Ercan Kesal: Her şey daha iyi olabilirdi...
Çukur'un İdris Babası Ercan Kesal, "Tüm yapıp ettiklerimiz hayata tahammül etmenin bir yolu gibi geliyor bana. Ancak bir 'yaşam oburu' olarak ayakta kalabilirim" diyor.
Hilal Köse- Cumhuriyet PazarYazar, oyuncu, yönetmen, doktor Ercan Kesal, Çukur’a ara vermeye ve İstanbul’dan tamamen ayrılmasa da bir ayağını Urla’ya atmaya hazırlanıyor. Artık sadece okumaya, yazmaya ve film çekmeye yoğunlaşacağını söylüyor. Kesal’la hafızalara kazınan baba rolüne, gerçek hayattaki babalığına, siyasete ve insanlara dair söyleştik. Kesal, “Her insanın hikayesi de, yolculuğu da, akıbeti de biriciktir ve eşsizdir. Birbirimize sadece deneyimlerimizden söz edebiliriz. Akıldaneliğe hiç inanmam, kıymet de vermem. İnsanın kendine sorular sorması önemlidir” diyor.
Benim nostaljim geçmişte yapabileceğimiz halde yapmadıklarımız ya da yapamadıklarımız yüzünden içimden çıkmayan keder ve hiç kurtulamadığım suçluluk duygusu. Her şey daha iyi olabilirdi. Yapabilirdik ama olmadı.
- Nasipse Adayız’dan yola çıkarak, yerel seçimler tartışmasında bir Türkiye fotoğrafı çekebilir miyiz?
Nasipse Adayız’ı yazdıran mesele 2000’lerde Beyoğlu’na belediye başkanı olmak için adaylaşmaya çalışan Ercan Kesal’ın hikayesiydi. Aradan 16 yıl geçtikten sonra aynı mekanlarda, yönetmeni ve oyuncusu olduğum, geçmişte aynı süreçte birlikte hareket ettiğim bir çok insanın da oyuncu olarak yer aldığı ‘’Nasipse Adayız’’ isimli uzun metraj bir film çektim. Filmin ön hazırlığında ve set sürecinde gördüm ki bazı şeyler hiç değişmiyor ve galiba uzun bir süre değişmeyecek de! İç göç devam ediyor çünkü. Buna şimdi Suriyeliler de eklenmiş. Yerel yönetimle kurulan ilişki akrabacılık, kayırmacılık ve hemşehricilik üzerinden sürdürülmeye devam ediyor. Vatandaşla yöneticiler arasında adı konulmamış bir uzlaşma var sanki, ama rant uzlaşması! “Sen bana oy ver, ben de senin kaçak binanı görmezden geleyim!” Ama deprem de kapıda. Her seferinde kısa vadeli çözümler öneriliyor. Bütün bunlar yüzünden galiba, heyecanı da yok seçimlerin.
-Seçimin heyecanı sonuçlar açıklanınca ortaya çıktı. Özellikle muhalefet kanadında heyecanlı bir bekleyiş başladı... Yukarıda sözünü ettiğiniz meseleler yüzünden mi sonuçlar kabul edilmiyor sizce?
Belediyeler büyük bütçelere sahip kurumlar. İcraat yerleri. Para burada. Siyasi partilerin arka bahçesi olmaya çok uygun. Rant, arazi, ruhsat, imar vs…İştah kabartan alanlar… Klientalizm, nepotizm ve kayırmacılık hem sebep hem de sonuçtur. Bu yüzden yaşadığımız mekanlara dair kenti yönetenlerin önceliği bizim yaşam standartlarımızdan daha çok kendi politik geleceklerini sürdürmek ve kalıcı hale getirmek.
ZEYTİN AĞACI GÖRDÜM, GİTTİM SARILDIM...
-Siyasetin dili her geçen gün daha sert ve ayrıştırıcı. Malum. İktidara oy vermeyenlerin ‘görevi’ de hep umut etmek. İnsan umut etmekten yorulur mu? Ne düşünüyorsunuz hep umut etmek zorunda olmakla ilgili...
Garip ama ben umutluyum yine de. Psikoloji ve antropoloji eğitimlerinden sonra daha da güçlendi bu duygu. İnsanlık ve yeryüzü tarihine kendi zaviyem yerine daha geniş bir perspektiften bakmayı öğrendim. Şu kısacık ömrümüzde neyin kehanetinde bulunabilir, ne kadar objektif olabiliriz ki! Anadolu çok özel bir coğrafya. Neler görmüş neler geçirmiş. Geçenlerde 1000 yaşında bir zeytin ağacı gördüm. Gittim sarıldım gövdesine. Onu dinlemeyi isterdim mesela. Bizden çok daha fazla şey gördüğü aşikar. Ne göçler, ne işgaller, ne ölümler yaşamıştır. Öte yandan çok da umutlu bir ağaçtı.1000 yaşına gelmiş ama hala zeytin vermeye devam ediyordu.
-Sözleriniz çok kıymetli. Suskunlar arttıkça, daha da kıymetli oluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sözünü sakınmayan bir sanatçı, yazar olmak çok mu zor günümüzde?
