'Emanete' hıyanet her ay 30 ölü!

Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Emine Bulut'un öldürülmesinin ardından söylenen "kadınlar bize emanettir" açıklamalarına tepki göstererek, "Kadını özerk bir birey değil, erkeğin koruması altındaki bir varlık olarak görüyor. Seni lutfedip koruyacak. Dolayısıyla korunmaya değer kadınlar var, değmeyecek kadınlar var. İtaat edersen korunursun, etmezsen şiddeti hak edersin..."

Hilal Köse-Cumhuriyet Pazar

Prof. Dr. Fatmagül Berktay, kadın hakları mücadelesinde öncü isimlerden. 80’lerde, feminist hareketin ilk buluşmalarının içindeydi. Sonra akademide kitaplar yazdı, çevirdi, konuştu, anlattı, öğrenci yetiştirdi... Sakince, bıkmadan usanmadan anlatmaya, yazmaya devam ediyor. Büyükada’daki evinde buluştuk. İstanbul Sözleşmesi’nin biz kadınlar için ne demek olduğunu, ataerkil sistemi, aşk ideolojisini ve yapmamız gerekenleri konuştuk. Üç önemli nokta üzerinde duruyor. “Bu konu sadece kadınları ilgilendirmiyor, bir demokrasi mücadelesidir” diyor. Dindar kadınlarla birlikte mücadelenin şart olduğunu düşünüyor ve bir gün bile durup dinlenmeden her an uyanık olmamız gerektiğini söylüyor: “En kırılgan haklar, kadın haklarıdır...”

- Önce şu konuyu netleştirelim. Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çıkabilir mi?

Uluslararası sözleşmeden çekilmek için çok önemli sebeplerinizin olması gerekir. Hukuken, ulusal sözleşmelerin üzerindedir. Bağlayıcıdır. İstanbul Sözleşmesi, uluslararası hukukta, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddet konusundaki en ileri sözleşme. Daha ilerisi hakikaten yok şu an. İstanbul’da imzalanmış olması, Türkiye’nin de ilk imzacı olması, uluslararası önemde itibarlı bir şey. Türkiye’de sesler çıkıyor şimdi, ‘aileyi mahvediyor’ gibi...  Aslında, sözleşmenin getirdiği koruma, önlemler ortadan kaldırılsın demek istiyorlar... Sözleşme ne diyor? Kadına şiddet uygulanmasın, ev içi şiddet önlensin, kadınlar sosyal ve ekonomik olarak güçlendirilsin... Güçlenen kadınlar da elbette eşitlik konusunda daha sağlam bir durumda olacaklar... Son derece kapsamlı ve iyi düzenlenmiş bir sözleşme. 

ASIL NİYET BU: HİÇBİR KOŞULDA BOŞANMASINLAR!

- Sözleşmeye karşı çıkanlar aslında ne demek istiyorlar?

‘Biz karılarımızı, çocuklarımızı dövmeye hatta öldürmeye devam etmek istiyoruz. Aile içi şiddete karşı kadınların korunmasını istemiyoruz. Kadınlar, her şartta boyun eğsinler, itaat etsinler, boşanmasınlar istiyoruz.’ Kastettikleri bu! Aslında hiçbir kadın çok zor durumda  kalmadan boşanmak istemiyor. İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın talebini Türkçe’ye çevirirsek, ‘Ben şiddet uygulamakta sınır tanımak istemiyorum’ anlamına geliyor. “Ataerkil ayrıcalıklarımı kaybetmek istemiyorum” anlamına geliyor.  Sadece Türkiye’de değil, Doğu Avrupa ülkelerinden de benzer sesler yükseliyor. Avrupa Birliği’ne dilekçe yollayıp “Sözleşme kaldırılsın” diyorlar; üstelik bunlar AB üyesi ülkeler… Mesela Ukrayna’da erkekler “kahrolsun toplumsal cinsiyet” diyerek gösteri yapıyorlar. ‘Biz, eşitlik filan istemiyoruz, binlerce yıllık ataerkil ayrıcalıklarımızdan vazgeçmek istemiyoruz’ demek bu. Nafaka konusundaki itirazlar da aynı anlayışın parçası. Üstelik cinsiyetçi erkekler açısından iyi bir taktik. Çünkü nafaka konusu, demokrat, eşitlikçi olduğunu düşünen erkekleri bile bölebilecek bir konu. Kimse de doğru dürüst içeriğini bilmediği için...  Halbuki süresiz nafaka diye bir şey yok şu anda. Ayrıca sadece kadınlara değil,erkeklere de yoksulluk nafakası var ve hakimin takdirine bağlı, ama eşitsiz koşullar nedeniyle daha çok kadınlar için uygulanıyor doğal olarak.

