Erika Fischer- Lichte'den 'Performatif Estetik'

Erika Fischer-Lichte, “Performatif Estetik”te, insanın kendisini sahneleme sanatına değinirken hem sınır ve sınırsızlık kıyılarında geziniyor hem de belli eşikleri gündeme getiriyor. Lichte, performansın hayatla alışverişinin yoğunluğunu anlatırken onu yeniden yapılandırması ya da bozmasına da gönderme yapıyor.

Ali Bulunmaz / Cumhuriyet Kitap Eki

Sanatın vücuda gelişi

Özneleşen ve nesneleşen sanatçının sunumu, pasif izleyenin gün geçtikçe olaya katılımıyla güçlenip başkalaştı. Berlin Freie Üniversitesi, Tiyatro Çalışmaları bölüm başkanı ve performatif tiyatro çalışmalarıyla tanınan Erika Fischer-Lichte, söz konusu katılımın geldiği noktayla performans sanatının kimliğini incelediği Performatif Estetik’te konuyu masaya yatırıyor.
 
BEN BİR HALK VİRÜSÜYÜM...”  
Lichte, birkaç soruyla yola koyuluyor: Sanatçının sergilediği performans ne olursa olsun, niyetini anlamak için onu sonuna kadar izlemek gerekmez mi? Bir başka kritik soru, performansına müdahil olarak sanatçının “eserini” yok etme riskini göze almış sayılmıyor muyuz?
Eskiden sanatın değiştirici gücünün içsellikte arandığı âşikârdı. Fakat performansın yarattığı şok, ürettiği “şiddet” ya da eylemsellik, seyirciyi olan bitenin içine sokarak değişimin yönünü belirginleştirdi. Başka bir deyişle ilham vermenin yerini olaya karışma aldı; Lichte’nin deyişiyle “seyirci aktöre dönüştü.”
Kendini yaralayarak gösteri gerçekleştiren veya kurgu ötesi bir diyalog kuran sanatçıya, belli bir andan itibaren müdahalede bulunmaya yönelen izleyicinin etkinleşme durumu bu. Seyirci, böyle performanslarda ritüelle gösteri arasında sıkışıp kalır. Dikizleme, şaşkınlık, şok ve eylem, “radikal” performanslarda izleyicinin çoğunlukla verdiği tepki sırasını temsil eder. Sanatçının gerçekliğiyle seyircininki yarışmaya başlar.
Performansın, 1960’lardan beri sanatta sınırların ortadan kalkmaya başlamasıyla filizlenip geliştiğini hatırlatan Lichte, sanatçıların sahnelemeden olay yaratma aşamasına geçişiyle sürecin ivme kazandığını belirtiyor. Böylece “farklı öznelerin -sanatçının ve seyircinin/ dinleyicinin- edimleriyle kurulan, sürdürülen ve sonlandırılan bir olay” üretiliyor. Lichte’nin “bulaşma” dediği katılım, “sanat yapıtından bağımsız şekilde” izleyicinin olayı yorumlayıp buna dâhil olmasından başka bir şey değil.
Performansın test edici yönüne atıf yapan Lichte, izleyicilerin “denekleştirildiğini” ve bir kısım seyirci tarafından da “vahşi” olarak nitelendirildiğini anımsatırken icracıların, seyircinin gözünde zaman zaman “medeniyetsiz”leştiği anlardan bahseder. Performansla oluşturulan estetik, bu şekilde politik bir kimliğe de bürünür. Martin Vuttke’nin seyircilere tekrarladığı “Ben bir halk virüsüyüm ve sizler de kendiliğinden oluşan birer stresli heykelsiniz” cümlesi, hem o politik kimliği hem de bir provokasyonu ve izleyiciyi aktörleştirme girişimini temsil eder.
 
