Ekonomist Arda Tunca kur şoklarının hangi koşullarda sona erebileceğini açıkladı
Arda Tunca: Yurttaşı işsizlik sorununun çözümünün zor olduğu günler bekliyor. Önümüzdeki dönem, geçim sıkıntısının öne çıktığı, refah düzeyinin düştüğü ve yüksek enflasyon sorununun toplumda kendisini hissettirdiği bir dönem olacak.
Şehriban KıraçEkonomist Arda Tunca, döviz kurunda yaşanan atakların ne zaman biteceğine dair bir tarih vermenin imkansız olduğunu vurgulayarak, ancak bu atakların önüne geçmek için Merkez Bankası’nın doğru para politikası araçlarını doğru zamanda kullanması gerektiğini söyledi.
Yurttaşı, işsizlik ve özellikle genç işsizliği sorununun çözümünün zor olduğu günlerin beklediğine dikkat çeken Tunca, “Türkiye ekonomisinin çok uzun yıllardır rasyonel bir politikayla yönetildiğine tanıklık etmedim” dedi. Türkiye’nin, büyümeyi güçlü tutmak isteyerek çok yanlış ekonomi yönetimiyle çok ağır maliyetlerle karşı karşıya kaldığına işaret eden Arda Tunca ile, kur ataklarını, krizi ve çıkış yollarını konuştuk.
GEÇİM SIKINTISI ÖNE ÇIKACAK
- Bundan sonraki süreçte yurttaşları nasıl günler bekliyor?
İşsizlik ve özellikle genç işsizliği sorununun çözümünün zor olduğu günler bekliyor. Türkiye’nin sorunları sadece korona salgınının dayattığı zor koşullardan kaynaklanmıyor. Ancak, salgının çok daha ağırlaştırdığı sorunlar oldu elbette. Önümüzdeki dönem, geçim sıkıntısının öne çıktığı, yeni iş olanaklarının yaratılamadığı, refah düzeyinin düştüğü ve yüksek enflasyon sorununun toplumda kendisini hissettirdiği bir dönem olacak.
Çok önemsediğim ve tüm dünyayı ilgilendiren ve sınır tanımayan bir başka soruna da değinmeden edemeyeceğim: küresel iklim değişikliği. Korona salgınından dünya biraz ders aldıysa, bu konuda da artık çok hızlı davranmak zorunda. Bir kıpırdanma var ama çok cılız. Bu çerçevede firmalar artık kar amacı güden organizasyonlar değiller. Firmalar, dünyanın ve insanlığın sorunlarına karlı çözümler üreten organizasyonlar olmalılar.
MEVDUAT HESAPLARINDA 230 MİLYAR DOLAR DÖVİZ VAR
- Türkiye’nin son dönemlerde düzenli olarak kur atağı ile karşı karşıya kalıyor, bu ataklar ne kadar sürer bir öngörünüz var mı, kur şokları yaşanmaması için atılması gereken adımlar neleridir?
Kur ataklarının iki temel nedeni var. Birincisi, Türkiye’de Türk Lirası cinsinden portföy yatırımı yapan yabancı sermayenin Türkiye’den çıkması. Portföy yatırımları kısa vadeli yabancı sermaye statüsündedir ve ülkeyi terk ederken ağırlıklı olarak Dolar satın alır, yani Dolar talep eder ve ülkeyi terk eder. Dolar talebindeki artış da kuru yükseltir. İkincisi, Türkiye’de yerleşik olan hem gerçek, hem de tüzel kişilerin, yani Türk insanının ve kurumlarının yabancı para talebi. Yani, yine Dolar talebinde bir artıştan söz ediyoruz. Türkiye’de yabancı para cinsinden mevduat hesaplarında 2018’in yaz aylarında gerçekleşen kur atağına kadar kabaca 150 milyar dolar civarında bir büyüklük söz konusu idi. 2018’in ortalarından itibaren düzenli olarak yaşanan dolarizasyon sonucunda bugün yabancı para cinsinden mevduat hesaplarında 230 milyar dolara yaklaşmış bir büyüklük söz konusu. Bu tutarın kabaca yüzde 60’ına gerçek, yüzde 40’ına ise tüzel kişiler sahip.