- Sorulması gereken kadınların neden nafakaya ihtiyaç duyduğu aslında... 

Elbette. Cinsiyet eşitliği olmadığı için kadınlar daha güçsüz ve yoksullar. Nafakanın arkasından eminim ‘mal bölüşümü kalksın’ diyeceklerdir. Mülkiyetin ancak yüzde üçü - dördü kadınların elinde. Üstelik erkeklerin birçoğu geçmişte kadınların mallarını da üstlerine geçirdi, şimdi bile çeşitli hilelerle bunu yapmaya çalışıyorlar. Hal böyleyken, zaten var olan yasalar da doğru dürüst uygulanmazken, kadınları güçlendirecek tedbirler alınmazken ve kadınların istihdam oranı yüzde 27-29 arasında değişirken, sen aslında ‘kadınlar daha da güçsüz, zayıf düşsün erkeklerin egemenliğine boyun eğsin, ne olursa olsun boşanmaya kalkmasın’ demek istiyorsun, bunun başka bir yorumu, izahı yok.

SADECE KADINLARIN MESELESİ DEĞİL

- Hükümetin tavrı ne olur?

Meclis’te gündeme gelecek muhtemelen...  En son Cumhurbaşkanı, ‘”sözleşmeler dokunulmaz değildir” mealinde bir şeyler söylemişti, hatırlarsanız. İstanbul Sözleşmesi, yasalarla kazanılmış haklar, bütün kadınların ortak çıkarlarını temsil eder ve korur. Bence dindar kesimin kadınları da pekala haklarının farkındalar ve boşanma hakkını da diğer hakları da kullanıyorlar. Zaten “erkek isyanı” oradan kaynaklanıyor. Ortak hareket etmek lazım. Bu sadece kadınları ilgilendiren bir konu da değil, bütün bir antidemokratik, anti-eşitlikçi, cinsiyetçi paketin bir parçası...  Arkası gelir.  Demokrasiden yana erkeklerin de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleştirilmesi çabasının otoriterlikle ne kadar bağlantılı olduğunu görmeleri lazım. Bunu bir demokrasi savunusu olarak kavramaları, örneğin ‘nafaka hakkıyla, bırakalım kadınlar kendileri uğraşsın’ filan dememeleri lazım. -

- Bir sürü kadın aslında ‘yeter ki peşimi bıraksın, hayatta kalayım’ derdinde, nafaka bile istemiyor.

Doğru... Yine de öyle bir yasanın olmasını, yasal hakkın ihtiyaç duyulduğunda her zaman kullanılabilecek olmasını önemli bir tehdit olarak algılıyor erkekler. Tabii ki yasa her şeyi halletmiyor. Zaten bugüne kadar da hep söylüyorduk ‘yasalar var, kullanılsın’ diye. Ama o yasaların hiç olmaması felaket bir şeydir. O zaman dayanabileceğin hukuki bir gerekçe yoktur. Bir maniveladır yasalar, daha eşitlikçi toplumsal ilişkiler kurmak açısından... Hiç küçümsememek lazım derdik; işte geldi karşımıza dikildi. Unutmayalım, bu yasal haklar nice mücadeleyle kazanıldı. Medeni Kanun ve Ceza Kanunu daha eşitlikçi bir yönde değiştiğinde ne kadar sevinmiştik, çünkü yıllarca mücadele etmiş ve sonuç almıştık. Şimdi korkarım kazanılmış hakların bir bir ortadan kaldırılması sürecine giriliyor. Bunun bir süreç ve kapsamlı bir paket olduğunu, bilinçli bir saldırı olduğunu görmek lazım.

“Evlililik şu anda karşılıklılık içeren, eşitler arasındaki bir sevgi ve saygı ilişkisi değil, genelde bir yönetme yönetilme ilişkisi ...” 

- Evlenmek şart mı? Bu yüzyılda belki bu konu tartışılmalıydı, şu hale nasıl geldik?

