‘Dünya birkaç çağı birden yaşıyor’

İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Doç. Dr. Çiğdem Nas, “Daha önce olmadığı kadar daha küçük, birbiriyle bağlantılı bir dünya var. Ama bu bağlantı arttıkça daha ilkel içgüdülere dönüş, korumacı, ırkçı duygular ön plana çıkıyor. Birkaç yüzyıl aynı anda yaşanıyor sanki” diyor.

MİNE ESEN

Küresel boyutta demokratik değerler erozyona uğruyor, popülizm rüzgârı gericiliği hızlandırıyor. İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Doç. Dr. Çiğdem Nas, dünyada popülizmin tehlikeli tırmanışına karşı demokratik güçlerin daha sınır aşırı bağlar kurmaları, global hareketlere dönüşmeleri gerekeceği görüşünde. Bu çerçevede iklim değişikliğine karşı çevre için mücadele eden hareketlerin, Avrupa Birliği’nden (AB) yana olan grupların daha organize hale gelebileceklerini söylüyor. “Var olan sistemle gitmiyor... Yeni siyasetin artık daha yaratıcı olması gerek” diyor. Nas ile uzmanı olduğu Türkiye-AB ilişkilerinden Trump gibi öngörülemez liderler döneminin damga vurduğu küresel siyasete, geleneksel müttefik kavramlarının çatırdamasına uzanan bir sohbet gerçekleştiriyoruz.

Transatlantik ilişkilerinde ciddi bir gerilim yaşanıyor... Berlin-Paris merkezli AB ile Washington hattındaki ilişkileri nasıl değerlendirirsiniz?
NAS - AB’nin kendi özerk kapasitesini geliştirmesi gerekecek diye düşünüyorum. Savunma, güvenliğe daha fazla harcaması gerekecek. AB bir refah toplumu. Onlar için en büyük güvenlik tehdidi refaha, istikrara, içerideki toplumsal güvenliğe yönelik tehditler. AB çok mecbur kalmadıkça sert güç kullanmak istemez. Ama savunma sanayisine daha ağırlık verecek. Rusya’yı Baltıklar’ın uzağında tutmaya çalışacak. Önümüzdeki dönem ittifaklar değil de, daha çok karşılıklı güçlerin birbirini dengelemeye çalıştıkları, tavizlerle şekillenecek, konjektürel ittifaklarla ilerlenilecek gibi.

Ortaya yeni güçler mi çıkar?
Aslında kurumlar devam ediyor ama içleri boşaltılmış durumda. BM var ama eskisi kadar etkili değil. Ülkeler onların ilkeleriyle kendilerini bağlı hissetmeyebiliyor, dışına çıkabiliyor. AB’nin yaptığı en iyi şey de bu aslında, denge polikası, diplomasi, ekonomide. AB’nin ABD, Rusya gibi bir güç olması mümkün değil şu anda. Böyle bir strateji kültürü de yok zaten. ABD Başkanı Trump, biraz tüccar zihniyetli yaklaşımları olan, pazarlıklarla elini güçlendirmeye çalışan bir politikacı olduğu için kurumsal bağ, kültürüne bağlı kalmayabilir. Artık bundan sonra devletler daha önemli aktör olacak gibi. Var olan evrensel değerlerin korunmasında zorluklar olabilir diye düşünüyorum. Devletlerarası karşılıklı çıkar odaklı politikalar daha geçerli olacak. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan bir düzen vardı şimdi onun aşındığını, dağıldığını görüyoruz ama onun yerine de böyle kural koyucu bir aktör yok.

Dünyada popülist söylem, siyasetin kendine daha fazla destek bulması konusunda görüşünüz nedir?
Popülizm tehlikesi her yerde var, rasyonel bir ülke olarak gördüğümüz İngiltere de dahil. Ama bunun karşısında da popülizme karşı daha ilerici diyebileceğimiz hareketler var. Mesela iklim değişikliğiyle mücadele edenlerin, AB yanlılarının daha örgütlü bir araya gelmeleri gibi. Demokratik güçlerin, daha sınır aşırı bağlar kurmaları, global hareketlere dönüşmeleri gerekecek. Onlar belki bunu dengeleyebilir. Çünkü var olan siyasetle daha ileriye gitmemiz mümkün görünmüyor. Demokratik değerlerde geriye dönüş var, mesela Brezilya Devlet Başkanı oğlunu ABD elçiliğine aday gösterebiliyor, nepotizm gibi geride bırakılması gereken şeyler yeniden gündeme geliyor. Bu ilerici hareketlerin bir şekilde vatandaşların bilincini uyandırıp, popülist liderlere karşı daha geçerli politikalar üretmesi, aktif liderlerini çıkarabilmeleri lazım. Öbür türlü faşizme, ırkçılığa giden bir dünya var. Buna karşı yeni siyasetin daha yaratıcı olması gerekir.