Kur ataklarının ne zaman biteceğine dair bir tarih vermek imkansız. Ancak, hangi koşullarda sona erebileceğini konuşabiliriz. Hem kısa vadeli yabancı sermayenin Türkiye’den çıkışı, hem de Türkiye’deki gerçek ve tüzel kişilerin yabancı para talebi son bulduğunda kur atakları da durur. Bunun için de Merkez Bankası’nın doğru para politikası araçlarını doğru zamanda kullanarak Türk Lirası’nı doğru yönetmesiyle ve Türkiye’nin hem içeride, hem de dışarıda daha istikrarlı bir siyasi süreci yönetmesi ile mümkün. İç ve dış siyaset ayrı bir alan ama işin para politikası yönetimi kısmı ile soruna çözüm bulmaya çalışmak kısa vadeli bir bakış açısı sunabiliyor. Yani, her an ekonomiye hasar veren bir soruna hızlı çözüm üretmek anlamı taşıyor. Önemli olan, uzun vadede Türkiye’nin kur ile ilgili hassasiyetini ve kur yükselişlerinin enflasyon yaratan, refah düzeyinde düşüşe neden olan kaynağına odaklanmak. Bugün, kısa vadeli yabancı sermaye türü olan portföy yatırımlarını maalesef Türkiye’ye çekmek zorundayız. Çünkü, birkaç on yıldır dış finansman kaynağını bu yolla sağlıyor Türkiye. Kısa vadeli portföy yatırımlarından bir anda vazgeçmek yönündeki bir tercih, büyümeyi bir kenara atmak anlamına gelir. Hem büyümek isteyip, hem de kısa vadeli sermaye bağımlılığını yok etmek için Türkiye’nin imalat sanayiinde yapı değişikliğine ihtiyacı var. Yani, hammadde ve ara malı tedariki konusunda ithalatın payını düşürmek gerekiyor. Kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlı olmak ekonomiyi sağlıklı bir yolda yönetmek için tercih edilen bir yöntem olamaz, olmamalı. Ancak, mevcut yapı içinde kısa vadeli sermayeden bir anda vazgeçtiğimizde yerine ne koyacağız? Bunun cevabı, yapısal değişimde. Türkiye ekonomisi, zaman içinde bu anlamda bir yapısal dönüşümü planlamak ve gerçekleştirmek durumunda. Konu, büyümenin de ötesinde kalkınma ile ilgili. Dünyanın da içinde bulunduğu konjonktürde Türkiye, kalkınma sağlamadan istikrarlı, sürdürülebilir bir büyüme de sağlayamaz. Bu, çok uzun vadeli ve plan isteyen bir süreç.
ENFLASYONDA YÜKSELİŞ SÜRECEK
- Enflasyon yüzde 14.03 ile rekor seviyeye çıktı. Merkez Bankası’nın enflasyon hedefinin hayli üzerinde, gelecek dönemlerde enflasyonda nasıl bir seyir bekliyorsunuz?