Aslında tartışılıyor tabii. Bizim toplumumuzda bile. Ama geleneksel evlilik anlayışı hala yaygın. Geleneksel evlilikte kadın ile erkeğin alanı ayrıdır. Kadın özel alanla sınırlıdır. Dolayısıyla dışarıda çalışma hoş karşılanmaz. Meslek sahibi kadınlar bile, evlenince işlerini bırakmaya teşvik edilir. Dolayısıyla kendi geçimlerini sağlama olanağından yoksun kalırlar, boşandıkları zaman da ortada kalıverirler. Birkaç istisna dışında boşanmış kadın koyu bir yoksulluk içine düşer. Üstelik yoksulluk nafakası talep eden o kadınlar evli oldukları sürece bütün evin işini,çocuk bakımını, “kocayı yıkayıp yağlama” işini vs üstlenmişlerdir.Ama bunun da bir karşılığı yok. Sonuçta bir kadın 20 sene sonra boşanmak durumunda kaldığında elinde hiçbir şey olmuyor. Bu hakkaniyete sığar mı?

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ EVLİLİĞİ YIKMAZ AKSİNE YAPAR

- Aile eşlerin yoldaşlığı üzerine kurulsaydı, bu durumda olur muydu kadınlar? 

Böyle bir aile, eşitlik zeminine oturmak zorunda. Oysa kadını erkekle eşit görmüyor ki ataerkil anlayış. Öte yandan geleneğe ve İslam’a göre erkek evi tek başına geçindirmek zorundadır. Ama bugünkü ekonomik koşullarda bunun için kadının yardımına muhtaç. Yani kadın hem gerekirse dışarıda çalışacak, dışarıda çalışmıyorsa evin içinde yoksullukla gene o baş etmek zorunda. Yoksulluk daima en çok kadınları vuruyor. Kaç tane pazar dolaşıp en ucuzunu bulup çoluğuna çocuğunu doyurmak zorunda. Bütün bunların hiçbir karşılığı yok. Birden adam daha genç bir kadın buluyor ya da kadın ona artık itaat etmiyor, o yüzden boşanıyor. Kadın da bütün o yıllardan sonra elinde hiçbir şey olmadan ortada kalıveriyor. Ama erkek nafaka vermeyi bile çok görüyor. Kadın boşanmak isterse iş değişiyor tabii. O zaman şiddeti, öldürülmeyi hak etmiş oluyor. Bütün dertleri o zaten: “Ben ne yaparsam yapayım bana itaat etsin.” 

- Evlilik, İstanbul Sözleşmesi’yle yıkılır mı, yapılır mı peki?

Evliliği bir yoldaşlık ilişkisi olarak da anlıyorsan, ki bu topraklarda çok uzun zamandır böyle olmasını isteyen kadınlar ve erkekler vardı, var. 19. yüzyılda mesela kadın haklarını destekleyen Genç Türkler, kendilerine cariyelik edecek kadınlar değil  arkadaşlık, yoldaşlık edebilecek eşler istiyorlardı. Modernleşmeyle bu daha da arttı. Yoldaşlık ilişkisi evliliği sağlamlaştıracak bir şeydir ama yoldaşlık dediğin şey ancak eşitler arasında kurulabilir ve karşılıklılık içerir. Aşk ve sevgi de öyle. Efendi ile köle arasında aşk olmaz, olsa olsa Stockholm sendromu olur! Ailede anne, baba ve çocuklar haklara sahipse, karşılıklı sevgi ve saygı varsa tabii ki o kurum çok daha sağlam olur. Bunun için eşitlik ve demokrasi gerekir, ama. Boşuna demokrasi aileden başlar denmiyor.

- Eşitlik ve demokrasi olmadığı için çatırdıyor evlilikler...

Tabii ki ondan ve İstanbul Sözleşmesi uygulanmadığı için çatırdıyor. Şiddet uygularsan, zulmedersen çatırdamaz da ne olur? Şiddet uygulayarak, öldürerek dersini verdim diye böbürlenenler değil mi , asıl aileyi yıkanlar?

ŞİDDETİN TEMELİNDE İTAAT İSTEĞİ VAR

- Kadın cinayetlerinin, şiddetin temel gerekçesi itaat mi?

