Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz: ‘Kurtuluş’un lideriyle sorunu olanın ‘Kurtuluş’la da sorunu vardır

‘Başkomutan’ kitabının yazarı Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Cumhuriyet'e konuştu. Yavuz’a göre Türkiye'nin Atatürk’ün yolundan sapmasıyla günümüzdeki birçok soruna zemin hazırladı.

İpek Özbey

Neden Ahmet Yavuz? 1985’te Kara Harp Akademisi’nden, 1991’de Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden, 1995’te Fransa Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler alanında yüksek lisans yaptı. 1997-2000 arasında Paris Büyükelçiliği nezdinde kara ataşeliği görevinde bulundu. 2005'te tümgeneral oldu, Şırnak'ta 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı, Kara Harp Akademisi Komutanlığı ve Harp Akademileri Kurmay Başkanlığı yaptı. 2011’de Balyoz Davası’ndan 18 yıl hapse çarptırıldı, cezaevinde emekli edildi. 2014’te özgürlüğüne kavuştu, 2015’te beraat etti. TSK Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası sahibi olan Ahmet Yavuz, Asker ve Siyaset, En Uzun Gece, Vesayet Savaşları gibi önemli kitaplarına şimdi de 1155 alıntıyla önemli bir araştırmaya imza attığı “Başkomutan: Emsalsiz Lider”i ekledi. Son günlerde Atatürk’e karşı saldırıların dozu artınca bize de emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz’a sormak kaldı.

  • Namaz kıldıkları mukaddes camilerin bulunduğu güzel İstanbul’u yedi yılda iki defa kurtaran adamla kavga ediyorlar! Hadleri değildir. İdeologları, “Kurtuluş’la sorunumuz yok, Kuruluş’la sorunumuz var” dese de Kurtuluş’un lideriyle sorunu olanın Kurtuluş’la da sorunu var demektir.
  • Kan akıtarak kazandığımız bağımsızlığımızı, Atatürk’ün yolunu tam olarak takip etmediğimiz için kaybetme noktasına geldik. Askeri zaferi ekonomik ve bilimsel zaferle taçlandıramadık. 
  • Babamız Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmişti. Sözleri kulaklarımda küpedir: “Çalmayan, çaldırmayan tek adam Atatürk’tür; bütün varlığını da millete bağışlamıştır” derdi. İyi ki bu günleri görmedi!
  • Anayasaya “hukuk devleti” yazmakla olmuyor. Ağlayıp sızlanacak değiliz ama utanç vericidir. Baş sorumlusu da dönemin iktidarıdır.
  • Bir hezeyanla karşı karşıyayız. “Ne olursa olsun ayakta kalalım” demeleri ortaçağ karanlığından medet ummaya kadar savrulmalarına yol açtı. Bence çöküş işaretidir.
  • 15 Temmuz’dan hiç ders almamış gibi tarikat ve cemaatlerin ordu içinde örgütlenme arayışında olduğunu kestirmek zor değildir. Mert ve namuslu bir şekilde düşüncesini açıklayan emekli amirallerin bir kısmına elektronik kelepçe takan bir devletimiz var. Aynı devlet cüppeli bir amiralin soruşturmasını aylardır tamamlayamadı.
  • Mustafa Kemal’in Çanakkale’de yaptığı müdahaleler savaşın kaderi üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Ama onun rolününün önemini hafifletebilmek ve adını unutturabilmek için 18 Mart Deniz Zaferi Çanakkale Zaferi olarak kutlanmaktadır. Yanlıştır.
  • Unutmayalım ki liyakati var edecek şeylerden biri de laikliktir. Bu kavram her ne kadar egemenliğin kaynağına ilişkinse de ancak laik sistemlerde liyakat hayat bulur. Meseleye bu yanıyla da bakmalıyız.

- Kitabınızın sonuna doğru “Milli Mücadele her şeyden önce bir inançtı”, önsözünde “Milli mücadele devam ediyor” derken neyin mesajını veriyorsunuz?

Milli Mücadele büyük bir inançla yürütüldü ve işgal bitirildi. Bu, işin askeri boyutuydu. Bu savaş tam bağımsız Türkiye’yi kurmak için verildi. Ulu önderin koyduğu “Çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkmak” hedefine henüz ulaşamadığımız dikkate alındığında milli mücadele devam ediyor. Buna vurgu yapmak istedim. Kitapta geçmişi anlattım, ancak olabildiğince günümüz ve geleceğimizle bağ kurmaya çalıştım. Bazı çıkarımlarda bulundum. Bunlardan birisi de budur.