Küresel çapta kaos, öngörülemezlik artıyor. Bu dönemi neyle kıyaslamak gerek?
Bunda teknoloji, sosyal medya gücü de etkili. Daha önce olmadığı kadar küçük ve bağlantılı bir dünya var. Ama bu bağlantı arttıkça da daha ilkel içgüdülere dönüş var, korumacı, ırkçı duyguların ön plana çıkması gibi. Bir de gelir uçurumu... Dünya gelirinin önemli bir kısmının birkaç kişinin elinde çok fazla toplandığı tehlikeli bir gidişat var. I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki döneme de benzetenler var. Popülizmin yükselmesi, o tür liderlerin ortaya çıkmasından da dolayı. Coğrafyada yaşanan gelişmeler, egemenlik vasfı yara alan ülkelerin ortaya çıkması, hepsi bir etken... Şimdiye kadar görmediğimiz dönem, deneyimleyeceğimiz bir dünya olacak.

Tablo karamsar, zorlu...
Evet karamsarlıklar yoğun ama bir yandan da büyük gelişmeler var. Mesela tıp, teknoloji alanına baktığınızda... Ama bir yandan da kontrol edilemiyor, bunlar kötü amaçlarla kullanılabilir gibi korkularla gelecekten endişe duyuluyor. Dünya da artık insanlığın geldiği bu boyutu daha fazla kaldıramıyor. Bir yandan da çevreci hareketler var ama diğer yanda da bunlar hiç yokmuş gibi tüketme üzerine kurulu bir kitle. Bir de yeni bir orta sınıf var, Çin, Hindistan gibi ülkelerde ortaya çıkan. Daha önce çok tüketememiş, şimdi tüketmek isteyen bir zümre. Bu devam edecek, Afrika’nın de gelişmesiyle belki... Birkaç yüzyıl aynı anda yaşanıyor sanki, Ortaçağ, Yeni Çağ, Modern Çağ gibi. Bunların kontrol edilememesi insanı biraz korkutuyor.

Sultanlığa dönüş yok...

Ankara dış politikada zorlu süreçten geçiyor... Türkiye demokratik değerler konusunda ödevini yerine getirmede ciddi sıkıntıda. İçerdeki yangını söndürmeden dışarıya güçlü olmak olası mı...
Şu anda Türkiye’nin daha iyi bir yerde olması gerekirdi. Özellikle 2000’lerin başında önemli reformlar oldu, AB sürecinde. Ama biz bu kazanımları tek tek kaybettik. OHAL dönemi dedik, ama artık çıktıktan sonra bunun normalleşmemesi lazım. Akıl dışı bazı uygulamalar olabiliyor, hukuk alanında görüyoruz. Türkiye’nin Avrupa’da imajı son derece kötü. Ama bu sadece imaj da değil, var olan olumsuzluklar var. Hukuk, yargının durumu belki Türkiye’de eskiden beri problemliydi ama artık daha sorunlu hale gelmeye başladı. Biz diyoruz ki AB ikiyüzlü davranıyor, yargılıyor ama bizim de kendimizi savunabilecek bir düzeyde olmamız lazım. O nedenle de dediğiniz gibi önce kendi evimizi düzene sokmamız gerek. Vitrin düzenlemesi değil de uygulamayı göstermek...
Belli kural, değerler olmalı ve bunlar üzerinde uzlaşmalıyız. Kavga ederek bunu yapamayız. Gençler ülkede bir gelecek göremeyip yurt dışına gidiyor, eğitim sisteminde sorunlar var, ideolojik yapılan şeyler var... Türkiye’nin sanayisi güçlendi, insan kaynağı, bilinç düzeyi var, demokrasiyi de bir şekilde yaşamış insanlar. O nedenle bu yoldan geriye dönüş yok, sultanlığa geri dönemeyiz. Tarihe bakıldığında geriye ileriye gidiş, mücadeleler olmuştur. Pusulamız demokratik değerler, vatandaşın refahı, toplumsal barışın sağlanması olmalı.

