Edebiyatçıların gözüyle 5 kentte keyifli bir yolculuk

Mario Levi, Sunay Akın, Jale Sancak, Canan Tan ve Nedim Gürsel çok sevdikleri, huzur buldukları kentleri anlattı.

Nebahat Koç

Paris

Birçoğumuzun huzur bulduğu, “fırsat olsa da kaçsam” dediği yerler vardır. Bizi çeken şey kimi zaman o kentin tarihi ya da özel bir mekânı kimi zaman doğal dokusu, kültürü, mutfağı olabilir. Belki de çeken şey kentin efsaneleridir...

Mario Levi, Sunay Akın, Jale Sancak, Canan Tan ve Nedim Gürsel’e çok sevdikleri, huzur buldukları kentleri sorduk ve Bodrum/Yalıkavak, Nürnberg, Paris, İzmir/Urla ve İstanbul’da keyifli bir yolculuğa çıktık. 

Buraları, bir kez de edebiyatçı gözüyle keşfetmek, muhtemelen iyi gelecek. Özellikle de bu Covid-19 pandemi günlerinde... Yapılacak en iyi şey kapalı mekânlardan uzak durmak, sokaklarda kaybolmak...

Sunay Akın: Suya kâğıt gemi bırakırım

Kar kürelerinin içine girmeyi çok istediğimden, bir aralık ayında Nürnberg’te olmayı hayal ediyorum. Birbirinden renkli süslemelerle yılbaşının karşılandığı bu masal kentinde, sayıları azalsa da oyuncak tarihinin en seçkin ve müze değeri taşıyan örneklerine sahip koleksiyonerlerle yaptığım sohbetler, binlerce kitabın ışığına bedeldir benim için.

İstanbul Oyuncak Müzesi’ne giden yolun ilk adımı olan Nürnberg Oyuncak Müzesi’nin kapısından içeri, sanki ilk kez ziyaret ediyorum duygusuyla giriyorum, bir kez daha. Otuz yıl öncesinde, bir saatlik zaman diliminde gezeceğimi sandığım ama bir türlü ayrılamadığım bu müzede, oyuncak tarihinin en güzel örnekleri arasında yine saatlerce dolaşıyor, bebek evlerinin içine küçülüp de girme hayali kuruyorum.

Oyuncağın başkenti olan Nürnberg’te, Nazizmin bir zehir gibi tüm ülkeye yayılan ilk kitlesel buluşmalarının yapılmış olması ne acı bir gerçektir! Her seferinde tüylerimi ürperten bu bilgiyle, Albert Dürer’in müzeye dönüştürülen evinde buluyorum kendimi, ünlü ressamın çizdiği ellere sığınmak için...

Kitapevleri, antikacıları, sahafları ve müzeleriyle bilgi dünyasının tükenmeyen sırlarını barındıran bir kent Nürnberg. Bergama Tapınağı’nın kentteki mimari bir yapıyla olan hikâyesini bulmak size kalıyor. Bir köşesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın heykelinin bulunması da barındırdığı sürprizlerden sadece biri!

Göl, ırmak ya da deniz kıyısı... Ziyaret ettiğim her kentin sularına kâğıt gemiler bırakırım. Nürnberg’in içinden geçen Pegnitz Irmağı’nda yaptığım bir kâğıt geminin yüzdüğünü görmek, şu pandemi günlerinde hayalimi en çok süsleyen yolculuktur.

Jale Sancak: Paris mutluluktur benim için

Görmeden önce de benim için Louvre, Sacre Coeur, Notre Dame ve Eiffel değil, İstanbul gibi edebiyatın başkentiydi Paris ve bu duygum hiç değişmedi. Eiffel’e ise hiç yaklaşmadım. Aslına bakılırsa Paris’e hep iş için gittim, ne var ki şehrin ruhuyla tanışmama, edebiyat yolculukları ve kaçamaklar yapmama engel olamadı bu durum. Paris’e her gidiş, fırsat buldukça uzun, daracık sokaklarda sevgili yazarım Patrick Modiano’nun düşlerinde, karakterlerinin izini sürüp kitaplarının atmosferinde ya da bıraktığı boşluklarda kaybolmaya dönüştü. Güzeldi bu kayboluşlar.

Saint-Germain Bulvarı’nda ya da Dante sokağında “En Uzağından Unutuşun” romanıyla el ele yürümek, Denfert-Rochereau Meydanı’nda, sokakların kraliçesi diyebileceğim Rue de l’Abreuvoir’da “Kötü Bir İlkbahar”la sarmaş dolaş olmak unutulmaz anlardı. Şehir, bellek arkeoloğu Modiano’nun peşinden gitmekti artık. Bu yüzden her defasında Haussmann Bulvarı’ndan, Quartier Latin’den, Saint Lazare Garı’ndan mutlaka geçmek istedim.