- Atatürk ve arkadaşları bağımsızlığı kazandırdı, biz kaybetme noktasına mı getirdik?

Maalesef. Kurtuluş Savaşı esnasında üç yıl Türk askerleriyle birlikte yaşayan Hans Tröbst, 1925’te yazdığı kitapta (Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı, Kırmızı Kedi Yayınları) mealen şöyle bir ifade kullanmış: “Türkler dünyanın en temiz insanlarıdır. Eğer Mustafa Kemal’in yolundan giderlerse bunlarla kimse başa çıkamaz. Ama o yolu bırakırlarsa yeniden başa dönerler.” Tabii tam olarak başa dönmedik, ancak kan akıtarak kazandığımız bağımsızlığımızı, Atatürk’ün yolunu tam olarak takip etmediğimiz için kaybetme noktasına geldik. Askeri zaferi ekonomik ve bilimsel zaferle taçlandıramadık. 

- “Cehaleti yenemedik... Bilimin rehberliğinin önemini kavrayamadık... Üretim ekonomisinin bağımsızlıkta can damarı olduğunu göremedik... Ordunun millet için, onun varlığının bekası için elzem olduğu gerçeğini kavrayamadık” diyorsunuz. Neden yapamadık?

Bilincimiz yetmedi. Gerek siyasi kadrolar, gerekse ordunun büyük komutanları zaman içinde kendisi için bir varlık haline geldi. Milletin asli sorunlarını çözmek yerine kendi iktidar sorunlarını çözmeye yöneldiler. Enerji, gelişmek için harcanmak yerine iç çatışmalara harcandı. Sonuç ortada.

- Kitabı yazma nedenlerinizden biri de ordu kültürünü yeniden ortaya koymak, daha doğru yapılandırmanın kodlarını sergilemekti... Siz ordu kültürünü nasıl tanımlıyorsunuz?

Ordu kültürü milletin hizmetkârı olmak temelli inşa edilmiştir. Subay kendisini Türk milletinin istiklal şuuru olarak görür. Bunun için bütün benliğiyle kendini Türk vatanının bekasına adar. Silah arkadaşının canını kendi canının önüne koyar. Komutanına koşulsuz itaat eder. Komutanı dışında başka bir merkezden, bir tarikat ya da cemaat reisinden emir almayı reddeder. Onun diğer adı onurdur. Kimseyi etnik kökenine, dinine ya da mezhebine göre ayırt etmez. Bu özellikler epeydir kaybolmaya yüz tutmuştu. 15 Temmuz’da en rezil halini gördük. Sonrasında atılan kimi adımlar da ordu kültürünü farklılaştırdı. Hatta bu kültür ortadan kaldırılmak isteniyor. Geçmişte yapılan ve halen devam eden hatalardan süratle uzaklaşılmalıdır. Buna hizmet olsun diye de yazdım. 

- Son dönemde yaşananlardan derin bir keder duyduğunuzu söylüyorsunuz. En çok etkilendiğiniz neydi?

Dünyanın halen savaşan nadir ordularından birisi bizim ordumuz. Ama aynı zamanda askeri sağlık teşkilatı olmayan nadir ordulardan biridir. Belki de tekdir. Askeri yargı yeniden düzenlenmek yerine ortadan kaldırılmıştır. Disiplinin nasıl bir erozyona uğramış olabileceğini zaman zaman medyaya yansıyan görüntülerden idrak edebiliyoruz. Daha neleri saymamı istersiniz? 

- Mesela son günlerde Atatürk’e karşı artan saldırılar…

Bu tepkileri anlıyorum. Bir hezeyanla karşı karşıyayız. “Ne olursa olsun ayakta kalalım” demeleri ortaçağ karanlığından medet ummaya kadar savrulmalarına yol açtı. Bence çöküş işaretidir. Namaz kıldıkları mukaddes camilerin bulunduğu güzel İstanbul’u yedi yılda iki defa kurtaran adamla kavga ediyorlar! Hadleri değildir. İdeologları, “Kurtuluş’la sorunumuz yok, Kuruluş’la sorunumuz var” dese de Kurtuluş’un lideriyle sorunu olanın Kurtuluş’la da sorunu var demektir. Kurtuluş’un lideriyle sorunu olanla da Türk milletinin kavgası vardır ve hep olacaktır.

