Edebiyat ve hikâyat... M. Sadık Aslankara'nın yazısı...

Dinlenip anlatılan, duyulup söylenen, yazılıp okunan, sonuçta bir yolla kurulan her hikâye ediş, görece bir edebiyat biçimidir elbette. Ancak edebiyat dediğimiz estetik ulam, bunlara indirgenemez yine de.

M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap Eki

YAŞAMDAN ROMAN KURMAK, ROMANDAN YAŞAM ÇIKARMAK

18 Mart’la 25 Nisan arasında kalan ve Çanakkale Şehitleri’nden Anzak Günü’ne uzanan otuz-kırk gün, 1915’in bu dramatik topraklarında, erguvanların patlayıp şahlanma, şelale halinde akma zamanıdır. Kimileri bu tarihlerde koltuk altında cüzleri, ziyaretçiler arasında gide gele dura koşa bir yandan Gelibolu için menkıbeler uydurur bir yandan da dualar mırıldanıp inayet bekler.

Derken erguvanlar sönmeye koyulur, gerçeklikle yüzleşmek için belki de bütün o yanışlarla renklerin, eylemlerin geride kalması ama her birinin kavramsal tortuya dönüşmüş imgeler halinde zihne yerleşmesi gerekir. Bu da soyutlayım, dönüştürüm anlamına geliyor kuşkusuz; böyle olunca bir şeyi anlatmak şurada kalıyor, anlatma hüneriyse alıp başını başka yerlere gidiyor. Edebiyatın nadası işte tam da bu eşikte yaşanıyor.

Masamdaki birkaç romana, bu düşünceler eşliğinde göz atalım istiyorum. Hangileri bunlar? Aydın Köksal; Arayış (Toroslu, 2020), Kırmızı Kedi’den Demet Altınyeleklioğlu; Sustum Anne (2019) ve Nurten Yalçın Erüs; Leon Bahar’ı Takdimimdir (2019), Nehir Gencay Divitçioğlu; Müellifler Zamanı (Kanes, 2019), Leyla Draman: Gülistan (Potkal Kitap, 2019).

Yazarlar gerçek hayatlara yöneldiğini başta açıklıyor ya da bu, kitabın kapağında belirtiliyor. Bilimci-yazıncı Aydın Köksal, özyaşamöyküsünü, romanla örtüşen “anı-roman” biçemiyle sunuyor. Kendi yaşamına yönelen tek ad olarak Köksal, kimi satırlarını “folklorumuzun parçası” (61) gibi alsa da yapıtların tümü, kapsayıcı dil-mantık yapısıyla üretilmiş anlatılar yine.

Demet Altınyeleklioğlu, Sustum Anne’de Şükûfe Nihal’i, kurmacasının temel karakteri alıyor; Nurten Yalçın Erüs, Leon Bahar’ı Takdimimdir’le “Varlık Vergisi sürgünü Leon Bahar’ın” yaşamına yönelip “biyografik roman” koyuyor ortaya. Nehir Gencay Divitçioğlu, Müellifler Zamanı’nda, Halide Edip’i öne çekip kuşaktaşı kimileriyle birlikte işleyerek anlatısını kuruyor.

Yaşam öyküsel nitelik taşımasa da hep olgusal yaşamda karşılığı olan kişiler seçiliyor. Her yazar sözlü tarih belgeselini hedeflemiş görünüyor böylece.

Ne ki karakterler, yaşam öyküsel veriler ve bunların çevrelemesi, ister istemez okuru sınırlayıp kuşatıyor. Layla Draman, “biyografik roman” olarak nitelese de Gülistan’da yaşamda tanımayan Gülistan’ın Sudan’dan Türkiye’ye uzanan “hikâyesi”, karakterin yaşamöyküsü, okuru görece daha özgür kılıyor.

Sonuçta ilk dört yazar, verili konumdaki karakterleri, bunlara dolanık salkım hikâyeleriyle kurmacayı geliştirirken bir şeyleri söyleyip göstermek, anlatmak, paylaşmak, uyarmak, öğretmek vb. bilişsel yanlarla harmanlayıp romanın üzerine ağırlık yükleyebiliyor bir biçimde.

Leyla Draman da bunu yapıyor, ancak bilinirlik sergilemeyen karakterleri nedeniyle olgusal kısıtlardan enikonu kurtuluyor okur. Son yıllarda geçmişi bu yolla öğrenip kavramaya yeniden kurmaya dönük iştah, dizilerle atak yaptı belki ama 1980 sonrasının başat eğilimlerinden biri bu.

Ancak romanda, okuru yaratıcı kılan diyalektik kuşatıcılık, determinist kavrayışla konserve ediliyor böylece. Soyutlayım, dönüştürüm odaklı alımlanma gücünü yitiren yapıt, o zaman okuru, uslu bir dinleyici gibi alıyor; gazetelerde hikâye edilen, daha çok öğreni merakını karşılayan, böylece etik, dramatik vb. haz üretip popüler habercilikle örtüşen bir yazarlık gölgesi giriyor araya.

BELGE ROMAN, BELGESEL ROMAN

“Siyasal roman”, belgeler eşliğinde olayları sıralayan bir anlatıma dayalı yapıt anlamına gelmez. Sözgelimi Kafka romanları siyasal başyapıttır, bunu söylemek gerekmese de. “Belgesel roman” denildiğinde belgelerin soyutlayımı, dönüştürümüyle ortaya çıkan yapıtlar anlaşılır aynı şekilde, oysa “belge roman”, belgelerin sıraya alınıp roman diline uygun düz değiştirimle yansıtılmasıdır.

Tanrı-romancının, “halk romancılığı” alt başlığıyla bu ulama alınabilecek pek çok romanı, herhangi artalan açılımına girmeden salt ön yüzüyle okunan, hoşa giden serpintilerle okuru mutlandıran anlatılar haline getirip önümüze bıraktığı söylenebilir.

Bu anlayış, yüzyıllardan bu yana işlevsel tutumla üretilen yapıtlarda hep görülüyor. Öyleyse kimi belgesel romanları belge roman olarak almak daha doğru bu nedenle.

Dramatik döngüsüyle, melodramatik uçlara açılımıyla böyle bir roman etki sağlasa da estetik açıdan bilimsel-düşünsel temelde kavramsallaşmanın sağlandığı bir roman sanatının öteden beri yine bizimle olduğu unutulmamalı.

BİÇİMLENDİRME, YAPILANDIRMA ARAYIŞLARI

Tadeusz Borowski, Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler (Çev.: Seda Köycü, Alakarga, 2019) adlı yapıtında, Halide Edip’in Türkün Ateşle İmtihanı’nda (1962) sergilediği yaşam deneyiminden damıtılan yazarlık hüneri benzeri hikâye edişle örtüşen bir kavrayışla yaşadıklarını doğrudan anlatmaya kilitli öyküler toplamı getiriyor denebilir.

Yaşadığı kahırlı acılarla otuzuna varmadan intihar eden şair, yazar Tadeusz Borowski, toplama kamplarının ağır koşullarında insanların sınıfsal tutumunu da ortaya dökebiliyor. Yapıta eklediği farklı sözlük kavramsal açılımını gösteriyor onun.

Sonuçta Auschwitz odaklı, sıra dışı bir yansıtım. Borowski gibi kuşkusuz öteki yazarlar da okunmayı hak ediyor. Ama her hikâyat edebiyat olamıyor.

www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.