'Emekli Bekçi'

cumhuriyet.com.tr

Tarih: 30 Ekim 1923. Genç cumhuriyetimizi özümsemeye çalışıyoruz. Tam bir düş gibi. Bin yılın saltanat kulu olmaktan çıkıp, yurttaş olmak. Kişilikli, onurlu ve değerliydik. Üstümüzden ölü toprağını atmış, ipek gömlek giymiştik.

Aynı gün Türkçe gazetelerde bir haber: “Türkler amaçlarını büyük ölçüde gerçekleştirdi. Ama Avrupa’ya güveni yok. Zamanla yakın dost olacağımıza inanıyorum. İngiltere’nin en büyük düşmanı, Sovyetler’dir. Güçlü bir Türkiye, Sovyetler’in önündeki en büyük engel olacaktır.”

Bu sözün sahibi, General Townshend. 3 Aralık 1915’te, Irak’ta karşımıza çıkan, İngiliz komutan. Kutü’l-Ammare’de 4.5 ay direnecek, tümeni ile birlikte esir düşecektir. Türk ordusu da, Çanakkale’den sonra ikinci başarısını, burada kazanacaktır.

Townshend’in dileği, çeyrek yüzyıl boyunca gerçekleşmedi. Birinci neden, İngiltere’nin küresel yıldızının sönmekte oluşudur. İkinci ve asıl önemli neden, Atatürk’ün yalnız başarılı bir komutan değil, başarılı bir devlet adamı oluşudur. Cumhuriyet’in ilanını izleyen 10 yılda, neredeyse tüm dünya ile “Dostluk ve Barış Antlaşması” yapacak ama “kendini dev aynasında görenler”den uzak duracaktır.

Lozan’ın ne anlama geldiğini bilmek için, 1699 Karlofça’dan başlamak gerek. Bu derinliğe inemeyen politikacı, karşısındaki meslektaşına çerez olur. Bu süreci en iyi bilenlerin başında, Atatürk gelir. Ve der ki; Sevr, Türk ulusuna yönelen 200 yıllık suikast planıdır.

İsviçre’nin nerden aklına esti de, 85 yıl elinde tuttuğu Lozan masasını gönderdi? Ve Türkiye’de o kutsal masa, ortaçağ cüzamlısı işlemi gördü. Bu nasıl zamanlama ve nasıl bir psikolojik politika?..

Atatürk, Lozan TBMM’de onaylandıktan sonra, bir söylev verir: “Bugüne değin kazandığımız başarılar, bize ancak çağdaş uygarlığa doğru, bir yol açtı. Daha bizi, çağdaş uygarlığa ulaştırmadı.” Oysa biz, “işlem tamam” dedik ve yedi düvel, bir uzay gemisi ile Samanyolu’nun en uzak kuytusuna gitti, sandık.

Onlar zamana oynuyordu, biz unutmuştuk. Atatürk’ten sonra 10 yıl geçmeden, ABD’ye yaslandık. 1947’den başlayarak, “ver yiyeyim, ört üstümü yatayım” dedik. Bir yardım furyası ki, sormayın. Her yıl iki haneli milyon dolar para, yüz binlerce ton buğday, savaş uçakları, kullanılmış denizaltılar, traktör, sığır eti ve civciv.

Hayır, yanlış okumadınız... 1956’da 35 bin civciv, ertesi yıl 8 bin ton sığır eti. Eğer bu yardımlar, başka bir ülkeye yapılsa, anlayışla karşılanabilir. Türkiye gibi, 7 ayrı coğrafyası olan, tarım ve hayvancılığın örnek ülkesine gönderilmesini anlamak için, biraz değil çok düşünmek gerek.

105 yıl önce Washington elçimiz bildiriyor: “Amerikan halkı, Müslüman olduğu için Türkleri sevmez. Ama ABD, ülke çıkarları neyi gerektirirse onu yapar.” ABD, gerçekçidir. Doğru ya da yanlış, bildiğini yapacak. Ve de yaptıklarının sağlamasını, ulusal erdemi belirleyecek. Ama bunun, ikincisi olmayacak.

General Townshend’in dileğini, İngiltere değilse de ABD gerçekleştirdi. Sovyetler’e karşı ileri karakol olduk. 40 yıldan fazla, “sınır bekçiliği” yaptık. 1989’da Sovyetler dağılınca, ABD bizi emekliye ayırdı. 2009 Ortadoğusu’nda, Türkiye’nin adı yok…

Atatürk’ün Lozan söylevine dönersek: “Her sabah yüzümüzü yıkadıktan sonra aynaya bakarken, yaşadığımız felaketlerin geri gelmesini nasıl engelleyeceğimizi düşünmeliyiz. Bunu da, mikrofon kahramanlığı ile değil, somut önlemlerle yapmalıyız. Bir anlık dalgınlık, Türk ulusunu tehlikeye atar.”

Burası Ortadoğu. Tarihin başladığı, üç göksel dinin, “koçbaşı” gibi tokuştuğu yer. Uygarlıkların çatıştığı değil, doğup büyüdüğü ve el ele “halay çektiği” topraklar. Unutulmasın: Sel gider, kum kalır!

Bugün Türkiye’de hangimiz “kukla yanlışı”nı oynuyor, hangimiz “30 yıl geriden” geliyor? Yoksa hepimiz, aynı topun kumaşı mıyız? Eğer öyleyse, kim tutar bizi. At da bizim, meydan da. Sürpriz olmasın diye söyleyelim, duvar da!..(Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi)