Elveda Hasankeyf, elveda Dicle Vadisi
Bir insan, kendini idam sehpasında görmeye cesaret edebilir mi? Ben gördüm...
Mehmet KızmazFOTOĞRAFLAR: MEHMET KIZMAZ
Son halini görüp görmeme kararsızlığı yaşadım uzun süre. Uzak kalırsam daha az acı duyarım sanıyordum. Ama yine de onca yoğunluğun içinden çıkıp, bir anda çocukluğumun şehrinde buldum kendimi.
KÂBUSTAN UYANAMAYANLAR
Bu toprakları hiçbir zaman terk etmeyen tükenmez bir umutla, son ana kadar evlerini bırakmayan köylere doğru yola çıkıyorum. Öyle ki, sular yastığının dibine gelene kadar, bu kâbustan uyanamamış insanlar var. Bakışlarından kimsenin onları dinlemediği o kadar belli ki... Yükselen suya isyan dökülüyor dudaklarından. Onlar anlatırken sular saniye saniye evlerini yutuyor. Urganlı köyündeyim. Bir köy sakini “Beni köyümden kovmaya ne hakları var? Zulümdür bu!” diyor. Yalnızca çocukların yüzü gülüyor. Yükselen suya bakarak, daha önce oynadıkları yerleri arıyorlar, bunu da oyuna çevirerek... Köyleri dolaştıktan sonra Hasankeyf’teyim. Bir an ruhum bedenimden çıkacak gibi oluyor, deklanşöre basamıyor, konuşamıyorum. Batman’dan köyüme her gittiğimde, üzerinden geçerken seyir keyfi yaptığım köprü de artık sular altında, benim elim kolum bağlı, çaresizliği hissediyorum. Mahcubiyetle gözümü kaçırıyorum.
3. GÖÇ
Bir sonraki gün, üzerinde karabulutların hiç eksilmediği Hasankeyf'e doğru ilerlerken, baraj göletinin şimdiden bölgede nem oranını belirgin bir şekilde artırdığını fark ediyorum. İklim değişikliğine davetiye çıkaran barajın, karasal iklime sahip bu bölgede doğup-yaşlanan bedenlere de ciddi sağlık problemleri getireceği aşikar. Hasankeyf, üzerindeki karabulutlar hiç eksilmese de her şeye rağmen ayaktaydı. Moğolların yağmasına bile direnmişti. 1966’daki buldozerli saldırıya da... Öyle ki baraj için hunharca vurulan her kazmada, tarih gün yüzüne çıkıyordu. Ancak koca tarih, bu kine karşı daha fazla dayanamayıp gelecekle birlikte su içinde yok oluyordu. 1960’larda 20 bin nüfusa sahip Hasankeyf, artık 3 binlere düşmüştü. Yıllar önce mağaralarından çıkarılıp afet evlerine yerleştirilerek hayatları altüst edilen Hasankeyf’liler şimdi de TOKİ’nin evlerine taşındılar. Çıplak bir dağın eteğinde, yeşilden mahrum bir şekilde kurulan yeni yerleşkenin betonarme evler arasında yaşam izi bulmak güç.
ÖLÜLERE SAYGI
Su, sadece canlıları yutmuyor, ölüleri bile rahat bırakmıyor. Birçok köyün ve Hasankeyf'in binlerce mezarı sular altında kalıyor. Hasankeyf'in karşısında, kaderi tarihi ilçe ile aynı olan Kesmeköprü köyü tarafında bir kayaya sırtını yaslayan 85 yaşlarındaki bir dede… Bir köyüne, bir ilçeye bakıyor. Yaşlı gözlerinden, geçmişine daldığı o kadar belli ki, sessizce onu seyrediyorum. Yanına oturduğumda ise başlıyor içini dökmeye. Sular altında kalan köprünün yapımında çalışmış. Anılarından uzun uzun bahsettikten sonra "Bari ölülere saygıları olsaydı" diye iç çekiyor. Her gün boğulanın kendisi olduğunu söyleyen dede, saatlerce durup bu manzarayı izliyormuş. Şehre gitmek için daha fazla geç olmadan yanından ayrılıyorum. Dedim ya, yeni yerleşkede yaşama dair iz yok, eskiden otostop için Hasankeyf'te kısa bir zamanda araç dururken bu sefer yeni yerleşke de bekleyişim yarım saatti geçiyor.
'ÇOCUKLUĞUM KALMAYACAK MI?'
Ertesi gün, Fırat Nehri üzerine yapılan barajlarla Dicle’ye sığınan ve nesli tehlike altında olan bir Fırat kaplumbağası görmek için Suçeken köyünden Hasankeyf’e doğru yaklaşık 15 km yürüyorum. Yol boyunca ne Fırat kaplumbağası, ne de Kırmızıgerdanlıkız kuşunu görüyorum. Tüm vadi sessizliğe bürünmüş.. Canlıya dair bir iz bulmadıkça, pili biten bir saatin akrep ve yelkovanı gibi ileriye doğru adım atmak için çırpınıyordum. Hasankeyfliler de köylüler de kimsenin kendilerini dinlemediğini ve durumun zorla bu noktaya getirildiğini söylüyor. Yaşamının tümünü köyünde geçiren 90 yaşlarındaki bir teyzenin, “Tamam eşyaları bir traktöre bindirdik, şehirde kiraya gireceğiz. Peki çocukluğum, gençliğim, annem, babam bu sokaklar arasında kalmayacak mı?” sorusu boğazımı düğümlüyor.
