Ege’den bir parça
Hayalim, şu anda milyonlarca insanla aynı: Ege’de küçük bir ev. Parva domus, magna quies; yani küçük ev, büyük huzur. Yıllardır hep bunu düşledim.
Fatih Türkmenoğluİnsan önce gücün peşinden koşuyor. Uzunca bir süre hem de. Şu yalan dünyada basit yaşamanın daha büyük erdem olduğunu anladım ben. Artık başarının tanımı da değişti zaten. İyi para kazanmış olmak, kriterlerden sadece biri. Akademik başarı, sosyal başarı, mutlu olmayı becermek, aile kurmak, fit ve sağlıklı kalmak, hayalleri gerçekleştirmek, iç huzuru yakalayabilmek, son basamakta da doğru yaşamış olmanın bilinciyle bu dünyadan göçüp gitmek. Severek, sevilerek. Gördüğünüz gibi başlarılı olunacak başka birçok alan daha var. Bence yetecek kadar para ama diğerlerinden bolca lazım.
Hayalim, şu anda milyonlarca insanla aynı: Ege’de küçük bir ev. Parva domus, magna quies; yani küçük ev, büyük huzur. Yıllardır hep bunu düşledim. Çok gençken bir evin kapısında gördüğüm bu yazıyı hiç unutmadım. Hayatım büyüdü, dallandı ve budaklandı; sonra tekrar özüme rücu ettim. Bir kışlık ev, bir de bakımı kolay bir yazlık. İki karış toprağı, bir ağacı birkaç bitkisi olursa ne ala. Domates, biber ekeyim; bir de hortumla kendimi ıslatırken ağacı da sulayıvereyim. Yok, alınabilecek hiçbir şey yok. Yani bizim gibi insanların bütçelerine göre yok... Bunca yıl gezgin ol, gezi programcılığı yap, kimsenin bilmediği her noktayı keşfet; sonra da böyle ortada kal, bu da ayrı mevzu.
Hep koşturdum ben. Çekim yetişmek zorundaydı, programın metinlerini yazmam lazımdı, yarınki bölüm için sabah 6’da kalkmam gerekiyordu, uçağı yakalayıp İstanbul’da kanala gidip programın metinlerini okumak için off tube’a girmem şarttı. Yıllarım böyle geçti. Hayalimdeki evi, arsayı arayacak vaktim hiç olmadı. Programların kusursuz olması gerekiyordu. Hayaller sonraya kalsa da olurdu.
Konumuz Ege. Pandemi tüm ezberlerimizi bozdu. Yeni düzende uzaktan çalışma, online yaşamayla beraber, ille de şehirdeki yerleşik düzende yaşamaya gerek yok artık. Kitaplar yazıyorum, sunuculuk yapıyorum, klinik psikoloğum. Gezi programı yapıyorum. Hepsini uzaktan da hallediyorum. Ayrıca yaptığım herşeye emek ve tutkuyla bağlanıyorum. Biraz önceki mevzuya bir atıf yapmazsam eksik kalacak: İşinde iyi, sağduyusu güçlü, bilgisi sağlam, yeterince hızlı her insan gibi birçok işim var. Bazen gözümün önünü göremeyecek kadar yoğunum. Çok şükür.
Sahil şeridi coştu bu sene. Evler tamir gördü, kalorifer tesisatları döşendi. Yılda 15 gün, bilemediniz bir ay kullanılan evlerde ilk defa bu sene yaşandı. En bilinen yerlerin dışındaki birçok tali yol, araba kuyruklarıyla doldu taştı. Oysa şimdilerde adını sayını duyduğumuz birçok yer bile, çok yakın bir geçmişte dutluktu. Ahh, tam da dedem, babam gibi konuştum. Ama inanın öyleydi. Ya yolu yoktu birçok yerin ya da imarı, suyu, elektriği...
