‘Dünya beyaz değil!’

Amerika’daki siyah mücadelenin üç sembol ismi; Malcolm X, Martin Luther King Jr. ve Medgar Evers. Üçü de kırk yaşını görmeden öldürüldüler. James Baldwin, ırkçılığa karşı mücadele eden bu üç “siyah adam”ın ortak arkadaşıydı. Baldwin’in tamamlayamadığı Remember This House adlı romanına ait notlarla, diğer belge ve tanıklıkları bir araya getirip derleyen Raoul Peck’in sinemaya da uyarladığı Ben Senin Zencin Değilim, Amerika’daki ‘zenci’nin o değişmeyen hikâyesini anlatıyor. Kitabın çevirmeni Sevin Okyay ile siyah mücadelenin kahramanlarını konuştuk.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

“Dünyada herhangi bir beyaz adam ‘bana ya özgürlük ya ölüm verin,’ deyince bütün beyaz dünya alkışlıyor. Siyah bir adam tamamen, kelimesi kelimesine aynı şeyi söyleyince, suçlu olduğuna hükmediliyor ve suçlu muamelesi görüyor ve bu pis zenciden örnek oluşturmak için mümkün olan her şey yapılıyor ki bir daha onun gibisi çıkmasın.”

Kitaptan

Amerika’daki siyah mücadelenin üç sembol ismi; Malcolm X, Martin Luther King Jr. ve Medgar Evers. Üçü de 40 yaşını görmeden öldürüldüler…

Yazar, insan hakları savunucusu James Baldwin, her biri Amerika’daki ırkçılığa karşı mücadelede farklı yöntemleri benimsemiş bu üç “siyah adam”ın ortak arkadaşıydı.

Ben Senin Zencin Değilim de Baldwin’in ABD’deki ırkçılığa karşı bir başkaldırı metni niteliğinde.

Baldwin’in tamamlayamadığı Remember This House adlı romanına ait notlarla, diğer belge ve tanıklıkları bir araya getirip derleyen Raoul Peck’in, aynı adla sinemaya da uyarladığı Ben Senin Zencin Değilim; Baldwin’in kendi yaşamından da anlarla Amerika’daki ‘zenci’nin o değişmeyen hikâyesini anlatıyor.

Kitabın çevirmeni Sevin Okyay ile siyah mücadelenin kahramanlarını konuştuk.

‘BALDWIN İLE 18 YAŞIMDA TANIŞTIM’

- James Baldwin’i çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Baldwin’in bende 12 kitabı var, ilgiyle takip ettiğim bir yazardı. Onu ilk kez İstanbul’u ziyaretinde öğrencisi olduğum Amerikan Kız Koleji’ne geldiğinde görmüştüm. 18 yaşındaydım. Çıktı kürsüye. Sıradan biri gibi görünüyordu. İlk bakışta pek gözümüz tutmadı açıkçası. Fakat sonraki üç dakikada diyebilirim konuşarak insanı esir alabilen gördüğüm ilk insandı. Çok iyi bir konuşmacıydı. Amerika’nın, dünyanın durumundan konuştu, ayrımcılıklar çerçevesinde kendi durumundan da bahsetti.

Kısa süre sonra Sander Kitabevi’ndeki imza gününde kitaplarını imzalattım. Elimde o kadar kitabını görünce hayret etmiş, nereden buldun bunları diye sormuştu. Çok sevdiğim bir yazar, bir aktivistti. O nedenle severek yaptığım bir çeviri oldu. En büyük şansım, Baldwin’in tüm kitaplarını okumuş, kendisiyle tanışmış ve o dönemi yaşamış olmam sanırım.

REMEMBER THIS HOUSE!

- Raoul Peck, James Baldwin’in notlarını derlemeye nasıl karar veriyor?

Raoul Peck, bir film yapmak istiyor ve Baldwin’in kızkardeşi Gloria Karefa-Smart’ı akıl ve onay almak için Washington DC’deki evinde ziyaret ediyor. Gloria, Raoul’u ünlü filmi Lumumba’dan tanıyor, seviyor. Ailece sonuna kadar yardımcı oluyorlar.

