Edebiyatın derin yarası; öksüzlük ve yetimlik!
Küçük yaşta annesini ya da babasını yitirmiş edebiyatçıların ağıtları eserlerinde de sürüp gitmiştir. Ölümler, sadece düştüğü yeri yakmıyor, az çok “kolektif” ve hayli “edebi” sonuçlara da yol açıyor...
Tahir Abacı / Cumhuriyet Kitap EkiYahya Kemal Ahmet Hamdi Tanpınar
Erken ölümlü anne - baba hikâyeleri,
edebiyatın “kişiselleşme” sürecine bağlı olarak karşımıza çıkmaktadır. Rıza
Tevfik’in babasının görevi gereği bulundukları “sıtma yuvası” İzmit’te annesini
yitirmiş olduğunu, bunun üzerine bir kaç mersiye yazdığını anmıştık. Cenap
Şahabettin de, çocukluğunda geri dönmeyen subay babasını savaşa nasıl
uğurladıklarını anlatır.
ENGİN UFUKLAR, SEMÂVÎ GÖZLER...
Yahya Kemal’de olay ağıt yakmanın
ötesine geçer. On üç yaşında, annesi Nakiye Hanım’ın Üsküp’te veremden ölümüne
tanık olmuş, anılarında ve şiirlerinde değinmiştir. “Ben girmeden hayatı
şafaklandıran çağa / Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.” Annesinin gözleri
ile gökyüzü özdeşliği, onun tematik eksenini etkilemiş, Kendi Gök Kubbemiz
esinini vermiştir: “Annemin na’şını gördümdü; / Bakıyorken bana sâbit ve donuk
gözlerle (...) Âh, o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde / O yaşarken o semâvî,
o gülümser gözler / Ne kadar engin ufuklardı bana.”
Ahmet Haşim’in Piyâle’sinin ikinci
bölümü olan “Şi’r-i Kamer” dergilerde “Dicle’nin ve Annemin Hatıraları” adıyla
yayımlanmıştır. Ona ününü kazandıran sonraki göllü, havuzlu, nehirli şiirleri
ve bu şiirlere yansımış yitirme korkusu, hep Dicle çevresindeki gezintilerle
anımsanan hasta annenin yitirildiği çocukluk yıllarına gönderiyor gibidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1921’de Dergâh
dergiside “Annem İçin” şiirini yayımlar. Onun annesini yitirişi daha da
dramatik olmuştur. Kadı olan babası Kerkük’ten Antalya’ya atandığında,
hastalıklar aileyi yolda yakalar, o yüzden uzun süre Musul’da beklemek zorunda
kalırlar. Annesi Bahriye Hanım burada ölür ve gömülür. “Bir günümüz bile sensiz
geçmezken / Şimdi mezarına hasretiz anne” diyen Tanpınar, annelerinin mezarı
sınır dışında kalan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim ile aynı yazgıyı paylaşmış olur.
Behçet Necatigil Ceyhun Atuf Kansu
“ÇOCUK ANASIZ KALDI MI...”
Behçet Necatigil, “Uykusuz Gecede
Dörtlükler” şiirinin üçüncü dörtlüğünde şu çarpıcı dizeleri yazıyor:“Bir köy,
anızlar kesmiş tabanlarımı / Şehirlere getirildim sonra / Çocuk anasız kaldı mı
/ İş işten geçmiş ola.” Necatigil’in hayat / şiir denkleminin önemli ip
uçlarını içeriyor bu dizeler. İstanbul’da bir müftü çocuğu olarak doğan
Necatigil, iki yaşında annesini yitiriyor, büyükannesinin eviyle kendisine pek
yakınlık göstermeyen bir üvey annenin bulunduğu baba evi arasında gidip
geliyor, bir ara Kastamonu’nun bir köyüne gönderiliyor. Hastalıkların da eşlik
ettiği öksüzlük, Nectaigil şiirlerindeki duygusallıkların da ip uçlarını verir.
1921’de Galata rıhtımına yanaşan
gemiden, Almanya’da Spartakistler adıyla bilinen sol harekete katılmış bir grup
genç indi. Bunlar arasında, o sıralar iki yaşında olan Ceyhun Atuf’un babası
Nafi Atuf (Kansu) ve dayısı Mehmet Vehbi (Sarıdal) da vardı. Bunlar, yolda
tanışıp “cahiller” diye takıldıkları ve “ihtilalci” olmaya kışkırttıkları Nâzım
Hikmet ve Vâlâ Nureddin ile de dostluk ederek Ankara’ya geçtiler.