Bizim coğrafyamızda söz söylemek her zaman zahmetli olmuştur. Yeni değildir ki bu. Ama edebiyat da sinema da metaforlarla anlatır söyleyeceğini. Aslında her şey metafordur. Bu yüzden muktedirler ne yaparsa yapsın gerçeği anlatmanın bir yolu mutlaka vardır. Hiç çekinmeden, korkmadan o yolu bulmalıyız. İnsana yakışan da budur.
-Sanat camiası toplumsal konulara duyarsızlıkla eleştirilirken, diğer yandan sansür yasasına da çok ses çıkarılmadı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bir çok alanda pervasızlık, hoyratlık ve dar görüşlülük hakim. Televizyonlardaki tartışma programlarını sonuna kadar izleyebiliyor musunuz? Ülkenin entelektüel vasatı diplerde. Üniversiteler (özellikle taşrada) bulunduğu yörenin ekonomisini yükselten kurumlar olmaktan başka bir işe yaramıyor, genç nüfus şaşkın, kaygılı ve yol bilemez halde. Mimarimiz TOKİ olmuş, kitaplar ürün olmuş supermarket kasalarının yanındaki sepetin içinde. Sansür ne ki! Film yapamıyoruz, yapsak da salon bulamıyoruz. Salon bulsak artık seyirci de yok galiba. Mesele çok daha derinlerde va maalesef zahmetli.
-Bağımsız sinema için işler her zamankinden daha mı zor?
Eskiden de zordu ama artık imkansız diyebileceğimiz bir yerdeler. Gişe kaygısı olmadan yapılmaya çalışılan bir işin acımasız rekabet koşullarında varabileceği yer neresi ?
YAPABİLİRDİK AMA OLMADI
-Geçmişle bugünü kıyaslıyor musunuz hiç? Geçmişe özlem var mı ya da? Varsa en çok neyi özlüyorsunuz. İnsan ilişkileri, sanat, edebiyat açısından...
Nostalji geçmişe duyulan özlem değildir. Özlem, tekrar o günleri bir daha yaşama arzusudur. Böyle bir arzum yok. Bunun olmayacağını çok iyi biliyorum çünkü. Benim nostaljim geçmişte yapabileceğimiz halde yapmadıklarımız ya da yapamadıklarımız yüzünden içimden çıkmayan keder ve hiç kurtulamadığım suçluluk duygusu. Her şey daha iyi olabilirdi. Yapabilirdik ama olmadı.
-Şu an olan bitenlerle ilgili her gün bizi üzen şaşırtan içimize sindiremediğimiz pek çok şey oluyor. Bazılarını unutuyoruz, bazılarına takılıp kalıyoruz. Sizin kafanızda ne var? Bu kadar da olmaz dediğiniz, üzüldüğünüz...
Bence eskiden de vardı bunlar. Şimdi iletişim ve sosyal medyanın bu kadar yaygınlaşması yüzünden her şeyden kolayca haberdar oluyoruz. İnsan hep aynı ama. Bitmek bilmeyen hükmetme isteği, iktidar hırsı. Kötülüğü de iyiliği de aynı anda, yan yana taşıyabiliyor olması. Böyle de bir yeteneği var! Üzülmüyorum buna ve takılıp kalmıyorum. Ne yapabilirim ona bakıyorum. Sızlanmak yerine çalışmak ve aklımdakini, olması gerekeni yapmak! Derdim bu.
-Yaşamın kıyısındakiler için neler söylersiniz? Bir yön bulamayanlar için, savrulanlar için...
Her insanın hikayesi de, yolculuğu da, akıbeti de biriciktir ve eşsizdir. Birbirimize sadece deneyimlerimizden söz edebiliriz. Akıldaneliğe hiç inanmam, kıymet de vermem. İnsanın kendine sorular sorması önemlidir. Ölünceye kadar da sürecek bu üstelik. Ama sonuçta iyi bir şeydir. Çok okusunlar. Çok yaşasınlar. Cesur olsunlar. Emekten ve gayretten başka bir şeye inanmasınlar. Başkalarının yanından geçip gittiği şeyleri önemsesinler. Başlarına gelen her neyse ona da şükretsinler…
-Baba olmakla ilgili ne düşünüyorsunuz? Nasıl bir babasınız gerçekte?
Babalık meğer çok zor bir zanaatmış. Kendi adıma geçirdiğim ya da tamamladığım psikolojik bir evredir babalık. Ama oğlum Poyraz ayrı bir birey. Onun gelişim sürecinde benim dışımda o kadar fazla bileşen devrede ki. Ne yapabilirim? Deneyimlerimden ve sevgimden başka ne aktarabilirim ki. Ama çocukların ebeveynlerinden beklediği en önemli şeyin güven duygusu olduğunu çabuk keşfettim, ben de onu vermeye çalışıyorum. Gerisi onun yolculuğu.
DÜRÜMCÜLER ÜCRET ALMIYOR
- Çukur’daki İdris baba rolü, sizde nasıl bir etki yaptı? Hayatınızda nasıl bir iz bırakır sizce?