Gloria, abisinin kendi Amerika hikâyesini katledilen üç arkadaşının, Medgar Evers, Malcom X ve Martin Luther King’in hayatlarıyla bileşik anlatmak üzere 1979’da kitaplaştırmak istediği ama bitiremediği kitabı Remember This House”un topu topu otuz sayfalık taslaklarını teslim ediyor Raoul’a. Raoul da bu yazılmamış kitabı yazmak, bitirmek ve filme çekmek için kolları sıvıyor.

Ben Senin Zencin Değilim bu çabasının ürünü. Yazım ve filme dönüşme serüveni boyunca her aşamada yıllar boyunca hayranı olduğu James Baldwin’in kelimelerinde kayboluyor, zihnine giriyor, onunla iyice özdeşleşiyor. Ve onun düşünce biçimini bugünün bağlamıyla buluşturuyor.

BEYAZ DÜNYANIN EZBERİNİ BOZAN HAITI!

- Bir başarı öyküsüyle başlıyor derlemesine Raoul Peck. Haiti örneğini veriyor kendisi de Haitili. Haiti nasıl bir emsal?

Çok önemlidir. Karaderililerin büyük bir başarısıdır Haiti. Beyazların işine gelmediği için gözden kaçırılır. Raoul Peck de zamanında dünyanın en güçlü ordusu olan Napolyon’un ordusunu yenip köleliği durduran, 1804’te dünyanın ilk başarılı köle devrimini gerçekleştirdiği için kendi hakkında sağlam bir fikri olan Haiti’den geldiğini gururla ifade ediyor. Haiti Devrimi’nin beyaz dünyanın ezberini bozan gerçek hikayesini anımsatıyor. Beyazlar kendilerini o kadar uzun süre aldatmışlar ki gerçeği görmemenin yanı sıra göremeyen de çok.

- Tanımlamaları nasıl çevirdiniz. Zenci, pis zenci, karaderili, siyah, siyahi gibi tanımlamalar var.

Kitabın orijinalinde karaderililer; döneme, o sıradaki olaylara, söyleyen kişiye veya yer aldığı bağlama göre “colored”, “black”, “negro” ya da “nigger” olarak adlandırılıyor. Bunlardan “colored”ı “siyahi”; “black”i “siyah”, “kara” ya da “karaderili”; “negro”yu “zenci”; “nigger”ı ise “pis zenci” diye çevirdim. Bunlardan hiçbirinde “nigger”a yüklenmiş, aşağılama, hakaret, öldürme arzusu yoktu o nedenle onu “pis zenci” olarak çevirdim. Afro-Amerikan ise, Afrikalı-Amerikalı olarak kaldı.

ÜÇ LİDER ÜÇ FARKLI YÖNTEM

- Ben Senin Zencin Değilim sözü çevirmiş biri olarak da size ne ifade ediyor? Üç devrimci ve üç farklı yaklaşım var. Her birinin Ben Senin Zencin Değilim’e ilişkin mücadele tavrı farklı. Biri daha politize biri daha sosyalist biri daha öfkeli bakıyor.

Öfkeli bakan Malcom X tabii çünkü o biraz siyah iktidarcı. Martin Luther King barışçıl, şiddete ne olursa olsun başvurmamanın bir silah olduğunu düşünüyor. Medgar Evers ise ki en genç ölen, ikisinin ortasında gibi yöntem açısından.

Malcom X ile Martin Luther King arasındaki metodolojik farklar derin. Meselâ kitapta 1963’te, Zenci ve Amerikan Vaadi başlıklı bölümde Malcom X, Martin Luther King ve Dr. Kenneth Clark buluşurlar. Orada Malcom düpedüz o bembeyazlığı temsil eden Tom Amca olmakla suçlar King’i. Modern Tom Amca olmakla suçlar. Elimizi kolumuzu bağlayan Tom Amca anlamında der bunu. Fazlasıyla iyimser bulur King’i.

King ise sevgiyi temel alır ve şiddete sonuna kadar karşıdır kimden gelirse gelsin. Süreç içinde ikisi de aralarında o kadar da büyük fark olmadığını anlamışlar aslında. Sadece önerdikleri mücadele şekli farklı.