Küçük Ceyhun Atuf, işgal altında
yaşamanın zorluklarını günlüğüne işleyen annesi Ayşe Müfdale Hanım’ın yanında
kalmıştı. Genç kadın, bir gün ölüverir. Ceyhun Atuf ise, babasının ve dayısının
yanına gönderilir. Üvey anneyi öz annesi bilerek büyüyen Ceyhun Atuf’a bir gün
gerçek açıklanır. O yılı duygusal bir dille anlatan Kansu, keşfettiği Yunus
Emre şiirleriyle teselli olmaya çalıştığını ekler. Daha sonra annesinin
günlüklerini de okuyacak, Cumhuriyet Bayrağı Altında başlıklı anılarına
aktaracaktır.
“SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?”
“Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir
kere öldü kör oldum” biçiminde, en ünlü baba ölümü dizelerini yazmış olan Cemal
Süreya, asıl o henüz yedi yaşındayken ve aile sürgündeyken ölen anne
Gülbeyaz’ın yasını (ve zalim üvey anneye öfkesini) sürdürmüştür.
Çocuk önce anneyi tanıdığı, kimliğini
öncelikle ondan edindiği için, anne yitirimi elbette daha büyük etkiler
doğurur, ancak hayatı tanıdıkça babasız kalmışlığın acısı da kendisini
duyumsatmaya başlar. Sözgelimi, babası ölünce Yakup Kadri’nin “idadi” eğitimi
yarım kalır, çünkü annesinin ülkesi Mısır’a dönmek zorunda kalmışlardır. Oktay
Akbal da, babası ölünce, hikâyelerine konu olan konaktan annesiyle birlikte
ayrılır, kiracı durumuna düşerler. Melih Cevdet Anday, Cahit Sıtkı’nın
kendisini “Peyami’ye fazla yüklenme, o yetim” diye uyardığını anlatır. Nâzım
Hikmet’in yergi şiiri nedeniyle “ün” kazanmış bir yetimliktir Peyami Safa’nınki.
Yine de, insancıl Nâzım, açık düşmanlıklarını gördüğü Peyami Safa’nın acısına,
yetimliğine o vurguyu yapmasa daha iyi olurdu diyelim.
Yaşar Kemal Şükran Kurdakul
“TRAVMA”DAN ANLATIYA
“Travmatik” bir baba ölümü ise,
edebiyatımızda büyük epik anlatılara yol açacak sonuçlar doğurmuştur. Yaşar
Kemal, çocuk yaşta kan davasında babasının vurulmasına tanıklık etmese idi,
yine yeteneğini ortaya koyardı kuşkusuz, olayın yol açtığı “tematik
yönlenme”den söz ediyoruz. Başka deyişle, Çukurova feodallerinin vuruşmalarının
yol açtığı sonuçlara Yaşar Kemal’in tematik ilgisi gibi, İnce Memed’in
yetimliği de, belli ki rastlantısal değildi. Annesinin ölümüyle okulu bırakıp
“hayata atılmak” zorunda kalan Kemal Tahir gibi, onun sonraki durağı da
gazetecilik olur, edebiyata oradan gelir.
Baba kaybının acısının bir şairdeki etkisini kulaklarımla da duymuşumdur. 1974’te, köyünde,“babadan kalma” evinde, yoksunluklar ortasında bulduğum Enver Gökçe, hastalanan babasının Ankara’ya hastaneye gidişini, orada bir başına ölüşünü, sonraki yıllarda onun mezarını çok aradığını, duygulu bir dille anlatmıştı. Yoksul tesellisi, yetimliği, ona Ankara’da bir özel ilk okulun kapılarının açılmasına yol açmıştır.
BABA MİRASI
Şükran Kurdakul da, aklı erer yaşa
gelince annesine “babam nerede” diye sormaya başlar ve “Antalya’da” cevabını
alır. Baba gerçekten Antalya’dadır ama toprağın altındadır. Kurdakul, biraz
daha büyüyünce, asker babanın çeşitli cephelerde geçmiş hayatını ve anılarını
miras alır, yazdıklarına aktarır. Fakir Baykurt da, köy emekçisi babasını sekiz
yaşında yitirir, aile çevdesinden el atanlar sayesinde eğitimini
tamamlayabilir.
Öksüzlük ya da yetimlik yaşamadım, annem ve babam, doksanlı yaşın eşiğinde öldüler. Ancak bir yaşında annesini, üç yaşında babasını yitirmiş olan annemin duygusallıklarına ömür boyu tanık olmuşuzdur. Herkesin yakın çevresinde bu türden hikâyelere rastlanır. Ayrıca çocuğu ölen, eşi ölen, kardeşi ölen, sevgilisi ölen edebiyatçıların acılarına da eserlerinde tanık olmuşuzdur. Ölümler, ateş gibi sadece düştüğü yeri yakmıyor, az çok “kolektif” ve hayli “edebi” sonuçlara da yol açıyor...