Erendiz Atasü’den iki yeni kitap: “Şair’in Ölümü”, “Türk Romanında Bir Gezinti”

Okurlarla iki yeni kitabıyla buluşan usta yazar Erendiz Atasü, “Şairin Ölümü” adlı öykü kitabında isyan ettiren toplumsal yaraları, bir kez daha ses yükselterek eylemci bir ruhla yazıyor. Baskıcı erk, bulamaç siyasa, eril şiddet, solun handikapları, yakılarak katledilen aydınlar, bağnazlık, istila ve günümüze uzanan kadın karşıtı antik folklora dikkat kesiliyor. Geçmişle geleceğin iç içeliğinde ve kötücül değişim ile bellek temalarında öykü kişilerine kendilerini ve gidişatı sorgulatıyor, hesaplaştırıyor. Atasü, eleştiri üstüne düşüncelerle başlayan diğer yeni kitabı “Türk Romanında Bir Gezinti”de ise, Suat Derviş’ten Yaşar Kemal’e, Leyla Erbil’den Fethi Naci’ye, Pınar Kür’den Ataol Behramoğlu’na Türk edebiyatının pek çok kadın ve erkek ustasını başat yapıtları ve yaratısal hammaddeleri ekseninde irdeliyor.

Gamze Akdemir



“Şairin Ölümü”nün ilk öyküsü “Bir Başka Fahriye Abla”da, yaşamları büyük bir altüst oluşun ateşten çemberinde kırılan geçiş dönemleri insanlarının ayakta kalma mücadelelerini dokuyorsunuz. O mücadelelerdeki “eskil ve dayanıklı bir damarı kesmeye cüret etmiş” iradeyi, o “eylemliliği”, “eylemciliği” vurguluyorsunuz. Her tarafta yayılan eylemsizliğe dikkat çekerek... Geçmişle geleceğin iç içeliğinde, kötücül değişim ile bellek temalarında öykü kişileri kendilerini ve gidişatı sorguluyor. Bu duygu kitaptaki hemen tüm öykülerinizde karşımıza çıkıyor. 

Öyküler zaman içinde, her biri farklı bir ruh halinin dışa vurumuyla, bir tür esinle yazılıyor; en azından benim için böyle. Elbette ortak temalar var; sonuçta aynı zihnin ürünleri. Esin aslında, içimizdeki acılar, mutluluklar, kısacası hatıralar birikiminin bir parçasını harekete geçiren bir dış uyarıcıdan başka bir şey değildir.

Örnekse: Suat Derviş’in “Çılgın Gibi”sini okuyordum. Orada çizilmiş çok canlı bir “halayık” (sonuçta bir besleme) karakteri vardır. Bu kurgusal kadın bana yıllardır anımsamadığım “Faika nenemi” (öyküde adı Fahriye) hatırlattı. Anneannemin, bizim eve miras kalan beslemesi. Eski düzende, göreli varlıklı aile, yoksul bir kız çocuğunu alır, ev hizmetlerinde kullanır, emeğinin karşılığını ödemez, çünkü o artık aileden biridir; çocuğa verilen tek ödün -o da efendiler vicdanlıysa- ilerdeki yıllarda, çocuk yaşlandığında ona bakmaktır. Acı, değil mi? Kadınlık sorununun bir başka cephesi!
Benim kuşağım, Osmanlının yıkım acısını ve Cumhuriyetin kuruluş sevincini bire bir yaşamış insanların evlatlarıdır; o nedenle geçmiş anımsandığında, “tarihin ateş çemberinden geçmiş” anne babalarımızın yaşamlarında tarihin bıraktığı izleri, onların başkaldırılarında, kişisel, yengi ve yenilgilerinde, vardıkları uzlaşılarda, eylem ve eylemsizliklerinde görmek mümkün ve ilginç.
Anımsamak ve anımsayışlar çocukluğumdan beri ilgimi çekmiştir. Anı sabit bir şey değildir, anımsama anındaki ruh haline göre anlamı değişir. İnsan hayat yolunun büyük kısmını kat etmişse, geçmişin hiç geçmediğini, içimizdeki varlığını bizimle değişen ilişkiler kurarak sürdürdüğünü fark ediyor. Şimdiki aklınızla anıya dair yeni bir şey keşfediyorsunuz ve bu keşif onun tüm anlamını değiştirebiliyor! “Anılar da Değişir” hikayesinin adsız kahramanının, ve “Sindrella...” hikayesindeki “eski eşin”  başına geldiği gibi! Tabi yeni keşif insanı yanlış bir yoruma da götürebilir... Hiçbir zaman tam anlamıyla emin olamayız...