- Atatürk’ü yazmak zor mu?

Hem de çok zormuş… İşin bir genel yanı var. Bütün komutanlar için geçerli. Tarih ve coğrafya bilgisinin yanı sıra, askerlik, bilim ve sanatının gerekli kıldığı ölçüde toplumsal yapının özelliklerine, büyük güçlerin dönemsel stratejilerine hâkim olmak gerekiyor. Ayrıca savaşın içindeki bir komutanın psikolojini hissetmek de önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Zira önemli dönüm noktalarındaki karar anlarında neler hissettiğini kavramak zorunluluğu var. Ayrıca Mustafa Kemal’in zihin yapısının özelliklerine de nüfuz etmiş olmak gerekiyor. Bu da işin özel yanı, çünkü çok farklı kimliklerle karşımıza çıkıyor.

Sıra dışı. İki Libya görevi birbirinden farklı. Asker-siyaset ilişkilerinde arkadaşlarından ayrışması var. Çanakkale’de savunma, Muş’ta ilk düzenli geri çekilme, Halep’te savaştan çıkış stratejisi arama, Kurtuluş Savaşı’nda askeri-politik şahsiyet olarak farklı bir halk önderi ve komutan… Sakarya Savaşı içinde iki defa Ankara’nın tahliyesine karar veriyor, ancak koşullardaki değişme üzerine kararından vazgeçiyor. Bu kararların verildiği anda uygulanan genel stratejiyle yürürlükteki taktiğin uyumsuzluk anlarını yakalayamazsanız onu doğru değerlendirmeniz mümkün olmaz. Zor olduğunu biliyordum, ancak bildiğimi ter dökerek yeniden öğrenmiş oldum.

- Bugün bile orduda geçerli olan bir slogandan söz ediyorsunuz: Bilmeyen öğretemez, yapmayan yaptıramaz, itaat etmeyen ettiremez… Slogan geçerli de hayata geçirilebiliyor mu?

Çok emek vermek lazım. Her şeyin temeline de ordunun varlık maksadına uygun davranışı ve liyakati yerleştirmek lazım.

ANAYASAYA “HUKUK DEVLETİ” YAZMAKLA OLMUYOR

- Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nden hemen sonra İstanbul’da bir süre tutuklu kalıyor. Bu hapsin ondaki hürriyetçi boyutu nasıl etkilediğini anlatıyorsunuz? Aklıma hemen sizin de bir kumpas sonucu dostlarınızla birlikte hapis yatışınız geliyor. Sormadan geçemeyeceğim: Bu cümleyi yazarken duygularınızı da yansıttınız mı?

İster istemez yansıttım. Onun döneminde rejimin adı ve sanı hapis yatmasını makul görmemizi sağlıyor. Ama bizlerin muhatap olduğu hukuksuzluğu daha farklı bir yere koymak gerekir. Boyutları itibarıyla oldukça farklıydı. 21. yüzyılda yaşanması Türk milletinin ayıbıdır, çünkü çağdaş bir hukuk düzeni henüz sağlanamamıştır. Anayasaya “hukuk devleti” yazmakla olmuyor. Ağlayıp sızlanacak değiliz ama utanç vericidir. Baş sorumlusu da dönemin iktidarıdır. Ancak iki hapis hikâyesinin ortak paydaları, her ikisinin de iktidar kavgasına ilişkin olmasıdır.

- Cumhuriyet iki kavram ekseninde hayat buldu: Bağımsız ülke ve özgür birey; ya bugün?

Ayrıntısı kitapta var. Mustafa Kemal daha 1910 yılında bir konuşmasında, ordunun üzerine düşenin, “vatanı, dış tecavüz ve istiladan” ve “milleti taassup ve fikir esaretinden kurtarmak” olduğunu ifade etmişti. Bunun izdüşümünü, cumhuriyette bağımsızlık ve özgür birey olarak görebiliriz. Uzun vadeli bir amaçtır. Mücadelesi halen devam ediyor. Henüz hedefe varılamadı.

- Mustafa Kemal’in askerlikle diplomasiyi bir arada yürütmekteki maharetine de vurgu yapıyorsunuz. Ülkemiz bu çerçevede bir süredir nasıl bir sınav veriyor?

