Edebiyattan beyazperdeye korku!
Korku sineması; gerilim, dehşet ve başkaca türler gibi sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara ve örneklere sahip, upuzun yazın geleneğine dayanan bir çeşit miras. Ölümsüz mitoslar ve arketiplerle beslenen, bunlara dönem dönem daha çağdaş ya da girift mitoslar ekleyen bir gelenek. Peki ya korku sineması nerede, nasıl başlar, gerilim nereden kaynaklanır ve dehşet ne zaman bunlara katılır?
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiKorku sineması; gerilim, dehşet ve başkaca türler gibi sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara ve örneklere sahip, upuzun yazın geleneğine dayanan bir çeşit miras. Ölümsüz mitoslar ve arketiplerle beslenen, bunlara dönem dönem daha çağdaş ya da girift mitoslar ekleyen bir gelenek. Peki ya korku sineması nerede, nasıl başlar, gerilim nereden kaynaklanır ve dehşet ne zaman bunlara katılır?
Bu yazıda Giovanni Scognamillo’nun yapıtlarının rehberliğinde bu soruların yanıtlarının peşine düşeceğiz. Ve korku edebiyatı uyarlamaları merkezinde korku sinemasının gelişimine tanıklık edeceğiz.
Başlangıçta Fransız Georges Melies vardır. Usta gözbağcısı,
sihirbaz ve fantastik, bilimkurgusal sinemanın öncüsü Melies bir ‘masalcı babadır’,
ancak kendince uyarladığı gotikten uzak kalmaz. Faust’u çokça çeker, onu
cehenneme kadar izler! (Faust Cehennemde / Faust aux Enfers”, 1903)
Bunları yaparken sahne oyunlarını uyarlar, yazınsal
kaynaklardan yararlanır ve o yılların seyircilerini - ki henüz çok
hazırlıksızdırlar -, şaşırtarak heyecandan korkuya doğru sürükler.
Bu tür korkuların da en iyi örneğini belki de fantastik
korku sinemasının başlangıcı sayabileceğimiz “Manastırdaki Şeytan” / Le Diable
au Couvent, 1899) ile verir.
Sonrasında uyarlamalar art arda gelir: “Mary W. Shelley’in
Frankenstein’ı” (1910), Robert Louis Stevenson’un “Dr. Jekyll and Mr. Hyde”ı
(1908, 1912, 1913, 1914, 1920) gibi…
Bir David Wark Griffith’in özyaşamöyküsü, “Edgar Allen
Poe” (1909) filmi ve Poe’nun, “Kuyu ve Sarkaç” öyküsü ile Annabel Lee şiirini
harmanlayan, “İntikamcı Vicdan / The Avenging Conscience; Thou Shalt Not Kill”
(1914) sonra...
Edgar Allen Poe sessiz dönemin kaçınılmaz korku
kaynağıdır. Saul A. Rosenberg’in yönettiği “Morg Sokağı Cinayeti / Murders in the
Rue Morgue” (1914), George Cochran Hazelton’un yönettiği, “Kunduz / The Raven”
(1915), James Sibley Watson ile Melville Webber’ın yönettiği, “Usher
Malikanesi’nin Çöküşü / The Fall of the House of Usher” (1928) gibi
çalışmaların tümü Poe uyarlamalarıdır.
Sessiz korku daha çok yazınsaldır, sinema yazına hizmet
eder, yazın sinemaya değil. Sessiz korkuda amaç seyirciyi korkutmak, ürkütmek,
dehşete düşürmek değildir; yazınsal bir eseri devingen görüntülerle, mevcut ve
gelişen olanakların seferberliğinde aktarmaktır.
Sinemaya metafizik, toplumsal, sosyolojik ve siyasal
korkuyu Dışavurumcu Alman sineması getirir. Almanya’dan Amerika’ya göçenlerle
de ilk sesli Amerikan korku sineması Hollywood’u etkilemeye başlar.
Kentsoylu ideallerin bolca savunulduğu öte yandan çökmüş
olan devlet otoritesinin yansıması olarak da derin bir kin, hesaplaşma ve
yargılanma gereksinimi olarak yorumlanır Alman sessiz sineması.
Albert Neuss ve Otto Ripert’in 1916 tarihli, altı
bölümlük “Homunculus”u yapay döllenme ürünü olan bir üstün insanın öyküsünü
anlatır. Yalnız, kin ve nefret dolu, büyük bir ülkenin diktatörü olduktan sonra
bir dünya savaşı başlatan sonrasında da bir şimşeğin çarpması sonucu ölen
Homunculus, geleceği görürcesine büyük ölçüde Nazizmi ve Adolf Hitler’i çağrıştırır.
