Dünya Kamuoyu ve Başbakan!
cumhuriyet.com.trBirleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, Avrupa Sendikalar Birliği, Avrupa Hukukçular Birliği, ABD, Almanya ve daha bir dizi uluslararası kurum, kuruluş ve devlet yetkilileri, Başbakan Erdoğan’ı demokratik hak ve özgürlüklere saygılı olmaya çağırıyor, uygulanan şiddeti kınıyorlar. Ve Sayın Erdoğan “Sizi tanımıyorum, bildiğimi yaparım” diyor!
Sayın Erdoğan’ın bu tavrı, sorumluluğunu taşıdığı başbakanlık görevi ve Türkiye’nin çıkarlarıyla tamamen çelişiyor. Dünyanın belli başlı kurumlarına ve kamuoyuna böyle bir tepkiyi, sadece dikta yönetimi heveslisi kişiler gösterebilir. Çünkü bu kişilikler, sadece “ben odaklı” düşünür ve davranırlar. Görüşlerini tek doğru sanırlar ve bunu zorla da olsa kabul ettirirler. Kendi ülke ve dünya kamuoyu onları ilgilendirmez. Onlar öyle bir şeytan çemberi (circulus vitiosus) içersindedirler ki, olaylar zinciri onları iyiden iyiye bir çıkılamaz çember içine alır ve sürükler. Artık bu çemberi kıramazlar; aksine çember o kişilerin davranışlarını belirler.
Türkiye - Avrupa Birliği ilişkileri
Konuyu burada sadece Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bakımından irdelemek isterim. Türkiye, 50 yılı aşkın bir süredir Avrupa Birliği’ne tam üye olma uğraşı içindedir. Avrupa Birliği üyeliği, özellikle de bu Birliğin kurucu üyeleri göz önünde bulundurularak Türkiye için aynı zamanda, hemen her alanda daha ileri, daha çağdaş, daha sosyal, daha kalkınmış; yerleşmiş demokrasiye, hukuk devletine, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir çağdaşlaşma projesi olarak benimsendi. Federal Almanya Parlamentosu milletvekili olarak, “Avrupa Birliği Komisyonu üyesi” ve Sol Parti’nin “Avrupa Birliği Genişleme Sözcüsü” görevini sürdürürken Avrupa Birliği ülkelerinde özellikle sağ eğilimli “Hıristiyan Birlik” partilerinin, Türkiye’ye nasıl çifte standartla davrandıklarına yakından tanık olmuş ve bunlara karşı sert tavırları sergilemiş biriyim. Bu kesimler çoğunlukla Avrupa Birliği’ni, kabul edilemez bir yaklaşımla, bir “Hıristiyan Birliği” olarak görürler. Şansölye Merkel ve partisinin “Türkiye için imtiyazlı üyelik” önerisine en sert eleştirilerimle yıllarca karşılık verdim. Ancak Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde, özellikle demokrasi, hukuk devleti ve sosyal devlet olma yolunda desteklenmesi gerektiğini, Sosyal Demokrat Partiler, Sol Parti ve Yeşiller’le birlikte savunduk.
Başta TRT olmak üzere, medyanın büyük bir kesiminin devlet baskısıyla Başbakan’a alkış tutmayı kabul ettiği, özel yetkili mahkemelerin emirle birçok etkin muhalif yurtseveri tutuklattığı, bağımsız yargının büyük ölçüde yok edildiği, özgür olması gereken bilimin ve üniversitelerin susturulduğu, binlerce üniversitelinin kovulduğu, kamuoyu kuruluşlarının ve ülke varlıklarının gerçek değerlerinin çok altında dost ve ahbaba satıldığı, doğanın ve çevrenin gasp edildiği, artık herkesin gördüğü ve yaşadığı bir gerçek oldu.
Artık tahammül edilemez bu gidişata baş kaldırmak için bir kıvılcım gerekiyordu. Gezi Parkı’nda, barışçıl yoldan direnişe geçen gençlere, inanılmaz şiddet, baskı ve zulüm gösterilmesi, başta gençler olmak üzere, geniş bir halk hareketinin doğmasına yol açtı. Atatürk’ün, son derece bilinçli olarak, Laik Türkiye Cumhuriyeti mirasını emanet ettiği gençler, “yeter artık” diyerek kararlı, onurlu ve saygın bir direnişe geçtiler. Antidemokratik ve baskıcı yönetime karşı her meslekten insanların Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında katıldığı güçlü bir halk hareketi başladı.
Dünya kamuoyu artık sessiz kalamazdı
AKP hükümeti Türkiye kamuoyunu, büyük oranda eline geçirdiği medya ve yanlış enformasyon politikalarıyla aldatmayı bir süre başardı. Avrupa siyasilerini ve sermaye çevrelerini de ultra liberal ekonomi politikaları, özelleştirmeler ve kârlı sermaye transferleri nedeniyle arkasına alabildi. Ancak Avrupa kamuoyunda hümanizme, insan hak ve özgürlüklerine, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine önem veren etkin bir kesim de var. Başbakan’ın, Gezi Parkı’nda, Taksim’de, Ankara’da, İzmir’de ve diğer birçok ilde en demokratik haklarını kullanmak isteyenlere gösterdiği biber gazlı, gaz bombalı, tazyikli su ve coplu orantısız şiddet, baskı ve zulüm, beş yurttaşın ölümü ve yüzlercesinin yaralanması, dünya kamuoyu vicdanını derinden yaraladı. Başbakan’ın şiddeti körükleyen konuşmaları da, özellikle demokratik Avrupa kamuoyunu harekete geçirdi.
Türkiye’nin, üyelik görüşmelerini henüz sürdürmekte olduğu Avrupa Birliği’nden gelen eleştirilere karşı, Başbakan’ın “sizi tanımıyorum” sözü, adeta tuz biber oldu. Avrupa Birliği ve kamuoyu aldatıldığını geç de olsa gördü ve anladı. Sayın Erdoğan’ın demokrasi maskesi böylece düşmüş oldu. Artık kendisine güven tamamen yok oldu. Avrupa Bakanı sıfatını taşıyan Egemen Bağış’ın, sıkılmadan sarf ettiği, “Taksim’e gidenlere bundan sonra terörist muamelesi yapılacaktır” sözü, bu kişinin artık ciddiye alınabilecek bir muhatap olamayacağını gösterdi. Böylece yüzlerce yurtsever, gazeteci, bilim insanı, yüksek rütbeli subay ve gencin nasıl kolayca ve keyfi olarak, uydurma “terör” suçlamasıyla tutuklandığı da yetkili bir ağızdan kanıtlanmış oldu. Sonuç olarak, Gezi Parkı ve Taksim direnişi, özgür, demokratik ve onurlu bir Türkiye için geleceğe umut veren bir milat oldu.
Prof. Dr. Hakkı Keskin, Siyasal Bilimci