Ercan Kesal: 'İnsanın iktidar talebi bitmiyor'
Yılın bol ödüllü filmi “Nasipse Adayız” şimdi vizyonda ve izleyicisini bekliyor. Sinemada yönetmen olarak ilk filmine imza atan ve eylül ayında Adana Film Festivali’nde En İyi Film dahil 5 ödül, 39. İstanbul Festivali’nde ise En İyi Yönetmen ödülünü alan Ercan Kesal filmin senaryosunu kendi siyasi geçmişinden hareketle yazdı. Reel siyasetten hızla soğuduğunu ama siyasi kimliğinin hiç terk etmediğini söyleyen Kesal ile Cumhuriyet Pazar için bir araya geldik.
Emrah KolukısaKimisi onu “Çukur”un İdris Babası olarak hatırlıyor, kimisi “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın muhtarı… Yıllardır sektörün içinde, kameranın hem önünde hem arkasında bir isim Ercan Kesal. Yazdığı senaryolar, oynadığı filmler, rol aldığı diziler derken bugün artık yönetmenliğe el atmış ve ilk filmiyle önemli ödüller kazanmış bir sinemacı oldu. Bir yandan da doktor ve eski bir siyasetçi Kesal. Zaten önce romanını yazdığı ve büyük ölçüde kendi gerçek yaşamından izler taşıyan “Nasipse Adayız” onun siyasetle hemhal olduğu günlerden kalma anılarını taşıyor perdeye. İki gün önce vizyona da giren “Nasipse Adayız” hiç şüphe yok pandeminin damgaladığı 2020’nin en çok konuşulan, belki de seneyle özdeşleşen filmi olacak. İstanbul’daki büyük bir ilçenin belediye başkanlığı için yarışan bir aday adayının 24 saatini anlatan filmde başrolü de üstlenen Ercan Kesal’a kamera önünde Selin Yeninci, İnanç Konukçu ve Nazan Kesal eşlik ediyor. Biz de hem filmin aldığı ödüller hem de vizyona girişi vesilesiyle Ercan Kesal ile bir araya geldik ve jüri başkanlığını üstlendiği Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin son gününde keyifli bir sohbete koyulduk.
“Nasipse Adayız” bundan birkaç yıl önce roman olarak çıkmıştı, ondan öncesinde ben burada anlattığın anıları da farklı ortamlarda dinlemiştim, bir kısmını en azından. Şimdi filmi de izleyiciyle buluştu. Bu süreci biraz anlatır mısın, yaşadıklarından başlayan sonra romana ve nihayet filme dönüşen süreci? Ve tabii senaryolaştırırken attıkların, eklediklerin, zorlandığın yerler…
Metin iki üç kez gitti geldi aslında. Bu anlamda biraz iş uzadı ama bir tarafıyla da benim metin üzerindeki hakimiyetimi, tefekkürümü, tahayyülümü de bir hayli artırdı diye düşünüyorum. İşe yaradı yani. Metinle belki de çok hemhal olmak lazım senaryo süreçlerinde. Film çekerken ön hazırlığı çok iyi yaparsan sete hazır gidiyorsun. Set tabii ki sana sürprizler hazırlıyor ama en azından kafandakilerin birçoğunu gerçekleştirebiliyorsun. O yüzden bu da film öncesi yapılan hazırlık gibi, iyi ki olmuş diyorum, iyi ki bildiğim sularda yüzmüşüm, iyi ki bu metne dalmışım diye düşünüyorum. Bunu ben tretman olarak yazmıştım, sonra senaryolaştırırken fark ettim ki bölümleri uzun uzun yazmak hoşuma gidiyor. O