Robert Wiene’nin yönettiği, “Doktor Caligari’nin
Muayenehanesi” / “Das Cabinet des Dr. Caligari” (1919), Dışavurumcu Alman
sineması, yazınsal kaynakları değil de kendi ulusal gerçeklerini anlatır,
otoritenin baskısını ortaya serer.
Paul Wegener ve Henrik Galeen’in yönettiği, “Golem” / “Der
Golem” (1914) efsanelerden ırksal sorgulamalar çıkarımlar.
Fritz Lang, “Kumarbaz Dr. Mabuse” / “Dr. Mabuse, der
Spieler” (1922) filminde, kalabalıkları telkin yoluyla hiptonize ederek
yönlendirilmelere vurgu yapar.
Öte yandan sessiz Alman sineması, sonrakilere de ilham
kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir:
Robert Wiene, Fransız bilimkurgu yazarı Maurice Renard’ın
bir romanından yola çıkarak, 1924 tarihli “Orlac’ın Elleri” / “Orlac Hande” de
bir kazada ellerini kaybeden ve bir organ nakli sonucunda bir katilin ellerini
kullanarak, cinayetler işleyen bir piyanisti anlatır.
Friedrich Wilhelm Murnau, Bram Stoker’ın, Dracula
romanından esinlenerek, “Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi” / “Nosferatu, eine
Symphonie des Grauens” (1922) ile bir vampir klasiğine imza atar.
Sesli sinemaya geçildiğinde ilk sapık portresini, halkın
kötülüğe karşı dayanışmasını vurgulayan “M-Bir Kent ve Bir Cinayet / “M, Eine
Stadt Such Eine Mörder” (1931) Fritz Lang verir.
Korkunun, gerilimin ve dehşetin endüstrileşmesi,
1930’lardan başlayarak Hollywood sinemasında artık kendini hissettirmeye
başlar. Hollywood, korkuyu tüketen bir yol izleyerek korkuyu popülerleştirir ve
saygınlığını yitirtir. Sessiz dönemde ise korku usta ve yaratıcı yönetmenlerin
elindedir oysa.
Fransa’da Abel Gance, Jean Epstein, Dışavurumculuğun tüm
Alman temsilcileri Murnau, Lang, Wiene, Wegener, Lupu-Pick) korku sinemasına
büyük emekler koyar, katkıda bulunurlar.
İsveç bir yazın uyarlamasıyla katılır oluşuma; Nobelli
Selma Lagerlof’un romanından alınan Victor Sjöstrom’un çektiği, “Hayalet
Arabası” / “Körkarlen” (1921). Danimarka, Benjamin Christensen’in yönettiği
“Cadı” / “Haxan” (1922).
Sessiz dönemde Amerikan sineması korku endüstrisinin ilk
adımlarını, korkuyu usta bir karakter oyuncusunun, Lon Chaney Sr.’in hünerine
teslim etmekle atar.
Lon Chaney Sr., hepsi Universal yapımlarında olmak üzere
106 yapımda önemli karakter rolleri üstlenir.
Wallace Worsley’in yönettiği “Notre Dame’in Kamburu” /
“The Hunchback of Notre Dame” de (1923) Qasimodo; Rupert Julian’ın yönettiği
“Operadaki Hayalet” / “The Phantom of the Opera”da (1925) Eric The Phantom;
Roland West’in yönettiği “Canavar” / “The Monster”da (1925) Dr. Ziska; Tod
Browning’in “Geceyarısı Sonrası Londra” / “London After Midnight”ta da (1927)
yapay bir vampiri canlandıran Chaney’nin kurduğu oyun geleneğini Boris Karloff,
Bela Lugosi ve İngiltere’de Christopher Lee ileri noktalara taşırlar.