Evet öyle. Çünkü erkek kendini üstün görüyor. Üstün olana itaat edilir diye düşünüyor. Bütün iktidarlar evdeki tahakküm ilişkisini yani, yöneten yönetilen, hükmeden hükmedilen ilişkisini devam ettirmeye çalışıyor. Çünkü ailede hiyerarşi ve itaat, toplumun tümünde hükmeden-hükmedilen ilişkisini zihniyet olarak da pratikte de pekiştiren, meşrulaştıran bir şeydir. Bütün iktidarlar buna bayılır. Hele otoriter olanlar. Boşuna hep aile metaforuna başvurmazlar. Devletin başı, babadır. Baba kimdir? Hem döven, hem sevendir. Genellikle dövüyor tabii, bizimki gibi ülkelerde. İşte bu son dönemdeki cinsiyetçi kampanyalarla ‘ben dövme hakkını devam ettirmek istiyorum, bundan vazgeçmek istemiyorum’ demek istiyorlar. Bunun kökeni taa Roma hukukuna kadar dayanır.  Roma hukukunda aile reisi-pater familias- bütün aile üzerinde, kadınlar, çocuklar ve köleler üzerinde mutlak otorite uygulama hakkına sahiptir. Öldürme hakkı da dahildir buna. Patriyarki (ataerki) bu demek zaten...

- Bir yandan kadınlar bilinçleniyor. Belki de bu yüzdendir bu telaş...

Aynen, ben bunun öyle kolay kabul ettirileceğine doğrusu inanmıyorum. Telaş da var. Hakikaten geçen yüzyılda kadınlar önemli kazanımlar elde ettiler. Bundan korkan bir zehirli erkeklik var bütün dünyada. ‘Ayrıcalıklarımız elimizden gidiyor’ telaşı içindeler.

 


“Bu, kadın haklarının ezeli derdidir. Her kuşak, kendisi yeniden öğrenmek ve yeniden başlamak zorunda kalıyor, en kötüsü o.  O yüzden tarih bilmek çok önemli, o yüzden deneyim aktarmak çok önemli ama düşün ki, son yüzyıla kadar böyle bir tarihsel aktarım yoktu.”

- Gidecek ama değil mi? Küt diye Roma dönemine dönmeyelim de...

Valla bu haklar konusunda çok dikkat etmek lazım Hilal. Kadın hakları daima en kırılgan, en çabuk geri alınabilen haklardır. Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabını okumuştum. Şimdi dizisi var. Kitap ağır gelmişti, diziyi seyretmeye dayanamıyorum, yüreğim daralıyor. Bu kitapta, Kuzey Amerika’daki distopik bir ülkede, kadınların köleleştirildiği dinci fundamentalist bir ataerkil toplum sistemi anlatılıyor. Kitabın kahramanı genç kadın, geçmiş dönemi de hatırlıyor. Feminist annesini, annesinin feminist arkadaşlarını... Gençken hak mücadelesinin önemini vurgulayan anneleriyle ‘çok kasıyorlar’ diye dalga geçerlermiş çünkü ellerindeki haklar hep öyle kalacak sanıyorlar. Ama birden her şey tersine döndüğünde anlıyorlar kazanımların ne kadar önemli olduğunu. Birden dedim ama aslında “birden” olmuyor tabii, adım adım geliyor. O yüzden farkındalık çok önemli.

YARIN HER ŞEY DEĞİŞEBİLİR

- Ürküyor insan böyle düşününce...

İsveç’e ilk gittiğimde feminist kadınlar, ‘kızlarımız farkında değiller, hep böyle güllük gülistanlık bir ortam vardı zannediyorlar’ diye şikayet etmişlerdi. Şimdi daha iyi anlıyorum ne demek istediklerini. Oralarda bile haklarda tırpanlamalar var. Kadın hakları bütün dünyada nice zorluklarla, şiddete ve zulme karşı mücadeleyle kazanıldı. Haklarımızı, hakikaten gözümüz gibi korumak zorundayız. Özellikle genç kuşakların farkında olması lazım. Hayat her zaman böyle değildi ama yarın da böyle olmayabilir... Ürkmek için çok sebep var. Gene de bu saldırıyı geriletebiliriz. Bu konuda çok geniş bir kesimin birleşebileceğini ve birleşmesi gerektiğini hep vurgulamak lazım. Bu sadece kadınların meselesi değil.

- AKP’ye oy veren kadınlar....