zaman bu bölüm bölüm yazdıklarımı bir kurgulayayım dedim, bakalım buradan bir novella çıkar mı… O zamanlarda da İletişim Yayınları’nda “Peri Gazozu”, “Cin Aynası” kitaplarım arka arkaya çıkmıştı ve benden bir roman bekliyorlardı. Yayınevlerinde olur bazen böyle şeyler; ‘Abi kurmaca bir şey olsun’, ‘Öyküyü de aşan bir şey’… O zaman ben de hazırladım hızlıca ve novellaya çevirip bunu verdim. Kitabı tekrar yeniden bildiğimiz anlamda klasik bir senaryoya da dönüştürdüm daha sonra. Fakat sonlara doğru rahat edemediğimi, kafamda filmin bir türlü canlanmadığını fark edince tekrar yeniden “Anons”ta ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde yaptığımız şeye geri döndüm ve tek gecelik bir filme dönüştürdüm. Sahnelerin atılmasından ya da bazı hikayelerin geri bırakılmasından hiçbir rahatsızlık duymadım, çünkü şuna inanıyorum ki bir fikir varsa onun dışında anlattığınız, arka tarafta yaslandığınız her şey bir vesile aslında, bir bahane. Bu hikaye bir doktorun değil de bir avukatın da başından geçebilirdi. Ağır bir hukuk davasıyla uğraşan ve işte malum bir duruşma sahnesi için her şeyi yapmayı göze alan bir avukatın… Ama deneyimlerim ve geçmiş senaryo yazma süreçlerinden edindiğim, çıkarttığım sonuç ben bu sıkıştırılmış metinleri daha çok seviyorum. Küçücük bir andan bütün bir mevzuyu gösterebileceğimi anladım. Yani bir kum tanesinden bütün bir evreni tarif edebilirsin derler ya, aslında bir geceden de bütün bir politik dünyayı, çıkar çatışmasını, iktidar ilişkilerini anlatabilirsiniz.
Tabii ki bunu görselliğe aktarmak işin ayrı bir boyutu, senin ilk yönetmenlik deneyimin olduğu için belki farklı da bir boyutu. Bunun için nasıl bir hazırlık süreci geçirdin?
Story board yaptım. Bu çok rahatlatıcı bir şey ve tabii görüntü yönetmeninin kim olacağına karar verdiğiniz zaman da bazı şeyler kendiliğinden hizaya giriyor. Ve nasıl bir kamera kullanımıyla bunun üstesinden geleceğim, nasıl bir dünyayı yaratacağım, nasıl bir renk peşindeyim… Baştan bunlara karar vermezseniz sete çıktığınızda sizi çok zorlayacaktır. O yüzden bu dar alanda geçen -çünkü hikayenin, filmin ağırlıklı olarak geçtiği mekan bir düğün salonu, sonra bir başka düğün salonu, sonra bir başka mevlüt salonu- kalabalık sahneler, 840 civarında figürasyon kullanmışız… Yani üç ayrı kalabalık mekanda birbirine benzemeyen, tekrarı olmayan, aynı insanları oynatamayacağınız sahnelerden söz ediyoruz. Şimdi, ilk film, ilk kez kamera arkasına geçiyorsunuz, üstelik kendiniz oynuyorsunuz, üstelik çok kalabalık bir oyuncu kadrosu var… Kamera kullanımı, kameranın dili daha doğrusu ve o kalabalık sahnelerin nasıl üstesinden gelebileceğimin hesabını ön hazırlık olarak çok yaptım. Çalışıp çalışmadığını, işin yürüyüp yürümediğini gördükten sonra çıktım.
Görüntü yönetmeniyle birlikte mi oluyor bu ön çalışma?