Mustafa Kemal barış insanıydı. Savaşı kalıcı bir barış için yaptı. Mesleği savaşmasını gerekli kılıyordu ama savaşı “hayati olmadıkça cinayet” olarak görmekteydi. Bu yüzden diplomasiyi etkin olarak kullanmanın yollarını aramış ve bulmuştur. Son dönemde yumuşak gücü kullanmak yerine sert gücü kullanma tercihi öne çıkmıştır, oysa akıllı gücü kullanmak esastır. Sert güç gerektiğinde kullanılmalıdır. Suriye angajmanı gereksiz kullanımın tipik örneğidir. 2011 yılında sahip olduğumuz sınır güvenliğinin seviyesinin çok uzağındayız. Üstelik yapılan birkaç başarılı askeri harekâta rağmen daha büyük bir tehlikeyi kendi ellerimizle ABD’nin oyununa gelerek yarattık… Strateji yanlışsa taktik başarı durumu telafi etmeye yetmez.

- Siz hep “yaşananları günün koşullarında değerlendirmek gerekir” dersiniz ama siz yazdıkça benim aklım hep bugüne kayıyor. Örneğin Liman von Sanders’le devir teslim törenleri… Ne kadar kızgın da olsa aralarındaki tören bir nezaket içinde geçiyor. Bugün cenazelerde bile birbirinin yüzüne bakmıyorlar… Kaybedilen birçok şey var; nezaket de onlardan biri mi?

Maalesef evet… Osmanlı ordusunda Atatürk’ün emrinde tümen komutanı olarak görev yapan Alman subay Hans Guhr, anılarında Mustafa Kemal’in astlarına, özellikle erata karşı davranışının imrenilecek düzeyde olduğunu yazmakta, Almanya’yla ittifak yapılmasını benimsemese de Alman subaylarına karşı davranışını kusursuz olarak niteleyerek nezaketine vurgu yapmaktadır. John Adair de Etkili Stratejik Liderlik kitabında, insan ilişkilerinde geçerliliğini koruyan beş temel ilkeden birini nezaket olarak yazmıştır. Nezaket, bazılarınca zaaf olarak algılansa ve takdim edilse de esasında başlı başına bir güç kaynağıdır. Özgüven ve özsaygıya birlikte sahip olan insanlarda sık görülür.

KENDİ PARASINI RAHAT HARCARDI, KAMU MALINA ÇOK HASSASTI

- Sofya’dan 25 Ocak 1914’te Madame Corinne’e yazdığı bir mektup var… “... Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminiyle ilgili değil” diyor. Parayla ilişkisi nasıldı?

Elbette paranın öneminin bilincindeydi. Kendi parasını belki rahat harcıyordu, ancak kamu malına çok hassas olduğu vakıadır. Henüz yüzbaşıyken Suriye’de mensup olduğu alayın mahalli halktan topladığı haracı subaylara dağıtmasına, kendine düşen payı almayı reddederek karşı çıktığını biliyoruz. Arkadaşı Müfit’e de almamasını tavsiye etmiştir. Hatta ona, “bugünün adamı değil, yarının adamı olmasını” söylemiştir. Bir başka örneği Arnold Toynbee’den öğreniyoruz. Onun hakkında 1922 yılında şunları yazmıştır: “...Mevcut mevkiinden yararlanmak suretiyle maddi menfaat veya başka kazançlar sağladığı şüphesi altında bulunan bir kişi de değil.” Mazhar Müfit Kansu’nun aktarımından da bonkör olduğu anlaşılıyor, çünkü Mustafa Kemal’i fazla bahşiş  verme eğiliminde olduğu için iğnelemiş… Babamızı 1984 yılında kaybettik. Öldüğünde 83 yaşındaydı. Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmişti. Sözleri kulaklarımda küpedir: “Çalmayan, çaldırmayan tek adam Atatürk’tür; bütün varlığını da millete bağışlamıştır” derdi. İyi ki bu günleri görmedi!

TİTİZLİKTEN KAYNAKLI BİR HIRÇINLIK

- Andrew Mango, şehit olan bir Türk askerinin cebinden çıkan emri yazan Mustafa Kemal ile “Size Ölmeyi Emrediyorum” diyen Mustafa Kemal arasında fark olduğunu savunuyor, katılır mısınız?