Onlarla mutlaka işbirliği yapmak lazım. Dindar kesimde de çok bilinçli kadınlar var. Bunu ancak kitlesel bir karşı duruşla geriletebiliriz, senin benim konuşmamla değil. 

- Toplumsal cinsiyet eşitliği YÖK'ün programından kaldırıldı...

Çünkü toplumsal cinsiyet kavramı iktidar ilişkilerinin eleştirisini içerir. Hem sana güç ilişkilerinin varlığını gösterir, hem de bunların değiştirilmesi gerektiğini savunur. Kadın çalışmaları programları eleştirel ve değişim isteyen programlardır. Herhangi bir başka disipline benzemez. Yok edilmek istenen, işte bu eleştirel, sorgulayıcı içerik. İçinde “kadın” geçen her şey sanki kadın çalışmasıymış gibi sunuluyor. Hayır, öyle değildir. O çalışmanın eleştirel olması, var olan cinsiyetçi durumun değişmesine yönelik olması şarttır.

İSLAMDA KADIN-ERKEK

- Eşitlik yerine adalet kavramının öne sürülmesi gibi...

O çok bilinçli bir adım. Adalet kavramı kulağa hoş geliyor ama kastedilen “oranlı eşitlik”, yani herkese ancak hak ettiği kadar eşitlik! Bu toplumda zaten kadın daha güçsüzken, eşit değilken, zihniyet olarak da kadınların ikincil olduğunu kabul etme durumu varken, İslam’a göre de kadın bir derece aşağı diye bakarsan, o zaman “eşit olmayana eşitlik,‘zulüm’ olur gerçekten. Bazı İslamcı yazarlar böyle diyor, “kadın ile erkek eşit değil, eğer siz kadına eşitlik tanırsanız bu erkeğe zulümdür.”  İslamiyet çerçevesinde düşünüldüğünde erkeğin “bir derece üstünlüğü” şundan kaynaklanır: erkek kendi cebinden harcar, eve ekmeği getiren, geçimi sağlayan odur. Yani insani öz olarak bir eşitsizlik, hiyerarşi yoktur cinsiyetler arasında, o zamanki toplumsal pratikten kaynaklanan bir durum. Oysa şimdi öyle bir durum yok, sadece erkek değil evin geçimini sağlayan. Şimdi şartlar bambaşka ama zihniyet maalesef aynı, erkek hala ‘ben üstünüm’ diye düşünüyor.

- Kadınların eşitlik savunusu sanki aynılık talebiymiş gibi gündeme getiriliyor. Sanki biz erkekle aynı olmak istiyoruz...

Kim erkekle aynı olmak ister? Niye isteyelim? Üstelik dünyada da Türkiye’de de çağdaş feminizm tam tersine hep “farklılık içinde eşitlik” anlayışını vurgular. Tabii ki biyolojik vb olarak farklıyız ama haklar düzeyinde hepimiz eşitiz, eşit olmalıyız. Eşit yurttaşlık, bu demektir. Dolayısıyla “eşitlik değil adalet” diyen anlayış, kadınların eşit yurttaşlığına da saldıran bir pozisyon. Adalet lafı tabii kulağımıza çok hoş geliyor. Ama aslında ‘sen kadınsın, olduğun yeri bil, haddini bil ve orada kal’ denmek isteniyor.

- Neyin adaleti diye sormak lazım...

Sen eğer itaat edersen, esas olarak anne olursan, evlilik içindeki boyun eğme konumuyla ilişkili bütün “vazifeleri”ni yerine getirirsen, ancak o zaman korunmayı hak edersin adaleti. “ Kadınlar erkeklere emanettir sözü” de bunu yansıtıyor. Kadını özerk bir birey değil, erkeğin koruması altındaki bir varlık olarak görüyor. Seni lutfedip koruyacak. Dolayısıyla korunmaya değer kadınlar var, değmeyecek kadınlar var. İtaat edersen korunursun, etmezsen şiddeti hak edersin. Erkeklerin sürekli “emanete hıyanet ettikleri”ni her ay en az 30 kadının öldürülmesi kanıtlıyor.

KADINLAR AŞK İDEOLOJİSİNE ÇOK KAPILIYOR

- Eşitliği ilk nerede ve nasıl kaybetti kadınlar?