Ayrıca yazlık falan alınmazdı ben gençken. Öyle uzaklara da gidilmezdi. Rahmetli annem de babam da başka evleri, uzak diyarları çok sevmezlerdi. Birkaç kez Antalya’ya, Ankara’ya falan gitmişliğimiz vardı, onun dışında da bol bol Yalova’ya kaplıcalara, Silivri ve Kumburgaz’a da denize. Gerek de yoktu. Kilyos harikaydı. Ayrıca ben Boğaz çocuğuyum; her gün denizdeydik. İstanbul’un denizi bir rüyaydı. Uzaklara yazlığa gitmek, bunun için çaba sarf etmek çok gereksizdi. Her yerde söylemememiz sıkı sıkı tembih edilmişti, ama zaten bizim evin önü denizdi. Bu bir ayrıcalıktı. Denize uzak olanlar yazlığa giderdi. Üstelik işin daha da komiği, tüm Boğaz, özellikle Bebek – Sarıyer arası, zaten yazlıkçıların istilasındaydı. Okullar kapanır kapanmaz, devlet okullarının sınıfları bile yazlıkçı ailelere kiraya verilirdi. Yalan değil, her yer dutluktu!
İşte, doğduğun ev kaderin oluyor gerçekten. Hayattaki en güçlü otorite, anne ve baba olarak kalıyor. Son nefesimize kadar. Ayıp diye ucuza duyduğum hiçbir yeri de almadım ben. Yatırımlarımı şehirde yaptım. Zaten çoluk çocuk iyi yaşamaya çalışmak başlı başına bir mesaiydi, çok da kulaç atamadım diyeyim. Bütün dünyayı gezdim, her zaman arsızca seyahat ettim, o kısmı da aramızda kalsın.
Nisan başından beri Bodrum’dayım. Şehirler şişti, hayat çok pahalı, trafik çekilmez. Özellikle İstanbul, artık nefes alınamayacak halde çoğu zaman. Ege istiyorum. Mavi deniz, ılıman iklim, gu guuuf guf diye öten böcekler olsun istiyorum. Yaptım bir orta boy valiz, geldim. Biraz buralarda uzun kalınabilir mi araştırması, biraz da etrafa bakınma derdindeyim. Tabii aralarda kısa çekimlere gidip geliyorum; ama üssüm Bodrum oldu şimdilik. Birçok çıkarım, sonuç, kararla döneceğim İstanbul’a.
Öncelikle şunu belirteyim, evet, büyük şehir dışında yaşamak mümkün. Özellikle bu devirde. Herşey online olmuşken, hayatın en ortasına zoom diye bir aplikasyon oturmuşken, isterseniz Avustralya’da yaşarsınız. Sorumluluklarınızı yerine getirdiğiniz sürece hiç fark etmez. Lakin, Bodrum asla öyle hayallerdeki Ege değil. Geldiğimden beri hava korkunç. Rüzgâr, yağmur, soğuk. İnşaat gürültüsü ve tozu çekilir gibi değil. Trafik, bazı günlerde İstanbul’dan beter. Görgüsüz bir lüks, buggy ile denize inilen siteler falan hiç bana göre değil. Evler, arsalar uçmuş da uçmuş. Duyduğum fiyatlar ancak şaka olabilir. Dağ taş delinmiş, birbirine yapışık siteler yapılmış. Yol ve park yok, kimin umurunda. Param yetmez, ruhum kaldırmaz. Zaten burada olmak istemiyorum. Bu çöpün, beton kamyonlarının, durmayan inşaat tozunun içinde yaşamak istemiyorum. İlk opsiyonu attım gitti.
Kaş, Kalkan olur mu diye bakındım biraz. Çoğunlukla internetteki satılık emlak ve arsa sitelerinden. Oralar da benim Akdeniz’deki sınırımdı. O mavi, serin denize bayılırım. Uymadı ne yazık ki. Biraz geç kalmışım. Birkaç sene kadar. Alan zamanında almış; satılanlar başka boyutlarda yaşayan insanlar için.
