Edebiyatta “karşı” yaka

Edebiyatta "karşı" yakaların bir çekim etkisi hep olmuştur. Karşı yakayı sınırların belirlemesi buruk sonuçlar da doğurur. Vapurla ulaşılan karşı yakalar da edebiyatta iz bırakmıştır.

Tahir Abacı / Cumhuriyet Kitap Eki

Theodorakis, anılarında anlatır: Çocukluğunda ve ilk gençliğinde ailenin yaşlı kadınları kıyıda toplanır, ortaya küçük bir tahta sandık koyar, “karşı” yakaya, yani Anadolu’ya bakarak ağıt söyler, ağlaşırlarmış. Meğer o tahta sandıkta, ailenin muhacir olmadan önce Anadolu’da sahip oldukları taşınmaz malların tapuları varmış.

Cevat Çapan’ın çevirisiyle Seferis’in şiirlerini bir araya getiren derlemelerin (Üç Kırmızı Güvercin ve Profil) başındaki önsözde de onun şiirlerinde “öteki kıyı” “öteki dünya” “öteki hayat” sözlerine sık sık rastlanıldığı anımsatılır. İnsanların doğup büyüdükleri toprakları yitirmeleri bir çeşit anne yitirimi gibi olduğundan, oluşan “kollektif öksüzlük” duygusu, pek çok sanat eserine, en çok da şiire yansımıştır.

KARŞI YAKA “MEMLEKET” OLUNCA...

Göç, bazen de “tekil”dir, bir sınırla ayrılmış karşı yaka yüreği de tam ortadan bölmüş gibidir: “Karşı yaka memleket / sesleniyorum Varna’dan / İşitiyor musun, / Memet memet. / Karadeniz akıyor durmadan, / deli hasret deli hasret, / oğlum sana sesleniyorum, işitiyor musun, / Memet!.. Memet!”

Ahmed Arif, “Otuz Üç Kurşun” şiirinde, arada su çizgisi olmaksızın, salt sınırın bile “karşı” yakayı belirleyebildiğini anımsatır. Kaçakçılık iddiasıyla öldürülmüş köylülerden birinin ağzından konuşulsa da, bireysellikten öte bir gerçeklik sözkonusudur: “Kivreyiz, hısımız, kanla bağlıyız / Karşıyaka köyleri, obalarıyla / Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu / Komşuyuz yaka yakaya / Birbirine karışır tavuklarımız / Bilmezlikten değil / Fıkaralıktan / Pasaporta ısınmamış içimiz / Budur katlimize sebep suçumuz / Gayrı eşkiyaya çıkar adımız / Kaçakçıya / Soyguncuya / Hayına...”

ÜSKÜDAR İLE KADIKÖY’ÜN ARASI

Öte yandan, “grup vakti” Cihangir’den karşı yakaya bakınca “güneşin vehmi”nin camlardan saray yarattığını gören şair de var. “Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka / Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka” diye sürdüren Yahya Kemal, “Hayal Şehir” şiirinin ancak sonunda gerçeğe döner: “Gece, bir çok fıkarâ evlerinin lâmlabaları / En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdar’ı.”

Yerleşim yerlerinin çoğu, ya bir nehir ile, ya bir boğaz ile bölündükleri için “öte” yakaya sahiptirler. İstanbul, Haliç girintisiyle ve Boğaz koridoruyla fazlasına da sahiptir. Ancak en çok Üsküdar ve Kadıköy “karşı” sayılır, romanlarda “karşıya geçme” etkinlikleri en çok oralardan yapılır. Bu iki semt, tam birer simgesini oluşturmasalar da, kültürel farklılaşmaların cisimleşmesi gibi bir işleve de sahiptir. Osmanlı’nın Asya kıtasındaki seferlerinin başlangıç noktası olan Üsküdar, Suriçi’ne “kalben” bağlılığını sürdürürken, Kadıköy bağımsız bir “dükalık” gibi durur ve Pera ile daha çok bakışır.

AVRUPA’DA ÇALIŞIP ASYA’DA GECELEMEK

Bâbıâli yayıncılığın, dolayısıyla edebiyatın merkezi iken, her akşam yokuş aşağı inip karşıya taşınmak, başka deyişle Avrupa’da çalışıp Asya’da gecelemeye gitmek, yüz yıl boyunca neredeyse törensel bir boyut kazanmış; seyir, okuma, karşılaşma, sohbet fırsatlarıyla renkli bir yaşama biçimi haline gelmişti. Acıbadem - Moda hattında oturduğum on yıl boyunca ben de bu atmosferi yaşayanlardan biri olmuştum. Sonra yayıncılık plazalara taşındı, edebiyat da “muhit”ini iyiden iyiye Kadıköy’de oluşturmaya koyuldu.

