.

Yara büyüdüğünde yana yakıla çareler arıyoruz, başkalarına gösteriyoruz. Oysa iş işten geçmiş oluyor çoğu zaman. O zaman da türküdeki gibi “El çek tabip, el çek benim yaramdan/ Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan” diyoruz. Bu acı hem ağrı hem haz veriyor aslında. Ne denli acı olsa da bu bizim acımız. Ona sahip çıkmayı bilmeliyiz. “Aşk acısı” diye bir “dünya ağrısı” varsa bu ağrıyı öle öle çekmeyi bilmeliyiz. Yalansız riyasız, çırılçıplak. Kimseye kimlik sormadan, kimseye kimliğimizi vermeden. Şiirin içtenliği de böyle. Niye fotoğraf istensin ki? Okurun hemhâl olacağı yer şairin cemali ya da gövdesi değil, şiirin yüzü ve gövdesi. Bunun için “Aşklardan daha uzun yaşar aşk şiirleri” demişti büyük abla Sennur Sezer. “Kime yazdın o şiiri?” sorusunun yanıtı açık öyleyse. Şair, zamana yazar o şiirleri. Gelmiş ve gelecek zamana. O zamanın içinde bütün aşklar var. Kim üzerine alınırsa onun olur o zamanlar, o aşklar. Çölde aradığı Leyla değil, içindeki aşk şairin de.

Bunun için “Unutma kanında bir balık gibi sıçrayan acıyı/ Onunla geçtin çölü, onunla buldun Leyla’yı/ Kerem idin, Kamber idin, güzel yüzlü o Yusuf/ Kazdın kazdıkça düşeceğin kuyuyu” demiştim yeni şiirlerimden “İki Yüzlü Zar”da. Kazıyoruz düşmek için o aşk kuyusunu. Kuyunun ağzında ağır bir kapak gibi bir sıkıntı... O kuyu kapağıdır aşk. Şairler imgelere, belagata boğulmadan yalın, şıkır şıkır aşk şiirleri yazmalı. Bugünün şiirinin eksiklerinden biri de bu tutukluk, bu kapalılık, bu mahcubiyet. Öyleyse Karacaoğlan’ı yeniden okumalı şairler. O zaman Adem’le Havva’nın günahını unutup Karacaoğlan’la dönebiliriz cennete.

AŞK DENEN “BÜYÜK MEYDAN MUHAREBESİ”

- Kitabın genel teması aşk olsa da bireyi toplum günlüğünden soyutlayamayacağımıza göre sende de rahat ve umarlı sevişmeler gözükmüyor. Bir ucunda ülke sorunları yansıyor. Ne dersin yalnızca aşkın, doğanın, sevdanın ve dostlukların şiirini yazabileceğimiz, kansız-ölümsüz günler gelecek mi?

Kansız, ölümsüz günler yeryüzüne asla gelmeyecek. Yalnızca iktidarların hırslarıyla ve histerileriyle çıkan savaşlar değil, insanın gündelik yaşamındaki hırgürler de irili ufaklı çatışmalar da böyle söylüyor bize. Aşk denen o “büyük meydan muharebesi”nde de kan ve gözyaşı eksik değil. Sevgililer aşkta gövdelerini birbirine teslim ediyor ama ruhuna ve özgürlük alanlarına dokunulmasını istemiyor. Ama kadın ya da erkek istiyor ki biri silahlarını toprağa gömsün ve teslim olsun, köleleşsin. Faşizm iki insan arasında başlıyor yani: “Sen kadınımsın, erkeğimsin” ya da “Sonsuza değin benimsin” denmeye başlanınca da gelsin ayrılıklar! Aşkta da boşuna barış arama!

“Rahat sevişmeler” deyince Anday’ın Rosenbergler için yazdığı “Anı” şiiri düştü aklıma. Ne diyordu Anday ölüme gönderilen Rosenbergler için: “Rahat döşeklerin utanması bundan/Öpüşürken bu dalgınlık bundan.” Evet, dünya bu kadar kana kesmişken aşkların da öpüşüp koklaşmaların, sarılıp sevişmelerinde pek tadı tuzu kalmıyor. Kimin için? Vicdanlı şairler veya insanın acısını kendi acısı bilen şairler için doğal ki! “Rüzgâr Yanığı”nın bazı şiirlerindeki bu gerginliği sen de görmüşsün. Ancak yine de umutlu olmalıyız. Yoksa ne aşk olur ne aşk şiiri ne hayat...

“SABRI BİLİYORDUM, ŞİMDİYSE SÜTLAÇ GİBİ BİR ADAM OLDUM”

- “Ağzında dil diye beslediğin o yavru serçe/ benden sana, senden bana uçup durdu beni öpünce” ya da “Serçeler gibi uçururdu çıplaklığın/ Tanrı ne katmışsa hamuruna” ikiliklerindeki gibi “Serçe ve sabah (yeli)” sende yaşam sevincine, aşka kapı açan özel imgeler. Doğa betimlemelerin de şiirini renklendiriyor. Bunlara ekleyeceğin ya da..

Aşkla serçe fena halde benzer birbirine. Serçelerin sabah kahvaltısına tanık oldun mu, bilmiyorum. Ben oldum. Sabahları bazen Kadıköy’de bir parkta onları doyurmaya giderdim. Bir parça simitle ya da bir tutam ekmek kırıntısıyla. Kırıntılara sevinçle koşan serçelerin telaşı, onların pırpırlıkları taze âşığın aşk heyecanına o kadar benzer ki! Öyle yalın, öyle içten, öyle hesapsız. Yalnızca doymak için cıvıldayan kuşlar. Yalnızca aşkın saflığıyla titreyen âşıklar.

Serçe, kitapta böyle bir simgesel gönderme. Sabahları bir parkta ekmek kırıntılarını didikleyen serçeler. Aşk da böyle bir şey işte! İzmir’de bir parkta fillerin de sabah kahvaltılarını görmüştüm. Koca bir sebze dağını on dakikada silip süpürmüşlerdi. Günümüz toplumunda bazı aşklar da “fil kahvaltısı” gibi yaşanmıyor mu? Tez canlı, kaba, tüketici, hazımsız. Ben serçeleri seviyorum. Ekleyeceğim ne olsun! “Aşk imiş her ne varsa âlemde” demişti Fuzulî. Yeryüzü aşkla yunup arınmadıkça bu zalim dünyadan çıkış yok!

- Üç dönemdir TYS’nin genel başkanısın. Türkiye’nin içinde bulunduğu bunaltıcı günleri düşünürsek birçok şeyin yazarlara ve kuruluşlara dayatması var. Yazar örgütlerinde çalışmak, zaman ve beyin açısından şairi, yazarı eksiltiyor mu?

Yazarlar üzerindeki bunca baskı, bunca zulüm onların bilinçlerini diri tutuyor. Her an bir yerlerden gelen, gelecek saldırılar, şairi dirençli kılıyor. Bu korunma refleksi, şairin hayata karşı daha sağlam ve bilinçli bakmasını da sağlıyor. En azından benim için böyle bu. Sendika başkanlığımda ülkenin toplumsal yıkımının yanında bir yığın yazınsal kazayla da karşılaştım. Bu deneyimin iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini ayırma yetimi geliştirdiğini söyleyebilirim. Beni eksiltmedi, çoğalttı. Şiirlerimde öncesinde görülen sakinlik, sendikadaki çalışmalarımdan sonra daha da yatıştı. Sabrı biliyordum, şimdiyse sütlaç gibi bir adam oldum çıktım.

Rüzgâr Yanığı/ Mustafa Köz/ Yasak Meyve Yayınları/ 104 s.