Eylemsizlik
cumhuriyet.com.trSöylemle eylemin, birbirini tamamlayan iki öğe olduğu, eylemin; amacı, yeri ve zamanı ancak söylemle saptandıktan sonra olgulandığı savunulabilir. Oysa aslında bu iki sözcüğün, siyah-beyaz, sıcak-soğuk, emek-anapara kadar birbirinin karşıtı iki olgu olması gerekir.
Güney Amerika’da Tupamaros gerilla liderlerinden birinin dediği gibi, “Söz ayrıştırıcı, eylem birleştiricidir”. Gerçekten de bir sorunun çözümü ya da belli bir amaca ulaşmada çok parlak sözler söylenebilir, düşünceler yazıya dökülebilir.
Ne ki o olumlu düşünce ya da söz, eyleme dönüşmedikçe, geyik muhabbetinden öte bir anlam taşımaz. Eylemsiz bir toplum, kolu kanadı kırık atmaca gibidir. Ne denli güçlü olsa da eylem güdüsü, başkaldırı ruhundan yoksunsa, ezilmeye, horlanmaya mahkûmdur.
Çevreme bakıyorum da bizim kadar eylemsiz bir toplum göremiyorum. Ve “Bu suskun toplum niteliği bize, Mevlana’lardan, Yunus’lardan miras kaldı” kanısına varıyorum. Gerçi Mevlana’nın büyük bir düşünür, Yunus’un ünlü bir halk ozanı olduğu yadsınamaz.
Ne var ki şimdilerde üstümüzü örten suskunluk ve tevekkülün temelinde, “Ben Muhammed’in ayağının tozuyum” diyecek kadar kişilik onurundan yoksun olan, “Başkaldırı ve günahları terk edin, az yiyin, az konuşun, cefaya dayanıklı olun” gibi öğütlerde bulunan, adını bile Rumi (Romalı) olarak alacak kadar toplumuna ters düşen bir Mevlana’nın payının olmadığını kim inkâr edebilir?
“Ben miskin Yunus biçareyim/Baştan aşağı yareyim/Dost elinden avareyim” diyebilen, efendisine sırtında odun taşımaktan asla yakınmayan ve çevresine sürekli sabır ve şükür aşılayan Yunus ve benzeri halk ozanlarının toplumumuzun miskinliği üzerinde hiçbir etkisi bulunmadığı düşünülebilir mi?
Ne ki sabırlı ve şükürcü bir toplumda, çıkarları olan kimi egemen güçler, sürekli bu tarz özellikleri yüceltip bu türlü tutum ve davranışları örnek göstermişlerdir.
Sonuçta yazarın dediği gibi “Dinsel gericiliğin değerleri üzerinden yükselen faşizmin dönülmez batağında çırpınan, ama bunun ayırdında olmayan çaresiz bir halk”(*) yaşıyor Anadolu yarımadasında artık. Ülkemizde eylemsiz, söylemsiz, yazgısına boyun eğmiş bir halk topluluğu yaratılmıştır ne yazık ki.
Denilebilir ki o suskun ve ezik Anadolu insanı, yedi düvele başkaldırıp yengiyle sonuçlanan kutsal başkaldırıyı hangi ruhla başarmıştır?
Oysa unutmamalı ki, Anadolu başkaldırısı, Fransız devriminden esinlenen, “önce vatan” diyerek haykıran Namık Kemal, halife padişahın acımasız baskılı yönetimine başkaldıran Tevfik Fikret’lerin tutum ve davranışlarını, özgürlük ve bağımsızlık ateşiyle yanan yüreğinde yoğurup başkaldıran bir kahramanın, Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşmıştır.
Bu sözlerim, bir başkaldırı kışkırtıcılığı olarak nitelenip benim bir Ergenekoncu olduğum sanılmamalıdır. Döneminin koşulları içinde övgüye yaraşır olsa da başkaldırı, her zaman bir Spartaküs ya da Şeyh Bedrettin eylemi demek değildir.
Demokratik toplumlarda anayasal hak ve özgürlükleri, yasal sınırları aşmamak esastır, ama o sınırlar zorlanarak başkaldırılabilir.
Ve hele eğer, ülkemizde güvenilebilir bir seçim söz konusu ise seçim sandığı, başkaldırının en etkili silahı olabilir.
Bırakalım Mevlana’ları, Yunus’ları ebedi uykularını sürdürsünler. Ünlü ozanımız Nâzım’a kulak verelim: Nâzım “Hava kurşun gibi ağır” diyor ve bizi kurşunu eritmeye çağırıyor.
Solumaktan boğulma noktasına geldiğimiz bu ağır havayı, gelin sandıkta eritelim...
(*) Erbil Tuşalp, İslam İmparatorluğu, s.14