Tabii, yanımdaydı. Barbu Balasoiu çekimlerden 4-5 hafta önce geldi ve çekim öncesi haftalarca benimle ön hazırlık yaptı. tek tek bütün mekanları gezdi benimle, yani Barbu ertesi gün hiç tanımadığı bir mekana gitmedi. Uzunca bir süre İstanbul’da kaldı, metni de çok iyi anlamıştı. O yüzden çok kolaylaştırdı benim işimi. Yardımcı yönetmenlerim çok iyiydi. Filmde biliyorsun kamera beni takip ediyor ama arkada insanı hiç rahatsız etmeyen, hatta çok güçlü bir trafik var. Çok yaşayan, doğal bir trafik var. Bu yardımcı yönetmenlerin başarısıdır. (Beste ve Arda), Beni o anlamda çok desteklediler. Böylece hem kameranın önünde hem de arkasında olmanın zorluğunu aştım. Ve işin doğrusu kalabalık sahneleri tekli, yalnız sahnelerden daha çabuk çektim.
‘BU İŞ BAŞKA BİR ŞEYMİŞ’
İlk filmini çekmeye kalkışan bir çok yönetmen belki daha küçük kadrolu ya da tek mekanda geçen işleri tercih edebilir, büyük bir cesaret o anlamda “Nasipse Adayız”. Hiç korktuğun zamanlar olmadı mı, nasıl bir şey çıkacak acaba diye?
Film çekmek zaten cesaret isteyen, korkunun hiç eksilmediği bir şey. Her sabah, her sahnede, her gün, her akşam iş kopyasını seyrederken… (gülüyor)
Tansiyonu yüksek bir iş…
Daha önce kameranın arkasında da önünde de oldum ama yönetmenlik anlamında elimi hiç taşın altına koymadım ki… Tamam, filmin tüm yükünü taşıdığım oyunculuklar da yaşadım, filmin hem önünde hem arkasında, senaryosunda da oyunculuğunda yer aldığım işlerde çalıştım, ama bu iş başka bir şeymiş…
Tam bu noktada şunu sorayım, yönetmenlik kariyerine devam etmek gibi bir fikir yerleşti mi kafana?
Tabii, tek bir seferlik değil… Çünkü iş bittiğinde filmin gerçek sahibinin yönetmen olduğu duygusu insana hem büyük bir haz hem de cesaret veriyor. Öbürü, sanki birisinin işinin ucundan tutmuşsun gibi.
‘İKTİDAR DA YOK, MUHALEFET DE’
Senin daha önceki siyasi deneyimlerinin bir yansıması olduğu için film ilk bakışta bir CHP eleştirisi gibi durabilir ama aslında daha genel anlamda Türkiye’deki siyasete dair bir eleştiri olduğunu anlıyorum ben, katılır mısın?
Zaten hiç öyle CHP’yi eleştirmek gibi bir derdim olmadı, sadece iyi bildiğim bir yer orası. Çünkü diğerlerini tanımıyorum, onların pratiğinde yer almadım. Benim aday adayı olduğum, başımdan geçen, ilham aldığım, fazlasıyla yaslandığım metin benim kendi özyaşam öykümmüş gibi duruyor ama şunu hızlıca fark etmiştim, aslında hepsi birbirinin aynıymış. Zaten belki de başımıza gelen bu musibetlerin, bu sıkıntıların altında yatan sebep belki de bu. Gerçek manada bir iktidar ve gerçek manada bir muhalefet anlayışının hayata geçmemesi. Aslında hükümetlerin halkı yönetmesi sorunu, halkın hükümetleri yönetmesi değil de… Olmayan demokrasi belki de bu. Ama benim peşinde olduğum şey işin bu tarafının dışında. Kuşkusuz bunu