"Faşizm her an her yerde"
Başlıktan da tahmin edebileceğimiz gibi sözünü etmeye başlayacağım yönetmenin, söyleyeceğini sakınmayan sarsıcı bir isim olduğu kesin...
cumhuriyet.com.trMichael Haneke yaşadığı dünyaya gözlerini iyice açarak bakabilen ve gerçeklerin en çok bulantı yaratan durumlarını adeta seyircisini allak bullak etmek için titizlikle kurgulayan bir isim olmaktan geri durmamaktadır. Sinemanın insanlığa bir borcu vardır ve bu borç diğerlerinden daima daha iyi görebilen bir göz olmanın insana yüklediği sorumlulukla doğrudan ilgilidir. Haneke gibi yönetmenler dünyada gittikçe dozunu arttıran ve biçim değiştiren şiddet olgusuna vurgu yapmaktan geri durmayarak ‘eğleneceksek buyurun eğlenelim’ türünden bir ironiyi ortaya koymaktır. Bu tavır, dünyanın her bir köşesindeki vurgun ve insanlık intiharına karşı verilmiş bir sanatsal karşı bildiri sayılabilir.
Haneke’nin yaşam öyküsüne baktığımızda onun felsefe, tiyatro ve psikoloji eğitimi aldığını görüyoruz. Bu demek oluyor ki, filmlerini seversiniz veya sevmezsiniz Haneke gibi bir yönetmenin yaptığı sinemayı görmezden gelmeniz sırf yaşamı ve insanı algılama biçimi nedeniyle bile rahatsız edicidir. Bizim sinemamızın uzunca bir zamandır felsefesi gereği derin yapımlar ortaya koyamıyor oluşu – bu sözü duygusal bağlarla sinemamıza bakmayı tercih edenlerin rahatsız olacağını biliyor olmama rağmen söylemekte ısrar ediyorum - yönetmenlik konusunda büyük iddiaları olan isimlerimizin özellikle son yıllarda ne yazık ki felsefenin, tiyatronun, toplumsal bakış açısını ve disiplinler arası geçişin gerektirdiği donanımın kendi hesaplaşmalarıyla olan temassızlığından kaynaklı bir “taklit” ediminden çok da öteye gidememiş olmasındandır diye düşünüyorum.
Haneke ismini dünya sinemasını yakından takip eden herkesin duyduğunu varsayarak, Avusturyalı yönetmenin acıtıcı meselelerle ve daha da önemlisi üslupla sürdürdüğü sinema tavrının son ve belki de en iyi örneği olan Beyaz Bant filmi üzerine birkaç anımsatma yapmak istiyorum. Haneke tüm filmlerinde sinema koltuğuna tüm konforuyla kurulmuş mutlu seyirciye az sonra olacaklar için pek fazla garanti vermemektedir. Çünkü dünyada olmuş ama henüz bitmemiş ve biteceği konusunda umutlu olmadığımız şiddet olgusuna ve savaşmak durumuna Haneke’nin filmlerinde en ilkel biçimleriyle tanık olmaktayız. Sevginin çok naif ve hayalci bir duyguya dönüşmesinin ancak ve ancak modern ama gelişkin olmayan insanın korkunç faşizm ruhunda bir ütopyadan ibaret kalabileceği hissi filmlerinin hemen hepsinde bize, hala çaba harcanması gereken bir şeyler olmalı düşüncesine varacak korkuyu hissettirmektedir. Aslolan da zaten bu değil midir?
Haneke’nin bu yıl Cannes’da hem Altın Palmiye hem de FIPRESCI Ödülü alan filmi ‘Das Weisse Band / Beyaz Bant’ filmi Birinci Dünya Savaşı öncesinde bir Alman köyünde geçiyor. Köyde baş gösteren garip kazaların bizde yarattığı gerginlik, aslına bakılırsa şu an tam da içinde yaşadığımız sistemin sürekli üzerimizdeki tozlarından oluşan gerginlik ve paranoya hissiyle, hatta savunmada olma duygusuyla benzerlik gösteriyor. Kötülük kavramının yoğun olarak hissettirildiği filmin izleyiciye sorduğu rahatsız edici sorular var. Dünyanın karşı karşıya gelmesi gereken şiddetli ve şiddet içeren soruların eşiğindeyiz.
Filmde, Haneke anlatıcıya başvurmuş ve onun ağzından bir hikayeye başlıyoruz. Köy doktorunun, iki ağacın arasına gerilmiş tele atının takılarak düşmesiyle başlıyoruz sorularımızı biriktirmeye… İki çocuğundan büyüğü kız daha küçük olan ise oğlan… Doktorun hastanede kaldığı uzun süre boyunca köyün ebesi çocuklarla ilgilenmeye devam ediyor. Doktorun başına gelen olaydan başlayarak film boyunca korkunç bir şüphecilikle kuşanıyoruz. Bu Haneke’nin kötülük, intikam, ilkel duyguların ortaya çıkardığı cezalandırma duygusu, ödeşme hissi ve adına ne derseniz deyin tamamı insanın o en vahşi sığınağından çıkıp gelen korkunç seslerden oluşan ve her an kendisini kollamaya ve kendisine değer vermeye vardırdığı duygusundan türüyor. Filmde Nazi Almanyası’na olan vurgu, Yahudilerin simgesi olan sarı yıldızların paralelinde rahip babanın çocuklarına beyaz bantları taşımalarını sağlayarak temiz ve suçsuz olmaya yönlendirmesi yönünde bir tür çelişki… Siyah-beyaz çekilmiş filmin görüntü yönetmenliği konusundaki başarısı tartışılmaz… Film boyunca olan biten kazaların sorumluları, şiddeti üretenler olarak etiketlenmiyor zira kötülüğün ve şiddetin meydana geldiği son noktaya kadar bu sorumluluğu üstlenmesi gereken koskocaman bir toplum ve evrensel bir olgu olan faşizm gerçeği var… Kendisine buz gibi yabancılaşmış, sevgisini şiddetin hegemonyasıyla değiş-tokuş etmiş, kolay olanın oyununa ve bozgununa uğramış olan insanlığın; çocuklara kadar bulaştırıp öğretebildiği kötü olma isteğinin varlığı da Haneke’nin ifadesiyle gerçeğin de gerçeği bir durum… Film, bütün soruları ve psikolojik savaşıyla Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına dek sürüyor.
Önce çocuk olup bize öğretilen şiddetin deneyini, büyümeye başladığımızda bizden sonra diğerlerine öğretmeye devam ederek korkunç faşizm ruhunu o veya bu biçimde, silahlı veya silahsız sürdürmeye gönüllü olup olmadığımızı bir kez daha sorgulamamız gereğini duyacağımız barış dolu günler dileyerek iyi seyirler…