Emine Uşaklıgil'den "Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek"
“Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek” adlı yeni kitabında yurttaşları mücadeleye ve şehirlerine sahip çıkmaya çağrıda bulunan gazeteci, yazar Emine Uşaklıgil, bu durumu İstanbul üzerinden ele alıyor.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiTürkiye'de, ekonomik gelişme ve büyümeyi sağlamak için en büyük koz olarak inşaat sektörü görüldü. Ancak bu sektörün sağlıklı ve kalıcı bir ekonomik büyüme yaratamadığına dair pek çok araştırma ve inceleme daima görmezden gelindi. Şehirler inşaat projelerinin "arazisi" haline getirildi. “Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek” adlı yeni kitabında yurttaşları mücadeleye ve şehirlerine sahip çıkmaya çağrıda bulunan gazeteci, yazar Emine Uşaklıgil, bu durumu İstanbul üzerinden ele alıyor. İnsanlar, mahalleler, sokaklar, çarşılar, pazarlar, kentin tarihî tanığı binalar, dereler, ormanlar, anılar ve hikâyelerden oluşan kentin nasıl bir rant kaynağı ve merkezi olduğunu gözler önüne seriyor. Yurttaşların kentlerine sahip çıkmalarını, mücadeleden vazgeçmemelerini imliyor.
- Kitabı yazmaya nasıl başladınız?
- Yaklaşık bir yıl önce İstanbul’un özgün dokusunu kaybetmek üzere olduğunu, kolayca geriye dönülmez bir sürece hızla girdiğini anladım. Geçmişten bu yana İstanbul’u tehdit altında tutan ve 2004’den itibaren giderek hızlanan bu sürecin mekanizmalarını çözmek ve anladıklarımı paylaşmak istedim. Bu kitabın yolculuğu öylece başlamış oldu. Sonuç kaygı vericiydi: İstanbul artık pazarlanan bir meta olmuştu, şehrin ruhu yok olma sürecine girmişti, beter, şehir olmaktan çıkmak üzereydi. Kimileri kazanırken, kimileri kaybediyordu, fakat asıl kaybeden İstanbul ve İstanbullular idi.
“ÖZAL'IN İMAR AFFI DOĞRUYDU, FAKAT...”
- İmar planları malûm, felaket. Peşkeş çekilen yerli-yabancı müteahhit sayısı belirsiz. Tarihi bellek hak getire, ya yakıyorlar ya da yıkıyorlar. Doku, silüet deseniz parça pinçik. AVM zihniyetiyle sosyal hayat, kültür yok edilmeye azmediliyor. Ağacı korumanın bedeli biber gazı ve cop. İstanbul'un uzak-yakın tarihinden bugününe geldiği “nokta”yı, kaybettiklerini nasıl ortaya koyuyor kitabınız?
- İstanbul’da kolay sermaye yaratma uğruna en kestirme zenginleşme aracı hep toprak ya da gayrimenkul oldu. Planlama kuralları sürekli esnetilen, hatta kural planlamama ve kuralsızlık olunca İstanbul çıkarlara ve yağmalamaya mahkum kaldı. Yap-satçılık modelinin ötesine geçilemedi bir türlü. Rantla ilgili tüm sınırlar 1980’lerin ikinci yarısında aşıldı. Özal’ın imar affıyla tapu meselesini çözmesi doğruydu. Fakat aynı afla dört kata kadar imar izni vermesi, İstanbul’un ölüm fermanı oldu. Kat sayısına bağlı rant hevesi iyice kabardı. Okmeydanı ya da Bağdat caddesi olsun, binamız yükselsin ki kar edelim hevesi hep aynı kaldı. Oysa inşaat furyası devam ederken altyapı yetersizliği İstanbul’un bir kabusa dönüşmesine yol açması kaçınılmaz. Doğal gaz, su, atık su, yağmur suyu, ulaşım, bütün altyapının yenilenmesi gerekecek. Hastane, kamu binası derken nüfusu 25-30 milyona dayanmış İstanbul’u yaşanılır kılmak neredeyse imkansız olacak. Geçmişten gelen bu anlayışın üzerine, 2004’den itibaren TOKİ inşaatın efendisi ve şehirlerin sahibi mertebesine yükseldi. Yetmedi her adımda engelleri bertaraf eden yasal kalkanlar oluşturuldu. Afet Yasası olarak bilinen kanun, inşaata dayalı ekonomik büyüme modelinin önünü ardına kadar açtı. Dahası mülkiyet hakkını ciddi bir şekilde zedeledi. Kabul, Anayasa Mahkemesi afete dayalı kentsel dönüşüm yasalarında birçok maddeyi iptal etti. Ancak adalet mekanizmasının yavaşlığı karşısında, mahkemeler yürütme durdurma kararlarını alıncaya