Hakkını yemeyelim, Kadıköy Türkçe’yi ayağa kaldırmış pek çok şair ve yazarın da yeri yurdudur. Sokaklarında hâlâ Ahmed Rasim ile Ahmet Haşim’in ruhu dolaşır; hangi sokaklarda oturdukları, hangi evlerde yaşadıkları, “uğrak” noktaları bilinir ve söylenir. Yıllar önce kiralık ev aranırken, Moda’da Halit Ziya Uşaklıgil’in yakını bir ev sahibi hanımefendi ile karşılaşmıştım ve bana komşu Karaosmanoğulları’ndan söz etmişti. Yakup Kadri, anılarında Yahya Kemal’i de misafir ettikleri, az çok yoksunluklar yaşadıkları Kadıköylü yıllardan da söz eder.

Serteller, Nef’i Sokağında oturmuşlar, Tan gazetesinin yok edildiği günlerin sıkıntısını, polis gözetimi altında orada yaşamışlardır. Nâzım Hikmet Kadıköy’ün eskilerinden sayılır, orada karpuz satmışlığı da var. En ağır yergilerinden birini, Süreyya Sineması müdürü olan babasını hasta yatağında para için sıkıştıran sinema sahibi için yazmıştır. Suat Derviş, 1944 öncesi TKP hareketinin başındaki eşi Reşat Fuat Baraner’i Mühürdar’daki bir evde saklamıştır. Kadıköy’ün edebiyat ve düşünce hayatındaki çok daha geniş yeri, çeşitli anılarda ve özellikle Adnan Giz’in ve Dr. Müfit Ekdal’ın orayla ilgili monografik çalışmalarında bulabiliyoruz.

KADIKÖY’ÜN ROMANINI YAZMAK

1930’larda ürün vermiş olduğu halde, geç keşfedilen yazarlardan biri olan Safiye Erol ise ruhuyla Üsküdar, gövdesiyle Kadıköy tarafında gibidir. İlk baskısı 1938’de yapılmış olan Kadıköyü’nün Romanı, hâlâ köşkler ve konaklar, geniş bahçeler, çayırlıklar, suyu temiz plajlar barındıran bir Kadıköy’de, ancak gamsız hali vakti yerindeler dünyasında gezinir; kadın kahraman, aşktaki mutsuzlukları bir “sosyal çevre” eleştirisine dökmeden, mistik bir doğrultuda anlamlandırmaya yönelecektir.

Gökhan Önce, Kendine Özgü Bir Semt, Moda kitabında, semtteki “izdivaç”ların Moda Plajı’ndaki tanışmalara dayandığını yazar. Kadıköy’ü konu edinen diğer kitaplarda da, orada doğan her çocuğun, özel hastahanesiyle semtte bir bölgeye (Şifa) adını veren efsane doktor Mehmet Ata Bey’in elinden geçtiği anlatılır, onun kırmızı otomobili hangi evin önünde duruyorsa o evde bir doğum olduğuna işaret sayılırmış. Aynı doktor Safiye Erol’un romanında da karşımıza çıkacaktır. “Avrupai danslar” da en çok bu Asya köyünü etkilemiş, sadece gazino ve kulüplerden değil, evlerden de dans müzikleri yükselmiştir. O kadar ki, hızını alamayan ama kavalye de bulamayanlar, bir sandalye ile “temrin”i sürdürmüşlerdir.

“KARŞIYAKA DA İZMİR’İN GÜLÜ”

İzmir’de Konak’tan kalkıp Karşıyaka’ya giden “şehir hatları” vapurlarında da “karşıya gitme” lezzeti birebir yaşanır. Tek fark, bir kıtadan ötekine geçmek yerine Körfez’i geçmektir. 1930 - 1950 aralığında gitmiş olsaydık, iskeleye yakın ev yaptıran Samim Kocagöz’ü, yakınlarda oturan ve denemelerinde bizi Karşıyaka sokaklarında ev ev dolaştıran, orada yerleşik şair Tokadızâde Şekib’in intiharındaki dramı aktaran Salâh Birsel’i, Paris’te değilse Attilâ İlhan’ı, tutuklu değilse Şükran Kurdakul’u, ninesinin Bostanlı’daki evinden çarpıcı anı - hikâyeler devşiren Tarık Dursun K.’yı oralarda görebilirdik. Onlar, “yayın dünyası”na uzaklığı nedeniyle Karşıyaka’dan uzak düşseler de, bağlarını da hiç bir zaman koparmamışlardır.

Haydi “karşı”ya, yeter ki arada sınır olmasın...