anlatan, buna göndermeler yapan bir film ama, asıl derdim o adam, o adamın bununla karşılaştığında yaptıkları, ya da vazgeçemedikleri ve insanın o bitmeyen iktidar talebi. Fark etmiyor yani şu ya da bu parti, şu ya da bu olay vesilesiyle olması, fark etmiyor. Dediğim gibi bir başka meslek grubundan, bir başka iktidar talebini sürdürmek isteyen bir başka kahraman da olabilirdi. Ama ben en iyi kendimi tanıdığım için, kendimi çekinmeden ortalık yere sermek istedim, bunu da cesaretle yapmak istedim. Bildiğim sularda, ama derine dalmak ve oradan bir şey çıkartmaya çalışmak, yeniden… Korkmadan kendimle yüzleşmek… Romanda ve senaryoda altını çizdiğimiz insanın kendi kör karanlığıyla karşılaştığındaki şaşkınlığı… Ama insanın o kör noktasının da aslında kendi gerçek öznesi olduğu meselesi, peşine düştüğüm şey buydu. Ben bu hikayeler başımdan geçerken en çok kendime şaşırmış ve kendime hayret etmiştim. Ben kendimi böyle bilmezdim, bu nasıl bir şey filan diyordum. Niye böyle yapıyorum ki, niye bunlara katlanıyorum ki dediğim şeylerin peşine düştüm. O yüzden, o parti bu parti ya da o alan bu dernek ya da şu vakıf değil, bu içinde bulunduğumuz besiyeri, habitat bu işte ve biz insan olarak bunun neresinde duruyoruz…
Daha büyük temaların peşindesin…
Ancak böylelikle evrensel bir şeyin peşine düşebilirsin. Geçmişte belki, akraba filmler gibi düşündüğüm için örnek veriyorum -senarist ve oyuncularından olduğum için-, “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini bu kadar evrensel kılan şey herhalde Anadolu’nun ortasında 4-5 bürokratın başından geçen bir ceset arama yolculuğu olamaz. Yani bunun bir İtalyanı, İngilizi, Fransızı bu kadar ilgilendirme sebebi, evrensel olma sebebi, meselenin sadece bir hikaye anlatmaktan daha çok insanın o bitmek bilmeyen ve ortak olduğunu iyi bildiğimiz kendi talepleri, çıkmazları, zaafları, gururu, coşkusu kederi… kendiyle ilgili olan meselesi. Ve olaylar karşısında bu öznel tavrı. Bunun sebepleri, bunun başımıza getirdikleri; bu çok ortak bir şey. Ancak bu evrensel olabiliyor.
Şunu sorayım; siyasetten ne zaman soğudun; kendi hayatında “Bu olmuyor, istemiyorum” dediğin an, “Bana göre değil” dediğin an ne zamandı?
Bu tarz bir reel siyaseti çok hızlıca bıraktım. Ben politik bir kimliğim, tabii ki vazgeçmedim, okuduğum, yazdığım, ettiğim, konuştuğum her şey bir tarafıyla son derece politik. Zaten başka türlü olamaz, ama bu reel politika denilen, yerel yönetim adayı olmak, mebus olmaya çalışmak filan, bütün bunlardan çok hızlıca vazgeçtim. 2000’li yıllardaydı böyle bir heves, çabucak bıraktım.
Peki mesela şöyle olsaydı, diyelim ki Ercan Kesal olarak sen gerçekten de aday olsaydın ve diyelim gerçekten kazansaydın, ne olurdu? İşin o yanıyla da yüzleştin mi? Nereye doğru giderdi hayatın sence?