Hiç katılmıyorum. Mango içi dolu bir Atatürk biyografisi yazmış. ancak yersiz bulduğum bazı yorumları var. Onlardan biri de “Size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” emridir. Oysa tarihçi Haluk Oral, Mustafa Kemal’in benzer bir emri 6 Ağustos 1915’te yazılı olarak verdiğini belgesiyle birlikte ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Mango’nun kuşku yaratan tutumunu yanlış bulduğumu ifade etmeliyim.

- Kannengiesser, Mustafa Kemal ile ilgili birçok olumlu özelliğine vurgu yaparken bir “olumsuz” özelliğine de dikkat çekiyor, hırçınlığına… Hırçın mıydı?

Evet hırçındı. Muharebelerin sevk ve idaresi esnasında titizliğinden kaynaklı bir hırçınlığı olduğunu anlıyoruz. Bana göre hırçınlığının kaynağında haklı olduğu konularda çevresinin kendisini doğru değerlendirememesinin etkisi vardı. Zihinsel seviyeler farklı olunca çatışma kaçınılmazdır. Bu boyutuna vâkıf olmak için Sermet Atacanlı’nın kitabı yeterli veriyi sunmaktadır. Öte yandan çıkarmanın ilk günlerinde, Kannengiesser, atandığı tümenin komutasını Mustafa Kemal’den almak istediğinde, Mustafa Kemal komutayı vermemiştir. Aralarında böyle hassas bir konu vardır.

- Savaşta hırçınlık tamamıyla olumsuz bir özellik midir?

Değildir. Savaş hayati bir konudur. Milletin bekasına değindir. Başarısızlığa tahammül edilemez. Komutanın iradesini yansıtmak istemesi ve sürtünmelere karşı koyması tabiidir. Ancak Mustafa Kemal’i farklı kılan özellik bir ilişkide kendinde hata bulduğunda bunu telafi etme becerisine sahip olmasıdır. Mangal Dağı düştüğünde ya da Büyük Taarruz’un ilk günü taarruz yavaşladığında ilgili tümen komutanlarına ağır bir şekilde tarizde bulunmuştur. Ancak hemen akabinde başarılarını ödüllendirmiştir. Kompleks yapmıyor. 

ÇANAKKALE SAVAŞI’NIN KADERİNDE EN BÜYÜK ROL ATATÜRK’ÜNDÜ

- Çok tartışılan bir konuya da açıklık getirmişsiniz, ben de sormak isterim: Çanakkale zaferini sadece Mustafa Kemal’e bağlamak doğru mudur?

Doğru değildir. Bunu ileri sürenler veya onun rolünü hafifletmek isteyenler ya savaşı bilmiyorlar ya da kötü niyetliler. Doğrusu şudur: Çanakkale’yi kazandıran deniz ve kara muharebelerinde görev alan bütün komutan ve askerlerdir. Mustafa Kemal cephenin bir kesiminde görev yapmıştır. Kendi kesimi başarılı olsa dahi diğer kesim başarısız olsaydı cephe çökebilirdi. Öyle olmadı. Ama öte yandan eğer 25 Nisan günü inisiyatif alıp cepheye müdahale etmemiş olsaydı, çıkarma başarılı olur ve cephe yine çökerdi. Aynı durumu 9 ve 10 Ağustos’taki karar ve tavırlarında da saptamak mümkündür. Cephede nitelikli komutanlarımız vardı. Birinin hatasını diğeri giderebilirdi, ancak yukarda belirttiğim kritik günlerde onun varlığı şansımız olmuştur. Zira aralarında o çapta inisiyatif sahibi birisi yoktu. Dolayısıyla yaptığı müdahaleler savaşın kaderi üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Ama onun rolününün önemini hafifletebilmek ve adını unutturabilmek için 18 Mart Deniz Zaferi Çanakkale Zaferi olarak kutlanmaktadır. Yanlıştır.

- İşin içine siyaset girince askerlik zarar görür mü? Asker siyaset dışında mı kalmalıdır?

Görür. Siyasetin ve ordunun tepesindeki sorumlular buna fırsat vermemelidir.

- Mustafa Kemal’i askeri anlamda bir deha yapan neydi?