Zaten zorunlu işlerden kalan tüm zamanını evinde yazarak okuyarak geçiren biriydim. Bu yüzden olağanüstü bir değişiklik olmadı hayatımda. Seyahatlerim ve söyleşilerimde zorlanıyorum sadece. Herkes fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Bu fotoğraf işi de bir garip! Hayranlığını ya da sevgisini ifade edip muhabbet etmek yerine hızla fotoğraf çektirip uzaklaşıyorlar. Bir de dürümcülerle otoparkçılar ücret almıyor (gülüyor)
-Çukur’dan sonra dizi çekmeyeceksiniz. Neden? Sürelerin çok uzun olması bu kararınızın bir nedeni olabilir mi?
Sadece oyuncular açısından değil, tüm bileşenler için sürdürülebilir bir iş olmaktan çıkıyor giderek. Bizim için zor da senarist için kolay mı sanki. Her hafta 100 sayfa metin yazmak. Kamera arkasındaki tüm ekip için de her hafta bir uzun metraj film yetiştirmek! Hedef kitlenin her hafta saat 8.00 de başlayıp gece yarılarına kadar sizi seyretmek durumunda kalması. Kendi adıma yazacağım, okuyacağım ve filme çekeceğim o kadar çok işim var ki. Onlara zaman ayırmalıyım.
- Çukur'un o uzun ve kimsenin ölmediği çatışma sahnesini sormadan geçmeyeyim. Eleştirilere ne diyorsunuz?
Öyle bir sahnede esasında onlarca insanın ölmesi gerektiğini senarist ya da yönetmen bilmiyor olabilir mi sizce? Hiç kimsenin ölmemesi mi eleştiriliyor? 58-59 bölüm sonra mı fark ettiler böyle bir mahallenin olamayacağını? İk defa mı çatışma sahnesi var Çukur’da? Üstelik aynı sahnenin yeniden kurgulanan hali var sanal alemde. Ona baksınlar, sinema kurgudur çünkü. Distopik bir dünyayı anlatıyor Çukur. Elbete gerçek hayattan esinlenerek ve onu taklit ederek. Ama sonuçta kurmaca bir dünya bu. Sahnenin bu kadar uzun tutululması da yine süre olarak dayatılan zorunluluk yüzünden. Son olarak bence o bir sahneden daha çok bir klip. Müzikaltı, slov moiton ve fantastik bir klip olarak tercih edilmiş, o kadar. Yeni ve olağanüstü bir şey yok sonuçta.
İÇİMDEKİ KEDERDEN BAŞKA TÜRLÜ KURTULAMAM
- Dizi çekimi, söyleşiler, imza günleri... Bu tempoda sizi yakalamak çok zor. Zamanınızı nasıl yönetiyorsunuz? Bu da çağımızın bir sorunu... Var mı bir püf noktası?
Az uyuyorum. Çok koşturuyorum. Biten bir işimin bitmesini beklemeden yeni işler koyuyorum önüme. Bilemediğim soruyu geçiyorum. Vakti kalırsa tekrar dönüyorum o soruya. Biricik bir hayatım var. Tekrarı omayan. Ölümü hak ederek tüketmeliyim onu. İçimdeki kederden başka türlü kurtulamam. Tüm yapıp ettiklerimiz hayata tahammül etmenin bir yolu gibi geliyor bana. Ancak bir ‘’yaşam oburu’’ olarak ayakta kalabilirim. Ama şanslıyım. En güzeli yaptığım işler birbirini besleyen birbirine omuz veren işler. Okumak yazmaktır aslında. Rutin yazılarımı yazarken küçük senaryo notları da alıyorum bir kenara. İyi oyunculuğun olmazsa olmazlarından biri de çok okumak ve çok yaşamaktır. Bütün bunlar yönetmenlik yolunun da taşlarını döşer. Böyle işte…
- İstanbul’la ilgili söylediğiniz şeyler çarpıcıydı. Urla planınızı biraz anlatır mısınız?
Mekanlar sizin hayatınıza hizmet etmeli. Çünkü insan yaşadığı yere benzer. Onu değiştirir dönüştürürken kendiniz de değişir dönüşürsünüz. İstanbul kötü yönetilen ve içinden çıkılmaz hale getirilen bir kent oldu ne yazık ki. Burada yaşamak bir eziyete dönüştü. Tüm bu hengamenin içinden kendineize zaman ayırıp okuyup, yazmak ve üretmek adeta bir sihirbazlık. Bu kadar eziyet olamaz. Daha kolay ve daha sağaltıcı ve kendime daha çok zaman kalan bir yeni alan açmam lazımdı. En iyi seçenek şimdilik Urla gözüküyor. Daha çok okumak, yazmak ve film yapmak için İstanbul kaosundan bir parça uzaklaşmalıyım.
- İstanbul'dan gidince en çok neyi ya da neresini özlersiniz? Yoksa hiç mi özlemezsiniz?
İstanbul’dan tamamiyle ayrılmak söz konusu değil. Buradaki evimiz elbette kalacak. Ama zamanımızın çoğunu ve Poyraz’ın okul sürecini İzmir’de Urla’da halledeceğiz. Özlemeye fırsat kalmayacak zannederim.