Enflasyondaki bu sert yükselmeyi anlamlandırmak için kur cephesindeki gelişmeleri analiz etmek gerekiyor. Neden? Cevabı, bir önceki soruya cevap olarak altını çizdiğim yapısal dönüşüm başlığının altında yatıyor. Kasım ayı enflasyonunda yüzde 14.03’lük tüketici enflasyonundan önce üretici enflasyonuna bakmak gerekiyor. Üretici cephesinde enflasyon yüzde 23.11. Yani, üretim cephesinde tüketim cephesinden daha yüksek oranlı fiyat artışıyla karşı karşıyayız. yüzde 23.11’lik üretici enflasyonunun sektörel analizine indiğimizde, sadece imalat sanayiindeki fiyat artışlarını ifade eden enflasyonun yüzde 25.04 olduğunu görüyoruz. Peki, üretim için en önemli girdiler özelinde durum ne? Ara malı için enflasyon yüzde 30.07, sermaye malı için yüzde 27.85. Bu veriler, kurdaki sıçramanın Türkiye’nin sanayi yapısında ithalata bağımlılığı nedeniyle üstlenmek zorunda kaldığı kur kaynaklı maliyet artışlarını ortaya koyuyor. Üretim cephesinde yaşanan bu maliyet artışları yüzde 14.03’lük tüketici enflasyonunu önümüzdeki dönemde yükseltecektir. Ancak, 19 Kasım tarihli Para Politikası Kurulu toplantısı öncesinde nispeten istikrarlı bir görünüme kavuşan kur manzarasının geçmişten enflasyona ivme kazandıran etkileri de henüz bitmedi. 21 Ekim’de 7.81 olan Dolar kurunun 6 Kasım’da 8.51’e ulaştığını unutmayalım. Ayrıca, Haziran başından Temmuz sonuna kadar 6.84-6.87 aralığında seyreden bir Dolar kurunun 21 Ekim’e kadar da düzenli olarak yükselip 7.81’e ulaştığını da belirtelim. Dolayısıyla, kurdaki bu sürecin enflasyonun içine geçmesi ve üretici cephesindeki enflasyonun tüketici cephesine yansımasıyla tüketici enflasyonunda yüzde 14.03’ün üzerine çıkan bir enflasyonu göreceğimizi rahatlıkla ifade edebiliriz. Buradan da şu önemli sonuç çıkıyor: enflasyonun temelindeki yapısal sorunu çözmeden enflasyonu kalıcı olarak düşürmek mümkün değil. Ayrıca, para politikası araçlarının teknik dizaynındaki ve kullanımlarındaki zamanlama yanlışları hem kurda gereği olmayan ataklar, hem de gereği olmayan bir boyutta yüksek enflasyon ve faiz ile karşı karşıya bıraktı Türkiye’yi.
Bu noktada, iktisadın çok temel bir kuralından söz etmeden geçemeyiz. Bir ülkede yabancı sermaye girişleri ve çıkışları serbest ise hem kuru, hem de faizi eş anlı olarak kontrol edemezsiniz. Bu, imkansızdır ki kuralın iktisattaki adı da imkansız üçlemedir. Türkiye, eş anlı olarak kuru ve faizi kontrol etmeyi denedi ve iktisadın bu temel kuralı gereği olmadı.
MERKEZ BANKASI ARAÇ BAĞIMSIZLIĞINI KULLANMALI
- Son yazınızda “Kur, enflasyon ve faiz sadece kur, enflasyon ve faizden ibaret değil. Mevcut gidişata son vermek için para politikasında güven şart” diyorsunuz, bu denklemi biraz açar mısınız, para politikasına güven nasıl sağlanacak?
Para politikasında güven oluşması için öncelikle enflasyon-faiz arasındaki sebep sonuç ilişkisinin artık tartışılmaması gerekiyor. Bu ilişkiyi Türkiye nisandan temmuza kadar süren parasal genişleme ve buna eşlik eden kredi genişlemesi sürecinde çok net olarak test etti ve ispatladı. Konut piyasasını ele alalım. Bol miktarda konut kredisinin düşürülmüş faiz oranlarıyla arz edilmesi sonucunda yüksek miktarlı bir kredi kullanımı ve faizi düşük kredinin canlandırdığı konut talebi söz konusu oldu. Konut kredisi miktarındaki artışla beraber artan konut talebi, konut fiyatlarını çok yüksek oranlı olarak artırdı. Yani, düşen faizle beraber fiyatlar yükseldi. Para politikasının, enflasyonu dikkate alarak faiz oranını belirlemesi gerekiyor. Türkiye, Ocak 2014’te, 2018 sonrasında kur şoklarına sürekli gecikmeli ve çok sert faiz artırımlarıyla tepki verdi. Yani, bir önceki sorunun cevabında kurduğum son cümleyi burada yineleme ihtiyacı hissediyorum.