Elbette sadece Modiano’nun değil, Abidin Dino’nun ve sevdiğim diğer yazarlarındı Paris. Bu yüzden illaki Montmartre’da, Montparnasse’ta gezinmek, Montparnasse’ta Cafe Rotonde ya da Cafe De Flore’de hiç değilse bir kahve içmek ve düş kurmak istedim: Hemingway şurada, şu masada oturmuştur mutlaka; Rimbaud cam kenarı sevmediği için kuytu bir köşe seçmiştir; Scott Fitzgerald tam o sırada Le Select’te; namlı şair Apollinaire, La Closerie des Lilas’dadır. Sevgili ressamım Hale Asaf ile sevgilisi şair Aniante ve en yakın dostları Malaparte ise Cafe La Coupole’de kaygılı gözlerle savaşın yaklaştığından söz etmektedirler... Gerçeği bilmiyorum, bütün bunlar kahvemi yudumlarken aklımdan geçenlerden sadece birkaçı...

Mario Levi: Çılgın kalabalıktan ne kadar uzakta...

Ne çok kaçabildiğim ve kaçmak istediğim yer vardı. Şimdi bu sözlerin ardından, birçoğu hafızamda bir resmi geçit yapıyor. Erenköy’ün bir sayfiye olduğu günler, Bozcaada... Hepsi yazla alakalı sanki... Çünkü şehrin bunaltıcılığından uzaklaşmak vardı. Ne kadar mümkündü?

Son yıllarda en çok sevdiğim yerse Bodrum Yalıkavak... Ama mümkün olduğunca o çılgın kalabalığa bulaşmadan... Denizi çok sevdiğim için mi? Hiç şüphe yok ki öyle. Ama daha fazlası var galiba. Kendime evimin bahçesinde inşa edebildiğim küçük cennet. İçimden geçenler de dikkate alındığında ne kadar cennet, bilemiyorum tabii. Ama hiç değilse denizi hissedebiliyor, toprağa dokunabiliyorum. Ağustosböceklerinin sarhoş edici ötüşlerinin eşliğinde yazabiliyorum. Gecenin efsununu daha çok hissedebilmek için...

Yazmak yaşamak değil miydi aynı zamanda? Orayı kış aylarında yapamadıklarımı yapabildiğim, kitaplarıma daha çok zaman ayırabildiğim için de mi seviyorum? Soruyu sormaya ihtiyaç duymam bile anlamlı değil mi?

Canan Tan: Tanışmadan selamlaşmak

A nkara’da doğdum. Diyarbakır’a gelin gittim. Diyarbakır’a giderken de ağlamıştım dönerken de. Sıcacık, misafirperver insanları çok etkilemişti beni. Hatta Piraye isimli romanımı da Diyarbakır’dan ilhamla kaleme aldım. Hayatıma etkisi olan çok şehir var elbet hatta etkilendiğim pek çok ülke!

Ama yaşamak için çok sevdiğim hayran olduğum İzmir’i seçtim. İçinde bulunmaktan mutluluk duyduğum şehir İzmir. Bilinçli olarak seçilmiş bir tercih! Birbirini tanımayan insanların selamlaşması... Dostluk, dayanışma ve huzur! İzmir’de olmak başlı başına bir mutluluk sebebi olabiliyor çoğu zaman. Bu mutluluğu ve huzuru kışın İzmir’de, yazın da İzmir’in en güzel ilçelerinden biri olan Urla’da buluyorum. Antik çağlara uzanan tarihi dokusunu korumayı bilen küçücük köyleri, temiz havası, şahane denizi, lezzetli otları, güzel yemekleriyle Urla, beni kendine bağlayan çok önemli bir durak, nefes alabildiğim bir alan.

Nedim Gürsel: Gittiğimde yanımda İstanbul’u da götürüyorum

En sevdiğim şehir değil, şehirlerden söz etmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum ama Bursalı bir dervişin şu sözleri geliyor aklıma: “Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.”

İçimde paslı bir hançer gibi taşıdığım, gittiğim her kente her coğrafyaya yanımda götürdüğüm en sevdiğim şehir İstanbul, Kavafis’in o şiirindeki gibi hep peşimden geldi. Yalnızca Sevgilim İstanbul kitabımda değil birçok öykümde başköşeye kuruldu. Türkiye’de ve dünyada en çok ilgi gören romanım Boğazkesen’in de odak noktasına, bir anlatı kahramanı olarak yerleşti. Eğer Paris’e demir atıp “ışıklar kenti”nde neredeyse elli yıl yaşamasaydım, İstanbul’u belki de bu denli sevmez, onunla aşk-nefret ikileminde nevrotik bir ilişki kurmazdım. Evet, İstanbul varoluşumun vazgeçilmez bir parçası oldu, giderek kitaplarımda yazınsal bir izleğe dönüştü.