İçimizde yaşayan geçmiş sadece özel yaşamın izleri değil elbette, bütün toplumsal hadiselerin şahsa bakan yüzü de orada kayıtlı. 68 kuşağının bu yurda döktüğü emekten, Sivas yobaz kalkışmasının kıydığı canlara kadar! “Baharat Ülkesinden Bir Aydın” öyküsünde simgelenen ve bana çok acı vermiş bir aydın duyarsızlığına kadar.
Eylem ve eylemsizlikten söz açtınız. Yaşam bu ikisinin bileşkesi değil mi? Türkiye arada sırada eylem dalgalarıyla kabaran ama çoklukla eylemsizlikte karar kılmış uyuşuk bir ülke. Bunda kaderci felsefenin izlerini görüyorum. Eylem-eylemsizlik çelişkisini kendi içimde çok yaşamışımdır ve hala yaşıyorum. Eylemsizlik biraz da sınıfsal bir durum. Köylülüğe ve orta sınıflara has. Hani, aman dengeler bozulmasın, aman komşular duymasın, aman çocuklar üzülmesin... 
Ben kendi eylemsizliklerimi sınıfsal kökene, yani orta sınıftan olmama bağlıyorum. Gene de özel yaşamımda pek eylemsiz kalmamışımdır. Ancak toplumsal olarak en büyük eylemim yazmak, ne kadar eylem sayılır bilmiyorum. Kadınların uğradığı haksızlara karşı kalemim eylemcidir. Evet, eskil dönemlerdeki kadın karşıtı önyargılar farklı giysilere bürünerek devam ediyor. “Eskil ve dayanıklı damar” işte tam da bu! Kadın karşıtlığı!

‘ŞAİR’İN ÖLÜMÜ’, MAYAKOVSKİ’DEN ESİNLİDİR

Kutapla aynı adlı öykünüz “Şairin Ölümü” ise doğanın metaforik denizinde aşkta ve devrimde yek vücut bir uyumun alegorisiyle başlıyor. Bir yanda devrim, emekçilik, ilkeler diğer yanda çürüyen bir ülke... Eylemci bu ressam şairin derdi düşü; insanlığın çoğunluğunun çetin, yoksul ama ümit dolu hayatını, hayatın gerçeğini soğurdukça içindeki ormanın hatıralarıyla yazmak! Hapiste tanıştığı yoldaşı ve onun aşık olduğu karısıyla birlikte barış ve ekmek vaat eden devrimin mayasını karmak! Hepsinin ortasında ise istisnai yaşanan bir aşk değil mi?

“Şair’in Ölümü” öyküsü Mayakovski’nin yaşamından esinlidir. Şimdi diyeceksiniz ki, öyküde kahramanı niçin isimsiz bıraktın? Biyografi yazmadığım için; inceleme, araştırma yoluyla ulaşılmış, nesnel olduğu var sayılan sonuçları aktarmadığım için. Ve yaşamım boyunca zaman zaman Mayakovski’nin okuduğum şiirlerinin, mektuplarının ve hayatı üstüne kaleme alınmış incelemelerin, hepsinin bende yarattığı duygulanımlardan, izlenimlerden yola çıkarak bu öyküyü şekillendirdiğim için.
Ayrıca Mayakovski’nin yaşamı yaratıcı birey ile uğruna emek döktüğü devrim arasında beliren kaçınılmaz çelişkiye bir örnektir, kanımca. Yani O yaşam sadece Mayakovski’nin değil, bir çok sanatçının deneyimine işaret eder. Biraz da o nedenle kahramanı sadece “Şair” diye anıyorum. 
Gorki’nin yaşamında da böyle gölgede bırakılmış bir dram var, sanıyorum. Mayakovski’nin intiharı durumu görünür kılıyor. Ben intihar ettiğini sanıyorum, rejimin onu öldürdüğünü düşünmüyorum. Lily Brik’le aşkına gelince. Sıra dışı dönemlerde sıra dışı aşklara şaşmamalı. Bu çok farklı iki insanın nihai kopuşunu önleyen ne? Benim fikrim metinde gömülü. Bırakalım okur, kendi fikrini oluştursun.