Merkez Bankası’nın araç bağımsızlığını kullanarak piyasadaki karar alıcıların kolay anlayabileceği bir faiz yapısını oluşturarak doğru zamanda ekonominin kurallarına uygun olarak doğru para politikası aracını kullanması gerekiyor. 19 Kasım’daki Para Politikası Kurulu toplantısı kararı doğru aracı doğru kullanmak konusunda doğru bir mesaj verdi. Para politikasına güvenin geri gelmesi şart ve bunun gerçekleşmesi için doğru adımların her ay yapılan toplantılarda atılmaya devam etmesi gerekiyor. Atıfta bulunduğunuz yazımda, kur, enflasyon ve faizin arkasında tüm ekonomi politikaları yönetiminin felsefesi olduğunu ve merkez bankasının da bu yönetim felsefesinin çok önemli bir noktasında bulunduğunu vurgulamak istedim.
HER ŞEYİN SORUMLUSU TEK BAŞINA KUR DEĞİL
- Türkiye’de kriz sadece döviz kuruna endeksleniyor, gerçekten her şeyin sorumlusu kur mu?
Her şeyin sorumlusu elbette tek başına kur değil. Ancak kur, enflasyonda yaşanan sorunun sebebi olduğu gibi, pek çok farklı içerikli sorunun da yarattığı bir sonuç. Türkiye, yüksek büyüme hızları kaydetmek amacıyla yıllar önce yüksek faiz ve yabancı para birimleri karşısında göreceli olarak değerli Türk Lirası ortamı yaratarak üretim yapısında kısa vadeli sermayeye bağımlı bir durum yarattı. Yüksek faiz ortamı Türkiye’ye kısa vadeli sermayenin, yani portföy yatırımlarının ilgi göstermesi sonucunu beraberinde getirdi. 1980’lerle beraber dünyada da finans kapitalin giderek güçlenmesi ve uluslararası mobilite kazanması küreselleşmenin önemli bir unsuru olarak görüldü. O dönemin küresel boyutta hakim bir piyasa anlayışı idi bu. Türkiye’ye yüksek faiz ortamında sürekli giren kısa vadeli yabancı sermaye, kuru düşürerek Türk Lirası’nı değerli kıldı. Güçlü Türk Lirası, sanayileşmede ilerleme sağlamak ve üretimde kaliteli çeşitlilik sağlamak yerine ithalat yaparak sadece montaj sanayi ağırlıklı bir üretim yapısı yarattı. Montaj ağırlıklı bir sanayi yapısı ise düşük katma değerli üretim yapılması sonucunu yarattı. Kısa vadeli yabancı sermayeye dayalı bir dış finansman ile uzun vadeli projeler (otoyol, baraj inşaatları gibi alt yapı yatırımları) yürütülünce, kısa vadeli sermayenin sürekli Türkiye’de var olması bir mecburiyete dönüştü. Paranın kullanımındaki vade ile bu kullanımın kaynağının (finansmanın) vadesinin uyumsuzluğu finansal yönetim ilkeleri açısından çok riskli bir durum arz eder. Diğer bir ifadeyle, uzun vadeli projelerin kaynağı kısa vadeli ise, o kısa vadeli kaynağı sürekli çekmek zorunda kalırsınız. Dolayısıyla üretimde dışa bağımlılık kurda hassasiyet yaratarak potansiyel bir enflasyonist baskı oluştururken, söz konusu hassasiyetin olumsuzlukla sonuçlanabilecek unsurunu kısa vadeli yabancı sermaye oluşturuyordu. Çünkü, yabancı sermaye herhangi bir nedenle ülkeden çıkmaya başladığı anda kur yükseliyordu. Dolayısıyla, kur konusunda çok sayıda değişkenin iç içe olduğu sebep ve sonuç ilişkileri yumağı söz konusu.
KALKINMAYI PLANLAMAK ŞART
- Türkiye ekonomisi koronavirüse karşı alınan tedbirlerin gevşetildiği ve bankaların ekonomiyi canlandırmak için düşük faizli kredi dağıttığı 2020 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 6.7 büyüdü. Bu övünülecek bir büyüme mi, Türkiye’nin asıl büyüme modeli hangi temeller üzerine inşa edilmeli?