Mutlaka bırakacağım bir yerle karşılaşırdım diye düşünüyorum doğrusu. Onu sürdüremeyeceğimi çabucak farketmiştim. Allahtan çok uzun süre sabredecek kadar bilmezliğe kaptırmamışım kendimi. Bu yüzden, bırakmış olduğum, daha doğrusu farketmiş olduğum için kendime dair ümidimi sürdürebilirim bu minvalde. Ama sinemayla ilgili bu süreçte bir şeyi söylemeliyim. Kuşkusuz yazarken ve oynarken bu dediğim yüzleşmeyi bir çeşit replika gibi yeniden yaşadığımı söyleyebilirim. Çünkü sonuçta otobiyografik özellikleri fazlasıyla öne çıkan bir metin yazdım, bunu da 20 yıl sonra sanki yeniden çektim. 2000’li yılların hikayesini bir kez daha sanki yeniden gerçekleştirdim, yeniden icad ettim. Orada bir şey daha yaşadım; sinemanın mekanlarla, zamanla, insanla olan ilişkisine dair başka bir şey farkettim; yani doktor Ercan Kesal’ın geçmişte yaşadıklarının bir kez daha tekrarlandığı bir yolculuk dışında ayrıca sinemanın aslında hayatı taklit ederken, gerçekliği yeniden icad ederken kurmacayla birlikte bu gerçekliğin dışında başka bir gerçekliği de dünyanın içine kattığını gördüm. Bu beni çok şaşırttı, bazen korkuttu bile diyebilirim. Sebebi de şu; ya dedim, aslında bütün bu gerçek diye bize sunulan şeyler ve bizim çok fazla önemsediğimiz, uğruna neler neler yaptığımız bu tuhaf şeyler, kurmacadan mı ibaret sadece? Ya da bu kurmaca dediğimiz, uyduruyoruz, yazıyoruz çekiyoruz işte dediğimiz şeyler bizim asıl gerçekliğimiz olabilir mi? Çünkü bu kahramanları da biz icad ediyoruz, yazıyoruz ediyoruz ama, o da kalıyor işte. Hayatın içinde kendine bir yer ediniyor. Seyirci buna inanıyor. İnanıyordan kastım, özdeşleşiyor. Tabii ki bir film olduğunu biliyor ama o kahramanın hikayesinden ve oradaki hayatlardan sonunda kendine başka bir şey çıkartıyor ve sinemadan değişmiş olarak çıkıyor. Zaten sinema bu değil midir? Ama ben özneyim, başından geçen adam, sonra bunu yazan yani yeniden kurgulayan, sonra da çeken… Ama bu arada oynayan da, kendini… Bu tuhaf üçlü dörtlü karakter benim sadece kendi geçmişimde başımdan geçen bir hikayeyi yeniden analiz etmemle kalmadı, sinemayla ilgili de bana acayip şeyler ilham etti. Dünyayla ilgili, hayatla ilgili… Kendimi büyümüş ve olgunlaşmış olarak çıkmış hissettim. Tuhaf bir süreçti benim için. Bütün bunlar niyeydi, ben ne oldum şimdi?… Şunu anlatmadığım kesin; başımdan geçenleri birebir belgesel film gibi anlatmadığım aşikar, uydurdum. Ekledim, koydum, parçaladım, bazılarını göstermedim, bazılarını gösterdim, çünkü senaryonun da filmin de kendi matematiği var. Böylece aslında başka bir gerçekliği de yeniden kurdum yani. Dünyaya bıraktım onu. Bu yüzden sinema hem çok ilham verici hem de olgunlaştırıcı bir şey.
Bazen şöyle düşünüyorum, yaşadığımız şeyleri hatırlarken bile yeniden kurguluyoruz.
Tabii, her seferinde üstelik. Bu da enteresan, demek ki diyorsun zihnin, belleğin kendine ait, bizim çok da müdahale edemediğimiz bir iradesi var. (gülüyor)
‘SOKAK BİLDİĞİNİ OKUYOR’
Filmde anlatılan olayları sen 2000’li yıllarda yaşadın ama film günümüzde geçiyor gibi. Sence bu geçen süre içinde Türkiye’de siyaset değişmedi mi, ya da değiştiyse nasıl değişti?