Derken tiplemeler dünyayı sarmaya başlar, canavar ve
yaratık furyası başlar; “Dracula” (Yön: Tod Browning / 1930), “Frankenstein”
(Yön: James Whale / 1931), “Morg Sokağı’nda Cinayet” / “Murders in the Rue
Morgue” (Robert Florey / 1932), “Dr. Jekyll and the Mr. Hyde” (Yön: Rouben
Mamoulian / 1932), “Kayıp Ruhlar Adası” / “The Island of Lost Souls” (Yön: Erle
C. Kenton / 1932), “Mumya” / “The Mummy” (Yön: Karl Freund / 1932), “Kedi
İnsanlar” / “The Cat People” (Yön: Jacques Tourneur)…
Klasiklere dönüş yapımcı ve yönetmen Roger Cormen
tarafından uygulanır ve Corman, “Usher Malikanesi’nin Çöküşü” / “The Fall of
the House of Usher”dan (1960) başlayıp “Ligeia’nın Mezarı” / “The Tomb of
Ligeia”ya kadar uzanan bir Edgar Allen Poe dizisini oluşturur.
Buraya kadar ki tüm örnekler, başlangıcı, gelişimi ve
vardığı nokta itibarıyla bol kanlı ve en azından ilk başlarda dehşete fazla
kapılmayan, bilinen temaları tekrarlayan ve yazınsal kaynaklara çokça dayanan,
klasik hatta geleneksel korku sinemasına dahildir.
Korku, genelde fantastik bir zemine dayanır; canavarlar,
yaratıklar, manyaklar, çılgın bilim adamları, değişimler, büyüsel işlemler ve
doğaüstü olaylardan beslenir.
Bu arada önce İngiliz ardından Amerikan sinemasında
Alfred Hitchcock tarzı devreye girecektir. Korku, kuşku ve ürkütücü bir şeyler
olacağına dair oluşan beklenti duygusunu nefes kesecek bir oranda harmanlayan
yapıtlarıyla tek başına bir gerilim akımı yaratır Hitchcock.
“Kiracı” / “The Lodger” (1926), “Rebecca” (1940), “Sabotajcı”
/ “Saboteur” (1942), “Notorious” (1946), “Ölüm Kararı” / The Rope (1948),
“Vertigo” / “Ölüm Korkusu”, “Sapık” / “Psycho” (1960), “Kuşlar” / The Birds”
(1963), türü yeni ufuklara taşıyan, içgüdü ve zekaya vurkaç yapan Hitchcock
kültleri olarak sinema tarihine geçer.
Gerilim-korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden
yönetmen Roman Polanski de Ira Lewin’in romanından uyarladığı “Rosemary’nin
Bebeği” / “Rosemary’s Baby” (1968) ile şeytanın oğlu imgesiyle şok olgusundan
ustaca yararlanır.
Filmin etkisi öyle büyük olur ki Polanski’nin 9 aylık
hamile eşi Sharon Tate, bebeğiyle birlikte tarikat üyesi bir fanatiğin bıçak
darbeleri sonucunda can verir.
Hitchcock’un ölümünün ardından gerilim sineması giderek
klişeleşir. Gerilim, zekâ ve ustalık anlamında ara ara toparlansa da kan
kaybetmeye başlar.
Şok sinemasına yöneliş başlar. Brian De Palma “Carrie”
(1976) ile türe halel getirmese de, “Dressed to Kill” (1980) ve “Body Double”
(1984) gibi yapımlarında görülür ki cinsellik soslu şiddet sinemasını
yeğlemektedir.
Bu arada William Friedkin’in “Şeytan”ı (“The Exorcist” /
1974) ise türün iyi bir örneği olur. Şeytan, kara büyü tarzı dehşetler
seyirciyi beklemektedir.
İtalyan usta Dario Argentino, “Suspiria”da (1977) şeytana
tapanların yönetici olduğu bir kolejde yaşanan kanlı olayları anlatır.
Richard Donen’in “Omen”in de (1976) ise yine bir çocuk
şeytan belasından muzdariptir.
Stanley Kubrick’in ünlü “The Shining”i (1980) dehşet ve
şok sinemasının meşruiyeti gibidir.
Anısına sonsuz saygıyla yazıyı Giovanni Scognamillo’nun şu değerlendirmesiyle noktalamalı:
“Korku-dehşet sineması, -ya da salt dehşet sineması- bugünün deneme türü haline gelmiştir. Görsel-işitsel bir büyü diye tanımlanan çağdaş sinemada korkunun rengi, kokusu, dokusu ve biçimi değiştiyse de bunu doğal karşılamalıyız. Nasılsa Hollywood sinemasının ölçülerine göre “fastfood ve gore” tümden geçerli ve karlı görünüyor. Varış noktası buysa ve bu olacaksa ne korku eski korkudur ne de dehşet eski dehşet. Yenilenince bir şeyler yitirildi, zevk, estetik ve daha olgun bir boyut. Gerisiyse her an perdelerimizde ya da cam ekranlarda…”