‘Ekmeği yemek, suyu içmek’ üzerine

‘Ekmeği yemek, suyu içmek’ üzerine

Artun Ünsal

Ramazan pidesiz, sofra “ekmek”siz olmaz... Yoksulundan zenginine vazgeçilmezimiz ekmek, “yemek”le eşanlamlıdır, çünkü bizi besler tek başına. “Katık” da derler; aslında, her yiyecek ona katıktır kültürümüzde. Buğday bin başak verse bile, Yaradan’ın nimeti insandan da çaba ister; tarladan sofraya gelişinde alın teri gizlidir ekmeğin. Nimet emekle birleşir ve ürettiğimiz ekmek bizi doyurur, aşımıza lezzet katar.

Ekmek sadece bir temel gıda değildir; her çeşidi, insan ve doğa arasındaki diyalektik etkileşimden tomurcuklanan kültürel bir üründür. Buğdayın anayurdu Yukarı Mezopotamya, Anadolu ve Orta Asya’nın binlerce yıllık uygarlıklarından süzülmüş ekmek çeşitleri, ortak kültürel hazinemizin temel taşları arasındadır: Yufka, lavaş, bazlama, tandır ekmeği, külde, çakılda, pileki taşında pişen ekmekler; köy fırın ekmekleri, şehir ekmekleri, somun ve francalalar, pide, sandviç ve tost ekmeği, simit, gevrek ve çörekler; bunların yanı sıra, tiridinden tatlısına nice ekmekli yemeklerimiz.

Her biri, bu topraklarda yaşayan insanların yaratıcılık, çeşitlilik ve kimlik göstergesi sayılabilir. Ama kimler, nerede, hangi unla ve hangi teknikle pişirsin, içine neler katsın, ne ad versin fark etmez; ekmek özünde hep aynı kalır.

Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarında, Eski Mısır, Yunan ve Roma’da da ekmek, “tanrılara layık” bir yiyecekti. Semavî dinler de ekmeği kutsal sayar. Yahudiler için, mayasız ekmek (matzoh, hamursuz), Mısır firavunundan kurtuluşun ve yeniden anayurtlarına dönüşün sembolüdür. Hıristiyanlar için, kilise ritüelinde ekmek İsa’nın bedenini, yudumlanan şarap ise kanını ve aynı zamanda Tanrı’ya şükrü (Evharistiya) sembolize eder. İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed “yerin ve göğün bereket işareti olan ekmeğe hürmet ediniz” diye buyurur. Ekmek, Allah’ın insanlara cennetten lütuf olarak gönderdiği bir “nimet”tir. “Nân-ı aziz”, İslam tasavvufunda da, yaşam ve ruhun sembolüdür (A. Ünsal, “Nimet Geldi Ekine”, 2001, s.92-94). Halk deyimlerimizde “Ekmek kapısı” birinin rızkını sağlayan yeri veya işi tanımlarken; “Ekmeğini yediğin eve hıyanet etmemek”, ona bu kapıyı açan ve “ekmeği veren” kişiye karşı sadakat ve bağlılığın önemini yansıtır. Gördüğü iyiliği unutan, tuz-ekmek hakkını bilmeyene de “nânkör” denmez mi?

Ekmek, aynı zamanda bir dünyevi iktidar sembolüdür. Örneğin, “Lord” (eski İngilizcede “hlaford”) “ekmek veren veya ekmeği elinde tutan”, onca insanı emrinde çalıştıran toprak sahibini belirliyordu. “Lady” sözcüğü ise “halefdigge”den geliyordu: “Hamur yoğuran” ( Heinrich Jacob, “Six Thousand Years of Bread”, 1997, s. 114). Padişah’ın “velinimet” addedildiği Osmanlı döneminde de, ekmek bir toplumsal statü göstergesidir. Topkapı Sarayı’ndaki “ekmek bölüşümü”, iktidar hiyerarşisini yansıtır: “Nân-ı Has”, kaliteli undan yapılan “beyaz ekmek” padişah, sultanlar, üst düzey saray görevlileri ve paşalara mahsustu. Karışık undan esmer renkli “Nân-ı fodula” daha alt düzeydeki mevki sahiplerine, “harci”, bol kepekli karışık undan koyu renkli fodulalar ise hizmetkârlara verilirdi.

Ekmek ve iktidar sembolizminin belki de en çarpıcı örneği, yine bu coğrafyada, günümüzden 3 bin 400 yıl önce, ölümün eşiğinde bir Hitit kralının, toprak tablete çiviyazısıyla kazınmış vasiyetinde görülebilir. MÖ 1660-1630’larda hüküm süren I. Hattuşili, krallığını veliahtı Mursili’ye ve yüksek yöneticilere bırakırken, onları uyarıyordu: “Sizler benim, Büyük Kral Labarna’nın sözlerini koruyun! Eğer onları korursanız, Hattuşa yücelecek. Ülkemi de huzura kavuşturacaksınız! Ekmek yiyeceksiniz, su da içeceksiniz! Eğer kralın sözünü korumazsanız gelecekte yaşamayacak ve yok olacaksınız!” (Sedat Alp, “Hitit Çağında Anadolu”, 2000, s.70-71).

Kısacası, yeni kral ve devlet adamları, geçmişten ders almayıp ülkeyi kötü yönetirlerse, ne kendileri ne de halkları rahat yüzü görür; siyasal meşruiyetleri gibi, ülkeyi de yitirirlerdi. “Ekmek yemek ve su içmek” böylece, yöneten ve yönetilenler ilişkisinde temel ilkelere göre davranmanın ülkeye barış, istikrar ve refah getireceğini muştulayan sembolik bir anlam kazanıyordu.

O günden bugüne, değişen bir şey yok: Ekmek barış, barış ekmektir! Yeter ki, “barış bozulmasın” diyelim, değerli edebiyatçı Oktay Akbal’ın 1944’te İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı “Önce Ekmekler Bozuldu”sunu selamlayarak!..