Tarih öncesine dayanıyor, belki neolitik dönemden bile önce. Uzun süre kadınların statüsü yüksek ama bu, anaerkillik hüküm sürüyordu anlamına gelmiyor. Bazen bugünkü koşulları geriye uygulayıp bunu ileri sürenler var. Ama belki de tarih öncesinde bugünkü anlamda bir “erk” söz konusu değildi. Toplumda maddi koşulların değişmesiyle önemli bir alt üst oluş yaşanıyor. Ama kadınların konumu yavaş bir biçimde adım adım değişiyor. Zaten kadınla erkek arasındak ilişki çok karmaşık. Erkekler, kadınların kocaları, sevgilileri, oğulları, babaları, kardeşleri. Duygusal bağlar söz konusu. Kadınların da çok uzun bir zamana yayılan erkek üstünlüğüne,patriyarkiye geçişi içselleştirerek kabullenmiş olmaları o kadar zor değil.  Az önce konuştuk ya yarın ne olur bilinmez diye, işte yavaş yavaş “üfleyerek” bir sürü şey değişebilir, değişmez değil. “Yavaş yavaş ısınan küvetin içinde fark etmeden haşlanabilirsiniz” derler.

- Aşkın her şeyin çözeceğine dair bir inanç var ve kadınlar aşka muhtaçmış gibi... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Aşk ideolojisi... Seven kadın erkeği yola getirebilir, onu değiştirebilir anlayışı çok yaygın. Oysa öyle olmuyor, her insan ancak kendisi isterse ve istediği kadar değişiyor, bir başkası uğruna değil. Ama bu anlayış kadınlarda çok yaygın; bir anlamda toplumsal cinsiyet kalıplarının içselleştirilmesiyle ilgili. Şu da var tabii; kadınlarda ilişkisellik eğilimi daha fazla. Anne olmak, başkasını düşünmek, fedakarlık yapmak… Doğduğun andan itibaren verili cinsiyet kalıpları bu özellikleri körüklüyor. Erkekleri ise bağımsızlaşma yönünde teşvik ediyor. Erkek olmak demek, anneden kopmak anlamına geliyor. Kadınlarda anne-kız ilişkisi hayat boyu devam edebilir, bütün sorunlarına rağmen. Aslında ilişkisellik, başkalarını düşünmek harikulade bir şey ama eşitsizliğin olduğu bir ortamda ilişkisel olan, kendisini başkasının ihtiyaçlarına uyarlayan, kendisini gönüllü olarak ikinci plana atıyor, güçsüzleşiyor. Fedakarlık, ilişkisellik, başkasını düşünme gibi özelliklerin bir yurttaşlık görevi olması gerektiğini söyleyen feminist teorisyenler vardır. Gerçekten de bu tür nitelikleri kamusal alana taşıyabilirsek dünya bambaşka olur. Ben de bunları küçümsemek değil, kadın-erkek bütün insanların bu özelliklere sahip olması gerektiğini savunurum hep. Özverili olmak, dayanışmacı olmak fena bir şey mi? Sevgiyi ön plana almak, bunlar çok güzel şeyler. Ama eşitlik ve karşılıklılık ilkesiyle birlikte…

- Biz bunların hep zararını gördük.

Tabii zararını gördük. Neden? Çünkü eşitsiz toplumsal ilişkiler böyle davrananların daima altta kalmasına, zarar görmesine yol açıyor da ondan. Kendini savunamıyorsun, savunursan ayıp etmiş olurum diye düşünüyorsun. Ya da kendi bağımlılığını, içinde bulunduğun kötü durumu  gerekçelendiriyorsun, meşrulaştırıyorsun, aşk diyorsun falan. Ama her türlü ilişkide eşitliği ve karşılıklılığı sağlayabildiğin zaman, ister evlilik olsun ister olmasın, ancak o zaman o ilişki sağlam oluyor. Normatif konuşuyoruz tabii, pratikte kadınların çoğu aşk ideolojisine çok kaptırıyor kendini. Dayağı, şiddeti, erkeğin kıskançlığını, ‘ama beni çok seviyor, o yüzden böyle davranıyor’ diye savunabiliyorlar. Oysa erkeğin tahakküm arzusunun bir göstergesi o... 