İnsan değişmedi ki. Siyasetin biçimi, üslubu… mekanlar değişmiş. İnsan sayısı, iç göç devam ettiği için değişmiş, artmış tabii ki. Artık sokakta yeni komşularımız Suriyeliler olmuş. Habitat değişmiş. Habitatın kişiyi belirleyen, kişiyi kendine benzetmeye çalışan bir ruhu vardır; ama bir yandan habitatın içine siz yerleştikçe kendi habitatınızı yaratmaya başlarsınız. Tuhaf, karşılıklı bir ilişkidir. Biz Suriyelileri değiştirirken, ya da yeni iç göçle gelmiş Erzincanlıları , Giresunluları değiştirirken onlar da Okmeydanı’nı değiştirmişler. Ama kendi kısa ömrümüzde birçok şeyin de bu kadar kolay değişmeyeceğini kabul ettim artık. Dünyanın ömrü bizden çok uzun. Dünyanın kaderi bizim kaderimizden uzun olduğu için herhalde biz kendi öznelliğimizden de çok vazgeçemediğimiz için, her seferinde merkeze kendimizi koyduğumuz bir açıklama yapıyoruz, anlam üretiyoruz. Fakat sokak bildiğini okumaya devam ediyor. Benim şansım, oralarda çok vakit geçirdim, 25 yıla yakındır Okmeydanı’ndayım. Hala çalışan bir kurumun kuruculuğunu, yöneticiliğini yaptım, çok fazla insanla hemhal oldum. Mesleğin getirdiği de bir şey bu. Bu 2000’li yıllardaki deneyim de beni daha fazla onlarla içli bir hale getirmişti tabii ki. Aylarca, haftalarca, hatta 3-4 yıla yakın her gece bir yerde, bir toplantıda bir yemekte, bir etkinlikte oldum. O köy yardımlaşma derneklerinin yüzlercesini gezdim herhalde, o düğünün benzerlerinin yüzlercesine katılmışımdır, ya da o sünnet törenine ya da düğün mevlütlerine… Onları çok iyi tanıyorum. Ama hala o politik hesapların olduğu yolculuk sürecinde çabucak farkettiğim şey şu oldu ki, tanımıyormuşum aslında o insanları. Onun öncesinde hekim ve hastası üzerinden kurduğumuz ilişki, giderek aday olmak isteyen, makam mevki sahibi olmak isteyen adamla ona oy vermek ya da vermemek durumunda kalan bir seçmen ilişkisine dönüştü. Bu sefer herkes kendine yeni bir hizalanma icat etti. benim yardım ettiğim, oğlu hastaydı ona bakmıştım dediğim adam bir süre sonra ‘bir bakalım doktor bey, ne yapacaksın acaba bu bizim şeye, bu kentsel dönüşüme ne diyorsun’ falan demeye başladı. Ben de bir takım şeyleri ona vaat eden ya da onu inandırmaya çalışan başka bir adama dönüşmüştüm. Bu sefer şunu farkediyorsun, çevresinde hayırsever, entelektüel, iyi bir adam diye bilinen ve senin de buna inandığın bir rol sonunda sana şöyle bir şey hatırlatıyor: Aslında bütün yaptığın iyilikler ya da bütün yaptığın şeyleri sen kendin için yaptın. Ve bunun muhatabı da bunu biliyor ve sana bunu hatırlatıyor. Sen de onlardan farksız değilsin, onlardan azade, çok da steril bir yerde değilsin yani. Bunu fark etmek iyi bir şey.
‘DÜNYANIN HAKİMİ BİZ DEĞİLİZ’
Sen bir yandan doktor da olduğun için kaçınılmaz olmak sormak durumundayım galiba… Bugün herkesin maskelerle dolaştığı tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Koronavirüs denen musibet hayatımızı işgal etti… Ne olacak sence, artık hep böyle mi yaşayacağız?