Öncelikle, bir önceki çeyrekte yüzde 9.9 oranında küçülmüş bir ekonomi vardı. yüzde 6.7’lik büyümede bir önceki çeyrekten devralınan baz etkisi var. Yani, bir önceki gerçekleşme ne kadar düşük olursa, bir sonraki dönemde de oransal olarak önemli bir oransal sıçrama gerçekleşir. Yani, matematiksel bir gerçek var öncelikle. Baz etkisinin ötesinde, böyle bir büyümenin arkasında Nisan ayından itibaren uygulanan parasal genişleme ve kredi büyümesi var. Ayrıca, yaz aylarının başlarında ilan edilen normalleşme süreci nedeniyle salgın sürecinin kapanma önlemlerinin kalıcı olarak bitiyor olduğu yönünde toplumda oluşan algı var. Bu etkilerle tüketimin başı çektiği bir büyüme oranı ile karşı karşıya kalındı.
Yılın 3. çeyreğinde dünyanın büyüme kaydeden birkaç ülkesinden biri Türkiye oldu. Yıllık bazda yüzde 6.7’lik bir büyüme oranı, aynı çeyrekte yüzde 4.9 oranında büyüyen Çin’in de üzerindedir. 3. çeyrekte, dünyada büyüme kaydeden az sayıdaki ülkeden diğerleri şunlar: Tayvan (yüzde 3.9), Vietnam (yüzde 2.1) ve Litvanya (yüzde 0.1). Ancak, bu büyümenin yarattığı maliyetler söz konusu. Enflasyondaki yükseliş bu maliyetlerden biri. Artan talep, fiyatların artışını hızlandırdı. Ayrıca, bu söyleşide sürekli vurgu yaptığım sanayi yapısı nedeniyle bu yüksek büyümenin tetiklediği ithalat artışı var. 2020’nin çok özel koşullarında bu büyümeyi finanse etmesi beklenen turizm gelirleri son derece zayıf. Merkez bankasının hatalı para politikası yönetmiş olması nedeniyle yabancı sermayenin Türkiye’den çıkış yaptığını da gözlemledik. Ayrıca, merkez bankasının ekonominin en temel kurallarından birinin dışına çıkarak kuru kontrol altında tutmak amacıyla piyasaya yabancı para arz ederek ağır döviz rezervi kaybına uğradığını da biliyoruz. Maliyetleri ağır olan yüzde 6.7’lik bir büyümenin sürdürülebilir olmadığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin sürdürülebilir bir büyüme modeli yaratabilmesi için kalkınmayı planlıyor olması gerekir. Enflasyonun yapısal nedenlerini zayıflatmak, dış ticaret açığı sorununu hafifletmek, sürdürülebilir ve istikrarlı bir büyüme ortamı yaratmak gibi hedeflere ulaşmak için kalkınmayı planlamak gerekiyor. Büyüme ve kalkınma, birbiriyle güçlü ilişkileri olan ama önemli kavramsal farklılıklar içeren kavramlar.
BİRLİKTE İŞ YAPMA KÜLTÜRÜMÜZ YOK
- Sizce şu anda Türkiye'nin en can yakıcı sorunları nelerdir?
Türkiye’nin her an yaşadığı ama nesiller boyu devam eden en can yakıcı sorunu ortak akılla herhangi bir konuda organize olamamak ve birlikte bir iş başarma kültürüne sahip olamamak. Bunu sadece ekonomi ile sınırlı tutmuyorum. Toplumsal alanın her noktası için geçerli bu gözlemim. Her dönemin kendine özgü öne çıkan problemlerinin kökünde bu konsensüs üretememe sorunu yatıyor. Bugün yaşanan kutuplaşma ile bu durum daha da derinleşti. Bugünün en can yakıcı güncel sorunu işsizlik ve ülkenin geleceğini temsil eden gençler için giderek artan gelecek kaygısı. Bilimsel düşüncenin ve metotlarının temel alındığı eğitim ortamı ve kültüründen uzaklaşılmış olması da Türkiye’nin kalkınması ve yaşaması gereken yapısal dönüşümün karşısında en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor.
EKONOMİ RASYONEL POLİTİKAYLA YÖNETİLMİYOR
- İçinde bulunduğumuz ekonomik krizi kabullenmeyip, ‘dönüşüm' olarak nitelendiren bir söyleme söz konusu. Sizce Türkiye ekonomisi rasyonel bir politika ile yönetiliyor mu?