SANATIN YENİ MEKÂNLARI  
Lichte, performansı yalnız bugünkü değil, geçmişteki (Eski Yunan, Roma ve Ortaçağ’daki) anlamıyla da ele alıyor. Bu tarihsel geri dönüşün elbette bir esprisi var: Yazar, günümüzün performans sanatının tarihten beslenen ve ritüelleşen kimi yönlerini, adı geçen dönemlerden aldığını anlatıyor. Mahremin kamusal hale getirilmesi, ritülele dönüşen gösteriler ve canlılık, performansın hem icracılar hem de izleyiciler için tarihselliğini yansıtıyor.
Performanslarda özellikle sanatçının bedeni, nesneleştirilip suistimal edilmeye her zaman açık. Lichte, sahnelemenin en temel özelliklerinden biri olan bedenin, aynı zamanda öznelliğinden söz eder. “Vücuda getirme” teriminin doğuşu, performansın serpilişiyle yakından ilgili.
Hareket halindeki oyuncu ya da icracı, seyircinin bedenine de bulaşırken kendi bedeninin maddeselliğini, güçlü şekilde vurgular. Lichte’ye göre oyuncu-icracı bu şekilde, “izleyici, algıları doğrultusunda tamamen yeni anlamlar oluşturur ve kendisi de yeni bir anlam yaratıcısı haline gelir.” Performatif estetik de böylece bir mevcudiyet ve görüntü estetiğine denk düşer.
Konunun diğer tarafında ise mekân yer alıyor; Lichte, oyuncu-icracıya ve seyirciye özel imkânlar sunan, düzenlenmiş, hareket ve algı babında oluşturulmuş yerlerden söz eder. Buralar, sabitlenmez ve dalgalanmalar gösterir. Klasik alanlardan başlayan güç hareketi, eski fabrikaları, mezbahaları, sığınakları, tren garlarını, pazarları, meydanları, sokakları, alışveriş merkezlerini, fuarları, metroları, parkları, çöplükleri, stadyumları, garajları ve mezarlıkları performatif mekânlara dönüştürülüyor. Buralar, fizikî varlıklarının yanı sıra oyuncu-icracı ve seyirciyle beraber sürekli değişerek yeniden meydana getirilirken mekânın kendine özgü (özel) atmosferi, performatif alanın oluşmasına yardım ediyor.  
 
SAHNELEME, HAYATIN KENDİSİDİR”  
Lichte, performansın anlam ve anlam-dışılığının, şok etkisi yaratma ve uyarılmayı hedeflediğini söylüyor. Yazarın, buna verdiği örneği paylaşmak gerek: “Kültürümüzde genç kalma, zarif ve iyi görünümlü olma çılgınlığı var. Bu çılgınlığa karşı gelen bedenler ‘aykırı’ damgası yer ve mümkün olduğunca toplum dışına itilir. Hastalık ve ölüm, bizim toplumumuzda belki bir tabu olarak değil ama lanetli bir şey gibi algılanır. Bunlara gönderme yapan vücutlar tiksinti, bulantı, iğrençlik, korku veya utanma duygusu doğurur. Socìetas Raffaello Sanzio grubu, tam da böyle bedenleri, bu bedenlerin beklenilen ‘normallikten’ farklı oluşunu herhangi bir şekilde -örneğin belli bir rolle- gerekçelendirmeden sahneleyerek seyirciyi ‘savunmasız bir şekilde’ izlemeye maruz bıraktı.”
Şok ve etkileme, dünyayı yeniden büyüleme ve katılımcıların dönüşümünü sağlayan performatif bir icranın unsurları. Onlarla birlikte performatif estetik, hem sınırlar koyar hem de sınırları aşmaya uğraşır.
Lichte’nin anlattığı performatif estetik, sınır ve sınırsızlık kıyılarında gezinirken belli eşikleri gündeme getiriyor. Sınırda durma kabulü, sınırları aşma ise yaptırımları çağrıştırırken yazarın dediği gibi eşikten atlama, bazı riskler taşır. İnsanın, eşiğin öte tarafında neyle karşılaşacağı; hangi görüngülerle, zorluklarla ve belirsizliklerle yüzleşeceği kesitirilemez.
Sınırın yasalara, eşiğinse sihirli olana gönderme yaptığını söyleyen Lichte, sona yaklaştığında deyim yerindeyse ağzındaki baklayı çıkarır: “Sahneleme, hayatın kendisidir çünkü o, katılımcıların, yani aktörlerle seyircilerin hayatından gerçek bir zaman dilimini çalar ve onlara, kendilerini durmadan yeniden yaratma fırsatı sunar; sahneleme, hayatın bir modelidir çünkü bu süreçleri o kadar yoğun ve çarpıcı bir şekilde gerçekleştirir ki katılımcılar tüm dikkatini ona yöneltir ve yoğunlaştırır. Sahnelemede kendi hayatımız tezahür eder, mevcut kılınır ve geçip gider.”
Kısacası Lichte, performatif bir estetiğin, insanın kendisini sahneleme sanatı olduğunu söylüyor. Konunun, hayatla alışverişindeki yoğunluk bir tarafa, yaşamı yeniden yapılandırıp bozması dikkat çekiyor.    
 
Performatif Estetik / Erika Fischer-Lichte / Çeviren: Tufan Acil / Ayrıntı Yayınları / 352 s.