ÇİVİ ÇAKMAKTA YASAKTI
“Korunmaya müsait” ve "Mağaralar şehri" anlamına da gelen Hasankeyf'in ne korunmaya karşı gücü kaldı ne de bir mağarası. En son mırıldandığım şarkının yankılandığı ve binlerce mağaranın bulunduğu vadinin tabuta konulduğunu ve kendimi bir mezarlığın ortasında hissediyordum. Çift yönlü ve kat kat binlerce mağaranın bulunduğu derin ve heybetli vadi dinamitlenerek hafriyata, mağaralar betonlara gömülmüş. Sular tarihi ilçeyi boğarken, karşıdaki beton yığını yeni yerleşke ise yıkımı tanık gibi seyrediyordu. 12 bin yıllık tarihi dokuya sahip Hasankeyf'ten koparılarak, yeni yerleşkeye taşınan ve çoğu İslam dönemine ait 7 eserden en eskisi ise 700 yıllık tarihi geçmiyor. Hasankeyfliler taşınan eserlerin de tahrip edildiğini söylüyorlar. Bulunduğu yere o kadar yabancı ki Zeynel Bey Türbesi, ağladığını hissediyorum. Türkiye elektrik enerji ihtiyacının en fazla yüzde 1,5’ini karşılaması beklenen bir baraj için mi bu yıkım ? 1978’de I. Derece Arkeolojik Sit Alanı, 1981’de bütünüyle Doğal Koruma Alanı ilan edilmemiş miydi burası? Yıllarca tek bir çivinin bile çakılmasına izin verilmeyen bir değer, nasıl oluyor da böylesine yok ediliyor?
GÜLÜMSE, HADİ GÜLÜMSE
Hayalet şehre dönen Hasankeyf’in ıssız sokaklarını adımlarken Piyanist filmi canlanıyor zihnimde. Yıkılmış evlerden, can havliyle taşınanların soruları yankılanıyor kulağımda: “Bu vahşet niye?” Kaymakamlık kararıyla girişi yasaklanan ilçede, kapıları, pencereleri sökülmüş evler var, içeriye süzülüp anılara misafir oluyorum. Her pencere yıkıma açılıyor, her kırık cam sürgünün acısını yansıtıyor. Bir umutla yeni boyanmış duvarlar, vazosuyla terk edilmiş çiçekler, tozlanmış kitaplar... Sandalyeler ziyaretçilerini bekleye dursun, dilek ipi artık boş. Penceresiz ve kapısız kalsa da evler, çığlığına ses olanları, tekerrür eden Nuh tufanına rağmen hatırlamış. Geride kalmış ve sular altında kalacak onca anı arasında Sezen Aksu’nun posteri gözüme çarpıyor, üzerindeki ‘Gülümse hadi gülümse. Bulutlar gitsin’ sözleriyle. Bu acıyı unutmak ya da bu acıyla yüzleşmemek için bırakıldığı o kadar belli ki...
BİLİNMEZLİĞİN ACISI
12 bin yıllık tarihin içinde arayıştayım. Evden eve geçerken, bana en büyük acı veren bir diğer şeyin de, henüz neyi kaybettiğimizi çok da bilmediğimizi daha çok hissediyordum. Tarihin beşiği kurtarma kazılarına dönüşmüş, sular altında kalan tarihi alanın yüzde 75’inde arkeolojik kazı yapılmamıştı. Şu anki haliyle bile Göbeklitepe ile yarışan bir zaman tünelinin, bilinmezliklerle, ranta kurban edilmesinin hiçbir açıklaması olmayacak. Bir dönem, önemli kara ve su yolu güzergahında olan Hasankeyf artık barajın pençesinde çırpınıyor. Hasankeyf, binlerce yıldır birlikte olduğu Dicle Nehri'nin sularıyla ; Dicle vadisi ise, kendisini var eden Dicle Nehri ile boğduruluyor.İlk robotu yapan Ebû’l İz El Cezeri’nin bilgeliği ve son yolculuğuna uğurlanan Hz. Ömer’in ordusunun geçtiği Hasankeyf Köprüsü suya gömülüyor. İnsanlığın ilk yerleşim yerlerinden olan Hasankeyf, Dicle Vadisi’nin gerdanlığında süzüle süzüle güneşle birlikte batıyor.
HERKES SUÇLU
1955'ten beri idama götürülse de Hasankeyf ve Dicle Vadisi için ölüm hep erkendi. Dile kolay, ben daha yokken, 65 yıldır idam bekleyen bir ben. Tepkiler, ilk 1988'de başlasa da, çoğu zaman cılız kalmış, güncel olayların ve popülizmin gölgesinden çıkamamıştı. Türkiye’nin en uzun soluklu doğa ve tarih mücadelesi; inatçı bilinçsizliğe ve vicdansızlığa yenildi. Hiçbir zaman bir 50 yıl için 12 bin yıllık tarihin ve milyonlarca canlının kurban edilmesini anlamayacağım. Bu yıkımda payı olanlar şimdiden pişman olsalar da insanlığa rehber olan, ne Hasankeyf ne de Ortadoğu’nun son özgür akan nehri, milyonlarca canlıya ev sahipliği yapan Dicle Vadisi artık olmayacak. Hasankeyf’in başvurusunu kabul etmeyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dünya kültürel tarih mirası kriterlerinin onda dokuzunu karşılamasına rağmen, tek bir açıklama dahi yapmayan UNESCO... Bu yıkımı yapanlar kadar, 12 bin yıllık tarihin, doğanın ve milyonlarca canlının çığlığına ses olmadığımız için hepimiz suçluyuz.