Türkiye ekonomisinin çok uzun yıllardır rasyonel bir politika ile yönetildiğine tanıklık etmedim. Sadece piyasa konuşacak olursak, anlık, haftalık, aylık piyasa dengeleriyle bireyler ve firmalar tatmin edici ekonomik çıkarlar elde edebilirler. Böyle bir durum, kısa vadede piyasalarda işlerin iyi gittiği algısı yaratabilir ama ekonomiyi yönetmekten söz ediyorsak, uzun vadeli bir bakış açısıyla sürekli kalkınmayı öne çıkaran toplumsal bir bakış açısıyla ekonomiye şekil vermek durumundayız. Türkiye, önceki soruların cevaplarında değindiğim üzere, kısa vadeli bakış açılarıyla büyümeye önem verdi. Bu bakış açısı, toplumda karşılık buluyor çünkü. Ancak, uzun vadede sürekli kalkınmak zorundasınız. Bu kalkınmaya süreklilik kazandırmak için çok iyi geliştirilmiş bir eğitim düzeni lazım. Yasaların daha fazla ifade özgürlüğünü destekleyici hukuki bir kimliğe kavuşması lazım. Tartışmak, konuşmak, fikir üretmek yeni fikirlerin üretilmesine yardımcı olur. Ama, kavga etmeden, demokratik bir kültürle. Yani, kültürel olarak dönüşmek gerekiyor. Ortak akıl, konsensüs, beraber bir iş üretmek, tartışmak gibi kavramlar ekonomiyle iç içe. Dönüşmek denince, bu kavramlar varsa, hemen dönüşmeye başlayalım. Dönüşmek çok ciddi bir felsefi değişim barındırıyor. Kastedilen bu mu? Bilmiyorum. Ekonomi kavramında piyasa dışında çok fazla sayıda değişken var. Ekonomiyi sadece piyasadan ibaret görmek son derece sığ ve ekonominin uzun vadeli sorunlarını göz ardı eden bir yaklaşımdır. Ekonomide dönüşmek için çok ama çok geniş bakış açılarına ve perspektiflere ihtiyaç var.
ÇOK YANLIŞ YÖNTEMLER UYGULANDI
- Kişileri değiştirmekle ekonomiyi düzlüğe çıkarmak mümkün mü, Merkez Bankası’nın rezervleri bu şekilde geri kazanılır mı, Türkiye ekonomisi için iş işten geçti mi? Piyasanın ana beklentisi ne?
Doğru kişiler, doğru insanların yarattığı bir ekip elbette çok şeyi değiştirebilir. Ancak, görev almış kişilerin ve ekiplerin hangi felsefeyle yönetim yaptıklarını anlamak gerekiyor. Türkiye, büyümeyi güçlü tutmak isteyerek çok yanlış ekonomi yönetimiyle çok ağır maliyetlerle karşı karşıya kaldı. Kısa vadede yüzde 6.7 büyüyen bir ekonomi var ama ülkenin önümüzdeki günlerdeki ekonomik performansı bu maliyetler nedeniyle düşük düzeyde kalacak. Rezervler geri kazanılır ama zaman alacak. Enflasyon düşer, daha sonra da faiz düşer ama doğru para politikası yönetimi gerçekleşirse. Piyasa, kısa vadeli bakıyor. Bir merkez bankası toplantısıyla doğru faiz kararı alınınca işlerin düzeleceği gibi rasyonel olmayan bir beklenti var. Piyasa, az önce anlatmaya çalıştığım ekonominin uzun vadeli kavramlarına odaklanmıyor. Bunu bir noktaya kadar anlıyorum. Çünkü, kısa vadede de ekonomik çıkarlar söz konusu. Piyasada karar alan bireyler de, firmalar da bu çıkarları gözetmeye çalışacaklar. Bunu bir noktaya kadar anlayışla karşılarım ama ekonomi yönetiminden uzun vadede kalkınmayı hedefleyen bakış açılarının uygulamaya geçirilmesini beklerim.