Benim belirlediğim güzergâhta Muğla’nın diğer ilçeleri ve mahalleleri kalıyor. Dalaman, Akyaka, Kızılyaka, Dalyan, Köyceğiz, Marmaris ve Datça. Üşenmedim, vaktim de vardı, gittim her birini tekrar dolaştım. Alıcı gözüyle bu sefer.
Muğla ne kadar güzel bir şehirmiş. Dünyada eşi benzeri yok bence. Bir İstanbul, bir de Muğla. Şelalesi, çayı, raftingi, paraşütü, dağı, denizi, ormanı... Bir kez daha akıllara seza manzaralarda kalakaldım.
Marmaris, Bodrum gibi olmasa da, şehir. Geçiniz. Akyaka, Kızılyaka ne yazık ki çoktan keşfedilmiş. Her bilinen yer gibi, artık çok pahalı. Dünyalar güzeli Göcek, zaten çoktan şişmiş fiyatlarla benim ancak küçük tatiller için ziyaret edebileceğim bir cennet artık.
Geldik Marmaris koylarına. En uçtan başlayayım, Datça. Bayılırım, ama yaz ve kış kalmak istemem. Çok güzel ama çok uzak. Bozburun ve Selimiye mükemmel benim için. En şık oteller, en pahalı lokantalarla tekneler, yatlar, dünya sosyetesinin oyun alanlarından olmaya aday artık. Nüfus ve yaşam kolaylığı dengesi süper. Ama benim gücümü kat be kat aşar durumdalar.
Köylere, tepelere çıktım. Yolu olmayan bakir arsalara, belki ileride imar planı çıkarsa küçük bir kulübe yapılabilecek tarlalara gittim. Bak bana sonra çok dua edersin diyen emlakçılarla tanıştım. Ne güzel yerler gördüm, ne çok kez ben buralarda ömrümü geçiririm dedim...
Marmaris’te Joker Emlak’ın sahipleri Aytuğ ve Hakan’la tanıştım. Tamamen şans. Hadi atla seni bir yere götürelim dediler. Sonunda, tam da ümidimi yitirmişken, tam da hadi eve dönüyorum diyecekken, küçücük bir arsa gördüm. Gerçekten minik bir ev yapma izni, gerçekten birkaç adımlık bir arazi.
Ne denizi görüyor ne de Rodos’u. Ne Bozburun’da, ne de Selimiye’de. Yakınında ne gece kulübü var ne de beach club...
Söğüt’te, daha yeni köy statüsünden çıkıp mahalle olmuş bir cennette. Sakin, dingin, iyi enerjili. Olur mu acaba dedim, oradan al buraya koy yaptım. Bankalar, bankacılar, birikimler toplandı. Üstüne de bolca hayal, bolca dua eklendi.
Şimdi o küçücük bahçe, kalbimin ortasına yerleşti. İçine bir oda bir salon yaptıracak şansım, gücüm olabilecek mi acaba, inanın bilemiyorum. Ama bana böylesine renkli, begonvilli, asmalı, yaseminli hayaller kurduran bugüne şükürler olsun diyorum sadece. Malikaneler, güvenlik ordularıyla korunan marka projeler, denize sıfır sonsuz havuzlarda değilim ben. Hiç olmadım. Köy kahvesinde oturayım, minibüsle merkeze gidip tekaüt maaşımı çekeyim, yeter. Gece çocuklarla yerlere uzanıp yıldızları seyredelim. Bahçedeki böceklere isim verelim. Ağacın dallarında fenerler sarkıtalım, sevdiğimle birlikte kurduğumuz hayatımıza mutlulukla bakalım, haftada bir gün gelen seyyar satıcıdan ıvır zıvır alalım, mutfağa girip makarna haşlayalım...
Ayıp mı ettim acaba anlatmakla? Annem kızardı, eminim. Hem yaptığıma hem de anlattığıma. Duramadım, sizlerle paylaşmak istedim. Ege’de bir iki adım toprakla oynayacağım için içim içime sığmıyor, darısı olmayanların başına demek istedim. Haddimi aşmışsam, n’olur affedin. Hayalimi tamamlayayım diye de dualarınızı eksik etmeyin.