FEMİNİST KADINLA OLMAYAN ARASINDAKİ FARK

- Aşk idelojisine dönersek… 

Çok etkili. Kadınlar doğuştan itibaren masallarla, sonra da annelerinin tavsiyeleriyle, toplumsal kodların baskısıyla “kadınlık rolünü” içselleştiriyorlar. Boşanma konusunda henüz yeni yeni sahip çıkıyor aileler, kızlarına. ‘Etraf ne der’ var. Bir kadınlık kalıbı var ve anne de kızının ona uymasını istiyor. Kızı buna uymazsa kendisi “kötü anne” sayılacak diye korkuyor. Toplumsal cinsiyet rolü dediğimiz şeyi toplum sana sürekli empoze ediyor. Bunu kırabilmek gerçek bir bilinç meselesi. Zaten feminist kadınla olmayan arasındaki yegane fark o. Bilinç ve karşı çıkabilme cesareti. Yoksa herkes benzer şeyleri yaşıyor. Ama “feminist” olmak bir unvanmış gibi üstünlük taslamanın mazereti olamaz. Bu, bazen unutulup başka kadınları küçümseme vesilesi yapılabiliyor.

- Siz ilk feminist bilinçlenmeyi ne zaman yaşamıştınız?

Ailede, okulda yaşamadığım şeyi ben maalesef sol hareket içinde yaşadım. Kadınlar hep suçu kendilerinde arama eğilimindedir ya, benim de “herhalde ben burjuvayım, bilinçsizim, anlamıyorum” dediğim oldu. İlk başta adını koyamasam da bana çok ters gelen, tepki duyduğum şeyler ve eşitlik savunusu yapıldığı halde bildiğin cinsiyetçilik vardı. Bunu nasıl anlamlandıracağımı henüz bulamamıştım. Feminist teoriyi keşfedince kafamda birçok şey yerli yerine oturdu. İsyan dilini bulmuş oldum, bir daha da susmadım zaten! “Kadın ve Eşitlik” çevirim 1983’te yayımlandı. Ankara’daki ilk feminist grubun içindeydim, üç dört sene her hafta toplandık. 85’te CEDAW dilekçesini Meclis’e veren beş kişi içerisindeydim. Sonra da her yerde konuştum, yazdım, eylemlere katıldım. Kadın Olmak Yaşamak Yazmak adlı kitabım o dönemdeki yazılarımı kapsar. En öfkeli olduğum zamanın yazıları…1989’da Ankara Siyasal’daki doktoramı bırakıp, İngiltere’ye gittim Kadın Çalışmaları alanında yüksek lisans yaptım, Türkiye’de bu alanda derece alan ilk kadınım, ben. Uzun süre “ben diplomalı feministim” bayat esprisini yaptım!

BU MESELE DEMOKRASİ MESELESİ

- O dönemden bugüne ne durumda toplum?

Toplumun gündemine ilk defa düşen şeyleri tartışıyor ve dillendiriyorduk, o zamanlar. Aile içi şiddet, tecavüz, kadına dayak, ensest vb… İnanılmaz bir uyanış ve ideolojik yayılma dönemiydi. Hareketin kendisi küçük ama etkisi büyüktü, zaten bugünkü yaygınlaşmadan belli. O günlerde ilk kez dile getirilen ve aykırı sayılan şeyleri şimdi herkes sıradan bir şey olarak konuşuyor. Bu beklenen ve iyi bir şeydir.8 Mart gece yürüyüşlerini düşünün şimdi ne kadar kalabalık... 

- Bu yıl müdahale edildi gece yürüyüşünde kadınlara...

Dur denmezse yine ederler. Kadın meselesi iktidarla çatışma alanlarının en önemlilerinden biri olacak. (Umarım şom ağızlılık etmiyorumdur). Ama buna dur denebilir. Bütün toplumun sahip çıkması çok önemli. Bu sadece kadınların meselesi değil. Toplumsal cinsiyet meselesinin demokrasi meselesi olduğunu anlamak çok önemli.

ZOR ZAMANLARIM OLDU AMA MEMNUNUM

- Geriye dönüp baktığınızda iyi ki ya da keşke dediğiniz şeyler var mı?