kadar, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş oluyor. Kaldı ki yürütmeyi durdurma kararlarının uygulanıp uygulanmayacağı halen bir muamma. İstanbul’da olup bitenleri anlamak için deneme tahtası hüviyetini kazanmış mahalleleri saptamak, kentsel dönüşüm mağdurları, plancı ve belediye başkanlığı üstlenmiş kişilerle görüşmeler yapmak derken, yaptığım her görüşme durumun ciddiyetine kanıttı. Oluşturulmuş yasal kalkan nedeniyle İstanbul’u ilgilendiren kararlar Ankara’dan alınıyor, TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı nasıl bir İstanbul (ve nasıl bir Türkiye) konusunda tek karar verici. Herhangi bir planda yer almayan “çılgın” projelere Başbakan karar veriyor, bu konularda aydınlatıcı bilgi verilmiyor, şeffaflık hak getire. Bu projelerin sakıncalarını tartışmak şöyle dursun, İstanbullulara seyirci kalmak kalıyor. Soru soranlara ve karşı görüş beyan edenlere reva görülen cevap biber gazı, cop ve aşırı şiddet. Gizlilik içerisinde yapılanların karşısında ürkmemek olanaksız, hele Kanalİstanbul söz konusu olunca. Kentsel dönüşüm namı altında yeşil alanlar, ormanlar, tarihi miras, şehrin belleği ve geleceği büyük bir hızla yağmalanırken İstanbul bir şantiyeye dönüşmüştü. Özetle İstanbullular İstanbul’un ve bütün şehirlerin hakimi mutlak TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı karşısında şimdilik çaresiz. İstanbul’un tarihinde yaşadığı bu en hızlı dönüşümle bazı değerler yükseldi, bazı değerler düştü, mahalleler çöktü ya da yükseldi, insanlar ve mekanlar ya kaybetti ya kazandı. Gayrimenkul geliştirme gayreti gerçek ihtiyaçların önüne geçmiş durumda. Çil yavrusu gibi dağıtılan yoksullar merkezden uzaklaştırılıyor, dönüşüme kurban ediliyor. Deprem tehdidine gelince, rant vaat etmeyen mahalleler korunduğunu iddia etmek olanaksız ne yazık ki.
“RANT HIRSI MEŞRU GÖRÜLÜYOR, BU SINIF ATLAMA ARACI OLDU”
- Kitabınız İstanbul'u ve memleketi yönetenlere ve yurttaşlara nasıl bir uyarıdır ve “siyaset yerele nasıl, ne yaklaşımlarla inmelidir”e nasıl bir yanıttır?
- Kentsel dönüşümün toplum açısından yararlı olabilmesi için dönüşümün devlet elliye bir gayrimenkul geliştirme operasyonuna indirgenmemesi gerekir. Kamunun şirketleştiği, şirketlerin kamulaştığı bir ortamın kamu yararına olması imkânsız. İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi İMP 2004’de Tepebaşı'nda kuruldu. Orada 250 mimar mühendis çalışıyordu. Yüz binlik planlar yapıldı. Sonra ne oldu? Kadir Topbaş İMP’ye danışmadan çivi çakmayacağını beyan etmiş olsa da her büyük projede İMP devre dışı kaldı. Sayısız revizyonla planlar delik deşik edildi. Bu planlarda ne üçüncü köprü ne kanal ne Kuzeyde bir havalimanı vardı. Özetle halkın katılımı, sosyal belediyecilik ve bütünlüklü planlama olmadıkça, İstanbul’un kurtulması zor. Çıkış yolu ne olmalı diye soruyorsunuz. Aşırı merkeziyetçi yapıdan kurtulmamız, yerel yönetimlerin özerk olması, bunun güvence altına alınması, yerel yönetimlerin ellerindeki kaynakları kendileri yönetebilmeleri. Yerel yönetimlerin görevleri artarken, bu görevlerle orantılı kaynakların sağlanması ve yerinden yönetimin önü açılması. Başka bir deyişle demokrasinin yerelleştirilmesi. Ne ki “Nerede buldun” yasası kalktı, Kamu İhale yasası otuz değişiklikle etkisiz hale getirildi, hatta istisnalar yoluyla etkisiz hale geldi. Ekonominin lokomotifi inşaat sektörü olunca, kentsel rantını hızla nakde çevirebilmenin telaşı aşırı merkezi ve yolsuzluğa açık bir yapı böylece kuruldu.
- Sizin de vurguladığınız gibi meselenin temelinde ekonomi yatıyor. Ekonominin neredeyse yarısı kadar bir büyüklüğe ulaşan inşaat faaliyetlerinin kentin geleceğine faturasını, “kolektif çıkarın nasıl göz ardı edildiğini” nasıl ele aldınız? Toplum inşaatı nasıl sevdi?
