Eğlenceli bir seyirlik: Rock’n Roll
36. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim ilk film Guillaume Canet imzalı “Rock’n Roll” oldu.
Emrah Kolukısa20 yıldır oyunculuk ve yönetmenlik yapan (yönetmen sıfatıyla 5 uzun metrajlı filmi var) Canet’nin kendi personası üzerinden orta yaş krizine giren bir aktörü son derece mizahi bir dille ele aldığı son filmi “Rock’n Roll” bazı bölümlerinde yüksek sesle güldüğüm, sonlara doğru biraz sarkar gibi olsa da beklenmedik dönüşleriyle ilgiyi ayakta tutmasını bilen eğlenceli bir seyirlik. Guillame Canet ve Marion Cotillard dahil birçok kişinin kendini oynadığı film erkeklik halleri üzerine sağlam durum tespitleri yaparken evde, işte ve sokakta erkeğin acıklı-gülünç var oluşunu ele alıyor. Film boyunca kendini ispat çabasındaki Canet’nin düştüğü komik durumlar, girdiği tuhaf kılıklar ve kendi yüzü/bedeni üzerinde yaptığı garip müdahaleler görülmeye değer doğrusu.
‘Ateş Serbest’
Günün ikinci filmi Ben Wheatley’den “Ateş Serbest - Free Fire”. İlk kez radarıma takıldığı 2011 tarihli “Kill List” filminden beri yakından takip ettiğim İngiliz sinemacı gerçekten de günümüzün en özgün kafalarından biri. Geçen yıl “High Rise” filmi belki biraz beklentilerin altında kalmıştı ama Wheatley’in orada da olağanüstü bir görsel dünya yarattığını düşünenlerdenim doğrusu. “Free Fire” ise 90 dakika boyunca tek mekânda geçiyor ve neredeyse gerçek zamanlı olarak bir çatışmayı anlatıyor. İlk 15-20 dakika boyunca karakterlerin birbirlerine üstü kapalı ve açık açık meydan okuduğu, gerilimin bir hayli yüksek tutulduğu bir bölümün ardından çatışma bölümü başlıyor işler her geçen dakika daha da tuhaf ve komik bir hal alarak finale doğru ilerliyor. Wheatley 2013 tarihli “A Field In England” filminde de tüm hikâyeyi bir arazi parçası üzerinde kurmuş ve ortaya siyah beyaz psikedelik bir film çıkarmıştı. Bu sefer akla biraz “Reservoir Dogs”u da getiren, ama karakterlerin geçmişleri hakkında neredeyse hiçbir açıklama getirmediği dört başı mamur bir şiddet komedisi yapmış. Üzerinde düşündükçe daha da büyüyen ve atmosferi, ustalıklı, incelikli kurgusu, tavizsiz şiddeti, en önemlisi de son derece beceriksiz tetikçileriyle (sahi bu kadar beceriksiz bir güruh sinema tarihinde olmamıştır herhalde) aklınızdan çıkmayacak kanımca.
‘Hayalet Hikâyesi’
İkinci günün ilk filmi ise bir önceki filmi “Clouds of Sils Maria” ile gerçek bir başyapıta imza atan Olivier Assayas’ın bir kez daha Kristen Stewart ile çalıştığı “Hayalet Hikâyesi - Personal Shopper”. Yine “Sils Maria”dakine benzer bir rolü üstlenen Stewart (ünlü bir yıldızın kılık kıyafet satınalmacısı bu kez) ölen ikiz kardeşinin kendisiyle temas kurmasını beklemekte ve bir yandan da tam bir başbelası olan patronu için hiç sevmediği bir iş yapmaktadır. “Personal Shopper” kesinlikle bir “Sils Maria” değil, onu öncelikle söyleyeyim ama Assayas’ın sağ gösterip sol vurduğu bir hikâyeyi büyük bir ustalıkla anlattığına şüphe yok. Öncekinin aksine bu filmde tek bir karaktere odaklanan senaryonun gerilimden ziyade varoluşsal bir tonda ilerlemesi yer yer filmin temposuna darbe vuruyor belki ama filmin atmosferik yapısı ve tekinsiz gizemi izleyiciyi etkilemeyi başarıyor.