Belki hekim olduğum için daha farklı bir yerden konuşabilirim, mesela biz eylül, ekim, kasım ayları, bu grip aylarında 60-65 yaş üstü kronik rahatsızlıkları olan hastalarımızın grip olmaması için dua ederdik. Bu dönemdeki zatürre ve hasta kayıplarını da beklerdik, çok da olağanüstü bir şey gibi gelmezdi. Bu yüzden bir influenza gibi baktım ben bu hastalığa, yani o aileden bir virüs var, ama bir özelliği var, bunun virülansı çok yüksek, yani çabuk yayılıyor ve bariyerleri aşarak çabucak akciğere yerleşiyor. Bizim için bu hastalığın bu kadar tehlikeli olarak hayatımıza girmesinin sebebi bu. Benzer SARS ya da kuş gribi, ya da domuz gribi ile de karşılaştırabiliriz ama onların virülansı yüksek değildi. Yani ölümcüllüğü güçlü, ama yaygınlığı daha az virüstür onlar. Ama bu, koronavirüs, %80-85 ayakta asemptomatik, karşılaştığımızda farkında bile olmadan ayakta geçirilen bir virüs olduğu için… Fakat çok hızlı yayılma özelliğiyle kronik hastaları ve 65 yaş üstünü fazlasıyla riske eden bir virüs. Bu da sağlık sisteminin giderek kapitalist dünyanın bir çeşit ticari işletmesine dönüştürdüğü bu yapılanma içerisinde bu insanların bu hizmetten hızlıca, çabucak ve hastane koşullarında faydalanamamasını, yığılmayı, sistemin çökmesi tehlikesini getiriyor. Yani hükümetlerin sağlık politikasını, ülkelerin yöneticilerini bu kadar paniğe sokmasının sebebi bu. Bizim tarafımızda bu virüsün bize ne öğrettiğine ilişkin şunu söyleyebilirim; ben kendi adıma şunu epeydir söylüyorum, biz bu dünyanın hakimi değiliz, egemeni değiliz, biz bu dünyanın bir parçasıyız. Yeryüzünün egemeni, sahibi, doğanın galibi olduğumuz fikri ya da inancı zaten insanlığın en büyük açmazı ve aymazlığı. Bizim dışımızda da görmediğimiz ya da farkettiğimiz ama gücünü tabii ki anlayamadığımız, fark etmediğimiz bir canlılar dünyası burası. Milyonlarca, milyarlarca tür canlıyla iç içeyiz, baş başayız. İnsanın bu kibri onu mahvedecek bir şey aynı zamanda.
Antalya Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nda jüri başkanı olarak görev aldın ve 12 film izlediniz. Bu izlediğin filmler üzerinden Türk sinemasının bugünkü yerini nasıl görüyorsun?
Bilindik bir sinema anlayışı hala devam ediyor elbette, aşina usullerle ve bizi şaşırtmayan hikayelerle… Ama genç, belli ki bizim zaviyemizin dışında da dünyayı başka açıdan görmeyi becermiş ve bunu bize gösterebilen, bir başka pencereden de o bildiğimizi zannettiğimiz dünyayı gösterebilen cesarette yönetmenler de var, senaryolar da var. Jüri yeni sinemadan yana kullandı tavrını. Oyunculuklar açısından çok verimli bir ülke olduğumuzu düşünüyorum, kadın, erkek fark etmez. Seyrettiğimiz filmlerdeki tüm oyunculuklar çok iyiydi. Bir tek şeyi belki belirtmek lazım, bir eksiği… Kendi yazıp yöneten yönetmen süreci devam ediyor, auteur yönetmen… İlk filmi bile olsa kendi yazıp yönetiyor. Ben de mesela kendim yazıp yönettim ama çok arzuluyorum ki öykücü arkadaşlarla, iyi öykülerle karşılaşayım ve onlarla çalışayım. Tek başıma değil de onlarla birlikte senaryo çalışayım istiyorum. İki kişinin, üç kişinin birbiriyle tartışarak, istişare ederek bir metin çıkarması çok daha iyi sonuç veriyor bence. Niye mesela bizim modern Türk edebiyatının kitapları çok konuşulmuyor? Konuşulmalı. 60’lı yıllarda varmış bu çok fazla, biliyorsun hepsi orada, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Peyami Safa, Atilla İlhan orada. Nazım Hikmet bile orada, herkes orada. Bizde de iyi işler var, “Anayurt Oteli” var, değil mi, Yusuf Atılgan’ın. Sanki bu yönümüz eksik duruyor biraz, herkes kendi hikayesini yazmaya çalışıyor.