- İstanbulluların neden bir türlü şehirlerine sahip çıkmadıklarına verilebilecek cevap çok. Şehirdeki gidişata dur diyememe nedenlerinin biri rant hırsının bir bakıma meşru görülmesi. Yıllardır kentsel rant, enformel yapılanmayla birlikte hızlı bir sınıf atlama aracı oldu. Şehrin büyümesinden şu ya da bu şekilde her kesim yararlandı. Yani gecekondular dahil İstanbul büyük bir kaynak paylaşımın sahnesi oldu. Yolsuzluk devletle vatandaş arasında bir ilişki türü olarak örf ve adetler arasında yerleşti. Kamu görevi üstlenenlerin çoğunun da kendi çıkarlarını gözetebilmesi de kabul gördü, görülüyor. Kamusal yetkiler, kolektif çıkar, kamu yararı yerine kişisel çıkarlar için kullanıldı. Kuralsızlık kuraldı zira rant ekonomisinin mantığı kural tanımamak üzerinde kurulmuştu. Kaldı ki meselenin bir de şu boyutunu unutmamak gerekiyor: İnşaat demek modern toplum olmak, kalkınmakla eşdeğer tutuldukça, toplumun olup bitenlere olumlu bakması doğal. Gecekondu sorununa kalıcı çözüm yerine oy potansiyel uğruna patronaj ilişkisi hep tercih edildi. Özal’la birlikte, kentsel ekonominin temeli, kuralsızlık, köprü-çevre yolları-şehrin plansız programsız büyümesi, üzerinde inşa edildi.
Bütün bu gelişmeler refah dağıtma aracı iken bugün artık yoksulların şehir dışına atıldıkları bir aşamaya gelindi. Herkesin zenginleştiği bir ortamdan, inşaat merkezli arazi ve rant dağıtımında öncelik büyük firmalara geçti. Ne ki kolektif çıkar ve kamu yararı göz ardı edildikçe, kaynak dağıtımı etkilenir kaçınılmaz olarak. İnşaat faaliyeti ekonominin neredeyse yarısı kadar bir büyüklüğe ulaşınca, İstanbul’un hem geçmişi ve daha önemlisi geleceği pazarlanıyor oldu. Hızla elden çıkartılan şehir mülkü aslında İstanbullulara ait. Nüfus baskısı altında İstanbul’da, şehirleşme süreci yönetilemediği ve bütüncül bir bakış olmadıkça, rant kazançları ciddi bir şekilde vergilenmedikçe, kuralsızlık kural oldukça, rantın dinamikleri gelişmeleri belirlemeye devam eder.
“ARAZİ SPEKÜLASYONU HERKESE KAYBETTİRİYOR”
- Mevcut yurttaşlık düzenine ilişkin nasıl değerlendirmeler yer alıyor kitabınızda? Böyle yaşamaya ve bu aymazlığa en çok neden devam edilemez, alışılamaz?
- Kentsel dönüşüm şehir planlarının yerini alıp yerinde dönüşüm yapılmadan planlama ciddiye alınmadıkça İstanbulluların geleceği karanlık olmaya mahkûm. Şehir emeğin, sanayinin ve arazi spekülasyonunun bir araya geldiği bir yaşama alanı iken, İstanbul arazi spekülasyonuna indirgenmesi herkesin kaybetmesine yol açmakta. Milli gelirin dörtte biri İstanbul’da üretiliyorsa vergilerin yarısı İstanbul’da toplanıyorsa, kamunun İstanbul sayesinde kazandığı veya kazandırdıkları İstanbul’a tekrar yatırması gerekir herhalde, şehirlerine sahiplenen İstanbullular bunu talep edecektir mutlaka.Bu söyleşiyi seçim öncesi yapıyoruz ve haliyle sonuçları bilmiyoruz. Ancak sonuçlar ne olursa olsun, İstanbulluların bunca köklü engele rağmen şehirlerini sahiplenebilecekler mi sorusunun cevabı geleceği belirleyecektir. İstanbul’u sahiplenen birileri, Gezi’de bir araya geldi, seslerini duyurdu. Bu sahiplenme bütün Türkiye’de yankılandı. “Oy ve ötesi” ve “Sandık başındayız” gibi girişimlerin oluşmuş olması da geleceğe dönük ümit verici. Belediye Meclis toplantılarının açık olması, katılmak isteyenlerin örgütlenmesi, sahiplenebilmenin bir yolu. Şehircilik politikacılara bırakılmayacak kadar önemli olduğuna göre, bir yurttaş olarak benim aklıma gelen, yerellikte alınan bütün kararlara katılabileceğim mekanizmalar oluşturmak için inatla mücadele etmek geliyor.
gamzekdemir@cumhuriyet.com.tr
Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek/ Emine Uşaklıgil/ Can Yayınları/ 262 s.