James Baldwin üçünü de yakından tanımış. Evers’i daha çok sevmiş gibi geldi bana. Ben en büyük çocuğum diye düşünüyor Baldwin. “En büyük çocuğun küçükler için model oluşturmasının ve elbette ilk ölmesinin beklendiğine inanarak büyüdüm” diyor. Oysa üçü de kırk yaşını göremeden öldürüldüler ve ilk öldürülen ise en gençleri olan Medgar Evers’tı. Evers, 1963’te, Malcom X, 1965’te, Martin Luther King de 1968’de katledildi.

Farklı mücadele biçimlerini benimsediler ama kitabı yayına hazırlayan Raoul Peck’in dediği gibi ırksal karmaşanın sisini ortadan kaldırdılar. Sistemin ciğerini okudular. Baldwin üçü arasındaki tüm farklılıkları ve bağıntıları buluşturmaya karar vermişti. Bu kitabı bunun bir göstergesi.

Bu üç adam da farklı yollardan gidip sonunda birbirine varan ve kenetlenen kahramanlardı. Peck de Baldwin’in ona sağladığı ses, retorik ve entelektüel cephane sayesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin hikâyesiyle onun kendi acılı ve kanlı kölelik mirası arasında nasıl bir bağ kurduğunu ve kitabı bu iskele üzerine nasıl inşa ettiğini anlatıyor.

‘AMERİKAN RÜYASININ İPLİĞİ PAZARDA!’

- Baldwin de Peck de yapıtlarında an be an Amerikan Rüyası’nın ipliğini daha da pazara çıkarıyorlar.

Her ikisi de Amerikan Rüyası lafının tamamen palavra olduğunu düşünüyor. Amerikan Rüyası lafı laftan öteye hiçbir zaman geçmedi. İşte Amerika’da yaşanan son durum gösteriyor ki linç müessesesi kalkmamıştır, yaşanan son olay düpedüz bir linçtir.

- Bilmez gibi sorarsam; nasıl bir Amerikan Rüyası bu sizce? Beyaz Amerikalılar kendilerine neyi nasıl açıklıyor, meşrulaştırıyorlar?

Amerikan Rüya’sında ilk ne göze sokulur; işte büyük evler, her ailede en az iki araba, çocuklar üniversitede falan... Tabii bunlar çok az insana nasip olan olanaklar gerçekte. Özellikle siyahlar için. Baldwin de bugün Amerika’da etrafa bakınmak bile peygamberler ile meleklerini ağlatmaya yeter diye boşuna demiyor. Ruhuna işlemiş o eşitsizlik.

Ona göre orası özgür insanların ülkesi değil; sadece gönülsüzce ve ara sıra cesur olanların yuvası. Onun için Amerikan Rüyası için umut yok denecek kadar az diye düşünüyor. Böyle düşünüyor çünkü bu rüyaya katılması engellen insanların sadece varlıklarıyla bir rüyayı imha edeceklerini görüyor, dile getiriyor. Bu ülkeyi canları, kanlarıyla inşa edenler arasında kendilerinin de olduğunun beyazlar tarafından hiçe sayılmasına isyan ediyor. Ve bu isyanın dinmeyeceğini açık açık söylüyor.

Ülkesinin hakir görülen çocuğu olarak Amerikan halkının kendisinin onlar tarafından yaratıldığı gerçeğiyle yüz yüze gelemediğini haykırıyor. Benim kanım, babamın kanı var o toprakta diyor. Öte yandan bu Amerikan rüyasının janjanla sunulmak zorunda olduğu da vurgulanıyor.

Sanayi öyle bir inşa edilmiştir ki Amerikan halkına ömür boyu devam eden bir Amerikan yaşantısı fantezisi sunulmak zorunludur. Eğlence anlayışlarını ise narkotik bir alışkanlıkla benzeştiriyor Baldwin.

ŞİRİN, SEVİMLİ, BEYAZ TV’LER...

- Baldwin’in notlarında canlı yayınlar, kamera kayıtları, televizyon programları ve acayip televizyoncular kanalıyla o fantezinin piyasaya nasıl sürüldüğü vurgulanıyor. O programlarda kullanılan terminoloji hele ki kelimenin tam anlamıyla felaket ötesi.