Her biri başlı başına çok önemli olan özellikleri kendi benliğinde toplamış olmasıydı. Öncelikle büyük bir cesaret ve kavrayışa sahipti. Yüksek sorumluluk duygusu onu adanmış bir lider yaptı. Bilgi ve sezgiye dayalı muhakemesi mükemmeldi. Bu özelliği onu öngörülü bir komutana dönüştürdü. Hesaplı risk alırdı. Zamanlama uzmanıydı. Stratejinin kuvvet, zaman ve mekân unsurlarını etkin olarak kullanırdı. İnsan kaynağını iyi tanıyordu ve herkesi doğru kullandı. Sevk ve idaresi dirayetliydi. 

- Gazete Minber’deki bir röportajda, “Ben en iyi siyasetin, her türlü anlamıyla en çok kuvvetli olmakta bulunduğunu kabul ederim” diyor. Buradaki kuvvet yalnız silah kuvveti değil… Moral, bilim, ahlak ve teknolojiden bahsediyor. Mustafa Kemal’i askeri deha yapan unsurlardan biri de bu mu?

Evet. Tam olarak budur. Bilim, teknolojiyi yaratmanın esas vasıtasıdır. Ahlak da yüce maksadın tahakkuku için olmazsa olmazdır. Moral güç, harbe girişmenin ve onu yönetmenin en önemli itici gücüdür. Ahlak aynı zamanda liderlik niteliklerine sahip olanları iyi lider yapar. Zira tarih kötü lider çöplüğüyle doludur. Ahlakı dar kalıplara sıkıştırmak yerine geniş boyutuyla değerlendirmeliyiz. Deha, bunlar arasındaki bağlantıyı görür ve ulaşılabilir hedefler belirler. Doğru strateji bu hedeflere ulaşmayı sağlar. Milli Mücadele’yi ancak bir dahi başarıya ulaştırabilirdi. Bu hakkı teslim etmeliyiz.

ALAY EDİLECEK DURUMA DÜŞÜYORLAR

- Siz “Mustafa Kemal her zaman meşru zeminde mücadele etmiştir” diyorsunuz, kimileri de Saray’a darbe yaptığını yazıyor, çiziyor!

Uyduruyorlar. Kendi dar dünya görüşlerinin yansımasıdır bu ithamlar. Egemenlik kavramından bihaberler. Üstelik bunu demokrat kimliğiyle yapanlar çıkıyor. Alay edilecek duruma düştüklerinin ayırdında bile değiller.

- Sadece bu da değil ki… Mustafa Kemal’in padişahın tonlarca altınıyla gezdiğini ve onun emriyle vatanı kurtardığını söyleyenler de var… Sizin kitapta okura sorduğunuzu ben de size sorayım: “Bu akılsızlık nereye kadar gidecek?”

Bilinç seviyesi yükselinceye kadar devam edecek… Bunun için saf insanları aydınlatmaya, hainliği tarz edinenlerle mücadele etmeye yılmadan, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan devam etmeliyiz. Sadece Cevat Dursunoğlu’nu okusalar ve Erzurum’dan Sivas’a gidebilmek için heyetin ihtiyaç duyduğu 1000 liranın 900 lirasını veren elleri öpülesi emekli Binbaşı Süleyman Bey’in fedakârlığını anlayabilseler dünyaları değişir!

LİYAKATİ VAR EDECEK ŞEYLERDEN BİRİ LAİKLİKTİR

- Kitapta anlatıyorsunuz: En yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa, bir gün kendisine, ekibinin kimler olduğunu sorduğunda “Benim havarilerim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder ve hizmet liyakat ve kudretini gösterirse ekip onlardır” yanıtını vermişti... Bugünün en tartışılan konularından biri liyakat değil mi?

Evet. Zira liyakatin önemi daha çok açığa çıkmıştır. Unutmayalım ki liyakati var edecek şeylerden biri de laikliktir. Bu kavram her ne kadar egemenliğin  kaynağına ilişkinse de ancak laik sistemlerde liyakat hayat bulur. Meseleye bu yanıyla da bakmalıyız.

Ahmet Yavuz, 19’unda yapılacak Galatasaray Başkanlık seçiminde aday olan Eşref Hamamcıoğlu’nun listesinde... Yavuz, “İçinden geçilen zor ve kritik dönemde, kulübün daha iyi yönetilmesi ve daha da yüceltilmesi amacıyla liyakat sahibi şahsiyetleri bir araya getiren Sayın Eşref Hamamcıoğlu’nun nazik birlikte çalışma teklifine evet dedim. Seçildiğimiz takdirde yeni stratejik vizyonu birlikte hayata geçireceğiz” dedi.