‘Türkiye AB’den uzaklaşıyor’

Ankara-AB ilişkilerinde kırılma noktasında mıyız?
NAS- Geçen yıl biraz olsa da ilişkilerde normalleşme sinyalleri alıyorduk. OHAL’in kalkmasından sonra toplantılar yeniden başlamıştı. Ama Kıbrıs meselesi, sondaj kriziyle birlikte alınan kararlar temasları durdurdu. Biraz kör topal da olsa ilişkilerin tekrar yoluna girmesine yönelik çabalar, bir türlü gerçekleşmedi. Türkiye’nin üyelik müzakereleri konusunda AB’den kimi cepheden imtiyazlı ortaklık yönünde öneriler geliyordu, bu son olanlar şunu da gösterdi: İlişkileri farklı bir kulvara çıkaralım gibi bir çaba çok sonuç vermez. Çünkü ilişkileri bütünleşmeye doğru ilerletemezseniz, tam tersine uzaklaşma oluyor... Sorunlar giderek daha jeostratejik bir durum almaya başladı. Türkiye’nin Avrupa’dan ayrışması, AB ile temel vizyon farklılığı ortaya çıkıyor. Türkiye, Rusya gibi ülkelere belki biraz sistem olarak yaklaşıyor.

Ankara’nın seçimleri ve yol haritası hakkındaki görüşünüz nedir?
Türkiye AB’den değerler açısından bir uzaklaşmada. AB’nin de Türkiye’ye karşı hataları oldu ama onları Türkiye bizden uzaklaşıyor diyorlar. AB’nin ikilemi de şu... Her şey de objektif olmuyor her zaman, Kıbrıs meselesinin önümüze çıkarılması, Avrupalı değil argümanı... Bunun karşılığında da Türkiye’de “AB biz ne yaparsak yapalım üyeliğinin çok da mümkün olamayacağı” tarzında bir izlenim doğdu. Bir de tabii Türkiye’deki iç siyasi gelişmeler AB değerleri ile çok uyumlu olmadı. Türkiye’nin reformları uygulayabilme kapasitesi şu an pek mümkün görünmüyor ama aynı şekilde de AB’nin Türkiye’yi içine alıp entegre edebilecek kapasitesi yok. Kendi içindeki sorunlar, Brexit, Polonya, Macaristan, İtalya gibi ülkelerde yaşananlar ortada, AB’ye başkaldırıyorlar. Bu süreci atlatıp farklı bir yapı oluşturabilirlerse, mesela iki katmanlı bir yapı belki, ama o da zor.

AB’nin iki katmanlı yapısı görüşünü açar mısınız?
Mesela Avro alanına dahil olan ülkelerin oluşturduğu iç halka, bunlar daha entegre olacak. Ortak bütçe, para politikaları gibi federe gibi bir yapı şeklinde. Bunlar dış halkada kalan ülkelerle de daha gevşek yeni bir ortaklık modeli yapacak. Uzun zamadır konuşuluyor ama uygulanması da pek mümkün değil çünkü ayrıştırmayı da çok fazla yapamıyorlar.

Kıbrıs’ta sondaj gerilimi AB ile kopma noktası olabilir mi..
Tam kopmayı iki tarafın da göze alabileceğini düşünmüyorum. AB açısından müzakere sürecini tümüyle askıya alma kararı olabilirdi ama bunu yapmıyorlar. Çünkü Türkiye, AB için önemli bir ülke özellikle göç konusunda, Suriye’deki durumla ilgili olarak. Türkiye’yi çok da dışlamalayım, düşmanlaştırmayalım, işbirliği olabilsin istiyorlar. Türkiye de ticari ortak, yabancı yatırım kaynağı olarak önemli görüyor AB’yi.

Ankara, dış politikada dümeni Batı’dan Doğu’ya kırıyor yorumları için görüşünüz nedir?
Kamuoyunda AB’ye destek hâlâ yüksek, yüzde 60 oranlarında. Üye olmak ister misin gibi soruya çoğunluk evet diyor ama üye olunacağına inanç düşük. Son gelişmelerle bağlantılı olarak araştırmalarda Rusya’nın ön planda, önemli bir partner olduğunu görüyoruz. Ama her şeye rağmen AB’ye kızılsa da serbest dolaşım, ekonomi açılarından önemli görünüyor. Demokrasi, insan hakları açısından da. Türkiye’nin Avrupa ile her türlü bağlantıyı, ilgiyi kesip kendisini bir Ortadoğu, Asya ülkesi olarak görmek istediğini pek kimse istemez diye düşünüyorum, ama olaylar bizi oraya yönlendirebilir de...