Ne kadar çarpıcıdır değil mi? Zaman içinde o da istemeye istemeye bazı haklar çok az da olsa lütfen verilir gibi olduğunda teşekkür de bekliyorlar. Televizyon programlarında, sinema filmlerinde aşağılamaya devam ederek...

Özellikle sinemada müthiştir. Şirin şirin, sevimli sevimli ama beyaz beyaz! Kör etmiştir, gerçekleri ustaca saklamıştır. Baldwin’in işaret ettiği gibi Amerika’da çok uzun süre iki tecrübe olagelmiştir. İşte ilki Doris Day ve Gary Cooper’ın bembeyaz ve toz pembe grotesk imgeleri diğeri de yeraltında, reddedilmiş Ray Charles’ın sesi ve yüzü.

Beyaz anlayışın temsilciliğini yapan isimlerin ve imgelerin başında gelenlerden en bilineni kuşkusuz John Wayne. Wayne ile ilgili müthiş bir nitelemesi var Baldwin’in: “Dünyaya, örneğin John Wayne gibi bakan karaderili bir adam, eksantrik bir yurtsever değil de gözü dönmüş bir manyak gibi görünür.”

Öte yandan ise şu hakları da verdik yani hiç olmazsa gibisinden sahte iyimser ifadeler süregidiyor. Dick Cavett meselâ, 1968’de televizyon şovunda senin de dediğin gibi felaket bir terminolojiyle güya pembe bir tablo çiziyor.

Aman efendim zenciler artık politikacı oluyorlar, tüm spor dallarında varlar, eh işte kendilerine televizyon reklamlarına çıkma “lütfu da bahşedildi” hani umut var gibisinden. Baldwin gülümsüyor ve “Ümitli değilim özellikle de bu garip dil kullanılmaya devam ettiği sürece” diyor. Eminim sinirlerine zor hakim olmuştur.

Zaten Baldwin’in hep diri kalmış düşüncesi; bu ülkenin kara nüfusu ile ne yapacağını bilmediği ve nihai sonuç gibi bir hayalinin de olmadığı. Yine meselâ Adalet Bakanı Robert Kennedy’nin “Zenciler bu ülkede sürekli ilerliyor, yakın gelecekte bir başkan bile çıkabilir içlerinden” demesine ilişkin bölüm de çarpıcıdır.

1965’teki Cambridge Üniversitesi tartışmasında Baldwin, Robert Kennedy’in zencilerle ilgili o sözlerini anımsatıp bu sözlerin Harlem’de acı kahkahalarla karşılandığını yazıyor. İşte “Harlem’de berberdeki adamın bakış açısına göre Robert Kennedy buraya daha dün geldi ve başkan olmak istiyor” diyor. “Biz ise dört yüz yıldır buradayız ve şimdi bize belki kırk yıl içinde o da uslu olursanız başkan olmanıza izin veririz”, diyor. Nasıl isyan etmesinler?

‘HÜMANİST DE FAŞİST DE BİR SAVAŞA ADANMIŞ DURUMDA’

- Obama Başkanlığı bittikten birkaç yıl sonrasında böyle bir olayın yaşanmasına yorumunuz?

Tabii, o dönemi hazmedemeyenlerin sayısı da az değil. Onların içinde de bir şey büyüyor yani. Polisin agresif bir müdahale etme biçimi var böyle gırtlağına bastırarak. Sadece siyahlara değil herkese saldırırca, aşırılıkla müdahale ediyorlar, eziyor, çiğniyorlar yani. Dünyada hak mücadeleleri arttığı oranda maalesef bu dönem gibi ırkçılık, ayrımcılık da artıyor. Günümüzde hümanisti de faşisti de kendince bir savaşa, savaşıma adanmış durumda ucundan kıyısından, kendi ülkesinde olmasa da.

- Yakın vadede bir umut görüyor musunuz?

Çok zor, tünelin ucunda ışık var ama zor seçiliyor. İnsanlar aymıyor da değiller. Gene de iktidara getiriyorlar acayip insanları. İşte Trump. Bir daha asla seçilmez diyebiliyor muyuz? Seçilebilir ve şaşırmayız yani. Çünkü yükseliyor ve daha da içselleşiyor temsil ettiği saldırganlık, dejenerasyon.