Bazı pişmanlıklarım olabilir, bazı şeyleri farklı yapsaydım anlamında, ama o zaman da ben bugünkü ben olmazdım. Bir sürü hengame yaşadım ve çok şey öğrendim. Nasıldı?  70-80 arası dönem benim için kaotik bir dönemdi. 12 Mart’ta üniversiteyi bırakmak zorunda kaldım, sonra evlendim. Aslında okulda epey parlaktım, girdiğim her sınavı kazanırdım. Aklıma pek güvenirdim. Oradan geliyor başıma ne gelirse, zaten (gülüyor). Yani bazı şeyler kolay geliyor insana gençken, kendini eşitmiş sanıyorsun kadın olarak ve hep öyle gider sanıyorsun. Oysa öyle değil, kadın olarak yaşamanın farklı bir şey olduğunu, sistemsel bir şey olduğunu anlıyorsun. Ayrıca yaşamın zorlukları, sınavları insanı terbiye ediyor, çocuk sahibi olmak da... Kendini başkasının yerine koymanın önemli olduğunu, herkesten bir şeyler öğrenilebileceğini o dönemde öğrendim, ben. Bunun hocalığıma, öğrencilerimle ilişkime olumlu etkisi olduğu kanısındayım. Akıl, zeka başka, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yetisi ve gerçekten insan olmak başka bir şey, yaşam bunu öğretti bana. Kendimi daha fazla sorgulamaya, yaptığım eğri mi doğru mu diye daha çok düşünmeye başladım. Zor zamanlarım oldu ama memnunum, olduğum insan olmamı sağladı. Ama şu da var, 20 ile 30 yaş arasını biraz yaşlı bir kadın gibi yaşadım. 19 yaşımda nişanlandım. 42 yaşında boşandım. Flört etmeyi bilmiyordum mesela... 

- Sonra?

Toparladım (gülüyor)

- 40 yaş için çok güzel şeyler söyleyen kadınlar var. Neden?

Evet bence de. Çünkü o zamana dek kendini baskılıyorsun, başkalarına uyarlanmaya çalışıyorsun. Kendinden tam emin değilsin.. 40’lı yaşlarda ise artık ne istediğini biliyorsun. Kafan daha net. Ben 40 yaşımdan sonra doktora tezimi bitirdim. On ay sonra doçent, beş sene sonra profesör oldum, bu arada kaç tane kitap yazdım, dünyanın birçok yerinde dersler, konferanslar verdim, kadın bakanlığının danışmanlığını yaptım, araba kullanmayı öğrendim, vb. vb…. İkinci bir hayat gibi oldu. 

TEORİYE BATMIŞ DURUMDAYIM

-40 yaş büyülü o zaman, kıymetini bilelim.

Bilin. Çünkü hem sağlıklısın, hem de bence daha güzel oluyorsun, hatların, kişiliğin yerine oturuyor. otobiyografiler de ortaya koyar, 40 yaş gerçekten de kadınlar için dönüm noktasıdır. Bir bilinçlenme, Olgunlaşıyorsun. Kendini kendine ispat etmiş oluyorsun. Politik olarak da kendi omuzlarım üzerinde kendi kafamı taşımak, yani bağımsız ve eleştirel düşünebilmek benim için en önemli şey. Yanlış yaptım demek de bir cesaret. Gençken kuyruğu dik tutmak adına kendine hata yaptığını da söylemiyorsun. Hata yaptığını kabullenmek, kendine güvenle ilgili bir mesele. Edebiyat da ortaya koyar, 40lı yaşlar kadınlar için kendini bulma ve ifade etmeye cesaret yaşıdır. Daha gençken ne olursan ol hep kendinden şüphe ediyorsun, çünkü kadın olarak sana onu öğretiyorlar. O masallardaki prenses rolü gibi sürekli roller biçiliyor, kadınların pasifliği, “zayıflığı” vb yüceltiliyor. Aslında özne değil de nesne rolünü oynaman bekleniyor. Kadınların yazarak kendilerini ifade etmeleri bir cesaret meselesidir, bu yüzden. Hele felsefeyle, teoriyle uğraşmaları hiç hoş karşılanmaz, açıkça söylenmese de yerinin orası olmadığı hep hissettirilir sana. Muhtemelen, benim teoriyle uğraşmam ona tepkidir. O yüzden teorinin içine batmış durumdayım (gülüyor.) Soyut düşünceden kadınları dışlamaya çalışmak diye bir şey var. ‘Sözün ve kalemin efendisi erkeklerdir.’ Dilin yoksa konuşamazsın, ama “sükut” her zaman “altın” değildir, hele kadınlar ve diğer madunlar için hiç değildir!