‘DÜNYA EDEBİYATTAN VE SANATTAN UZAKLAŞIYOR’

“Türk Romanında Bir Gezinti” adlı 312 sayfalık denemeniz de okurlarla buluştu. Öncelikle Çağdaş Türk Edebiyatı’nın günümüz Türk toplumu için sizce önemi nedir?

Edebiyat bir toplumun hem belleği, hem vicdanı, hem kimliğidir. Toplumlar pala bıyık ataların aldığı kellelerle değil, bilime, sanata, insanlığın mutluluğuna yaptıkları katkılarla can ve kimlik bulurlar. Ne yazık ki bugün toplumumuzun edebiyatla ve genellikle sanatla güçlü bir bağı yok. Türkiye’de şu anda tam bir roman enflasyonu var; bütün enflasyonlardaki gibi nicelik yüksek, nitelik düşük. Neoliberalizmle ve onun -deyim yerindeyse- “kültürsüz kültürü” ile tüm dünya edebiyattan ve sanattan uzaklaşıyor. Bu talihsiz durumun sakıncalı etkilerini, zaman geçtikçe daha iyi fark edeceğiz.

 İncelemeniz eleştiri üstüne düşüncelerle başlıyor. Edebiyat eleştirimizde bir geleneğin oluşamamasında nelerin etkisi var?

 Bizde felsefe zayıf; bu demektir ki hayat üstüne düşünmek zayıf. Öyle olunca sanat üstüne düşünce üretebilme de haliyle zayıflıyor. Edebiyat eleştirisi gelişmeyince, yetkin örneklerle kusurlu örnekleri, ya da tek bir yapıtın üstün ve zayıf yanlarını ayırt edebilme imkansızlaşıyor. Genelde sanat, özelde edebiyat eserlerinin sadece kar getirici malzeme olarak görüldüğü neoliberalizm yayın ve kitap piyasasında, sağlıklı bir edebiyat eleştirisinin serpilebileceğine inanmıyorum. Benim gibi bir kurgu yazarını, kitaplar üstüne yazmaya iten de belki bu durumdur. Sapla samanın birbirine karıştığı bu gülünç ortamda değerli kitaplar için hiç olmazsa bir yerlere bir kayıt düşmek! Yoksa, bugün artık akademik bir disiplin olarak beliren edebiyat eleştirmenliğinde bir iddiam yok.

‘KADIN YAZARLARIN İÇİ YANKIYOR, ERKEKLER İSE MESAFELİ’

Türk edebiyatının pek çok kadın ve erkek ustasını başat yapıtları ve yaratısal hammaddeleri ekseninde irdeliyor, Türk yazınında kültürel akışta temsil ettikleri evreler ve katkıları ortaya koyuyorsunuz. Okuduğunuzda neler hissettiriyorlar size?

Kadın arkadaşlarımın yaratılarında onların iç dünyalarından yankılanmalar seziyorum, toplumun susturulmuş yarısının sesini işitiyorum. Erkeklerin çoğunun -hepsinin değil- kendi şahıslarına daha mesafeli durarak yazdıklarını düşünüyorum. Edebiyatta bir ilki başlatmak önemlidir tabi, ama eserin ya da yaratıcısının belli bir akımın izleyicisi olması asla küçültücü bir özellik değildir. Burada Emin Özdemir’i anacağım: “Edebiyat bir ayrıntılar ve aykırılıklar sanatıdır”, demişti. O nedenle, genellemelere yatkın bir alan değil edebiyat.

Ben doğal ki çok okurum. Okunmadan yazılmaz. Genç yazar adaylarına da bunu öneririm. Yalnızca yaratıcı yazarlık kurslarına devamla yazar olunabileceğini sanmıyorum; ama yazıya yatkınlığı olan gençler, ulusal edebiyatı ve dünya edebiyatını gerçekten tanıyarak, -yalap şalap bilgi edinmekten bahsetmiyorum- yeteneklerini geliştirebilirler.