James Baldwin de tüm karaderililer gibi savunma içgüdüsünü kuşanarak büyümüş. Yani ölmemek için ne yaparsın, hayatta kalmak için ne yaparsın. Önce anlaşıldığı kadarıyla ayak altında dolaşmamaya çalışmışlar sonra ama elbette mücadele etmeye başlıyorlar.

Beyazlara gelince; kıtaya gelip neredeyse bütün bir Kızılderili ırkını yok eden anlayış, milyonlarca insanı zincire vurup köle olarak satan bir kafa görünüşte belki yok olabiliyor ama derinde uyuyan ve yarı uyanık hücreler insanlığa huzur vermiyor. Görüyoruz her an bir olayla sarsılıyor dünya. Sarsılıyor dedim ama ne kadar sarsılıyor o da tartışılır tabii.

“TRUMP’IN ÖZRÜ: ‘ALIŞIN!’”

- Kitapta liderlerin, önde gelen figürlerin zencilere yapılmış mezalimden dolayı tek tek dile getirdikleri özür ifadeleri var. Nixon’dan Reagan’a diğerleri hiç değilse başlarını öne eğip özür diliyorlar. Trump ise sözün bittiği yer!

Trump bu, onun özrü mü olur? Güya özür diliyor: “Bunu size yaptığım için özür dilerim ama alışmanız gerek. Bu da hayatın o küçük sorunlarından biri.” Alışın diyor yahu!

- Ünlü Bobby Kennedy görüşmesi... Bu görüşmenin taslağını çıkarırken Baldwin de Peck de besbelli ki gerçek hayatta olan bitenin gayet farkında olmalarına rağmen hayal kırıklıklarına engel olamıyorlar. Ne olurdu John Fitzgerald Kennedy, Lorraine Hansberry’e okula gideceği ilk gün eşlik etseydi, edemez miydi?

Etmedi ya da ettirilmedi. En güneydeki bir okula gidecekti Lorraine. Robert Kennedy’den abisini bunun için ikna etmesini istediklerinde aldıkları yanıt kapıları zaten kapatıyordu yani: “Anlamsız bir ahlaki jest olur”. Bu da ne demek şimdi. Eğer Kennedy kıza eşlik etseydi ona tüküremeyeceklerdi çünkü o zaman ulusa tükürüyor olacaklardı yanında Kennedy olduğu için. Anlamsız bir ahlaki jestmiş. Anlamazlıktan gelmek, cesaret edememek başka bir şey değil.

Lorraine de sizden ahlaki bir vaat istiyoruz diyor yani jest mest umurunda değil. Daha rahatsız etmeyi göze alarak da devam ediyor ve tıpkı günümüzde yaşanan o feci olay gibi beyaz bir polisin bir siyahın boynuna basıp heykel gibi dikilmesine isyan ediyor:

“Birmingham’da zenci kadının boynuna basıp dikilen o beyaz polisin fotoğrafını meydana getiren uygarlığın durumundan çok kaygılanıyorum”. Ve “Hoşçakalın, Bay Adalet Bakanı” diyerek çıkıp gidiyor. Adalet hep lafta, eşitlik zaten yok!

- Baldwin’in Kennedy’ler hakkındaki düşünceleri kötücül değil öte yandan?

Değil. Zenci düşmanı olmadıklarına emin fakat duvarın öte yanında neler olduğunu bilmiyorlar çünkü bilmek istemiyorlar diye düşünüyor.

‘BALDWIN TÜM BEYAZLARIN ŞEYTAN OLDUĞUNA İNANMIYOR AMA...’

- Amerika’daki ritüelistik bir ötekileştirme ta kuruluşundan bu yana var, buraya kadar tamam. Madalyonun öteki yüzüne bakarken Baldwin “Kendi ırkçılık tarihimle de yüzleştim” diyor. Baldwin’in beyazlara bakışı tam olarak nedir?

Güvensizlik. Ona göre bütün Batılı uluslar bir yalan ağına, yapmacık hümanizmalarının ağına takılmış. Dediğin o ritüelistik ötekileştirmenin tamamen farkında ve canı yanıyor. Tüm beyaz Amerikalıların şeytan olduğuna inanmıyor ve başkalarının da buna inanmasını istemiyor ki Malcom X ile ayrıştığı nokta da budur.

Malcom X ile birbirlerine çok güvenmiyorlar. Zaten Baldwin’in şöyle bir sorunu vardı - açıkça da söylüyor bunu - siyah iktidarla bir ilgisi yok. Çok sevdiği, tüm beyazların kötü olamayacağını ona göstermiş beyaz öğretmeni Bill Miller’den öğrendiği böyle biraz beyazlara alışmış olma durumundan belki de. Malcom X’in temsil ettiği Kara Müslüman anlayışını benimsemiyor. Gerçi yine de beyazlar için çoğu kez bir iki tanesini öldürmek istemişimdir diyor ama...

Yaşadıklarını, hislerini ne yaparsak yapalım hayal edebilmemiz çok zor. Bu kitap okunmalı ve filmi de kesinlikle izlenilmeli. Oscar adayı olmuştu ama ne yazık ki alamamıştı. Müthiş etkili, harika bir filmdir.

‘PARİS’E KAÇARCASINA GİDİYOR’

- Paris’e kaçarcasına gitmiş James Baldwin.

Ülkesinde sürekli korku içinde, çalışamıyor. Cebinde kırk dolarla gittiği dediğin gibi kaçarcasına gidiyor Paris’e. Paris’e kaçarcasına giderken de düşüncesi; ne olursa olsun, başıma gelirse gelsin Amerika’dakinden daha korkuncu olamaz. Oradaki sosyal terörden kaçıyor Baldwin, her polisin, her patronun, herkesin yüzünde gördüğü o toplumsal tehlikeden uzaklaşıyor.

Sonra eşcinsel! Bir defa bunu hiçbir taraf desteklemiyor. Bu konuda herhalde en çok Fransa’da rahat etti. Meselâ Giovanni’nin Odası harika bir aşk romanıdır. Ayrıca Müslüman da değil. Yani cemaati olan hiçbir yapıya bağlı değil. Yapayalnız ve çaresiz hissediyor.

Fakat birkaç yıl sonra üniversiteye giden ilk zenci Dorothy Counts’a yolda hakaretler eden, küfürler savuran, tükürenlerin resmini görünce “Onun yanında olmalıydık!” diye düşünüyor. O anda artık Paris kafelerinde oturup Cezayir ve Amerika’daki siyahların durumunu tartışacak halim yok, eve dönmeli ve üzerime düşeni yapmalıyım diyor ve Amerika’ya dönmeye karar veriyor.

- Ne hissediyor döndüğünde?

Yabancı hissediyor. Paris’teki yıllarda ailesi ve Harlem dışında Amerikalı olan, Amerika’nın sembolü olan hiçbir şeyi özlemediğini fark ediyor. Amerika’da hep dipsiz bir duygusal yoksulluk olduğunu hissetmiş. Neredeyse hiçbir Amerikalının toplumsal duruşu ile özel hayatı arasında organik bağlantı kuramadığını bunun da siyah ile beyaz ilişkileri üzerinde sürekli yıkıcı bir etki yarattığını düşünüyor.

‘PİS ZENCİ DERKEN KASTETTİĞİN ŞEY DEĞİLİM’

- Ben Senin Zencin Değilim...

Yani beyazlara ben senin değilim, ben senin pis zenci derken kastettiğin şey değilim. Bunu sen icat ettin ve neden ettiğini bul, kendine sor, sorgula diyor. Bu ülkenin geleceği bu ülkenin geleceği bu soruyu sorup soramadığına dayanıyor diyor.

- James Baldwin diyor ki “Pis zenci asla yerinde mutlu olmamıştır.”

“Amerika’da zencinin hikâyesi Amerika’nın hikâyesidir. Hoş bir hikâye değildir. Ne yapabiliriz? Eh, ben yorgunum. Nasıl olur bilmiyorum. Bildiğim şu ki nasıl olursa olsun, kanlı olacak, zor olacak. (...) Bugün Birleşik Devletler’de etrafa bakınmak bile peygamberler ile meleklerini ağlatmaya yeter. Burası özgür insanların ülkesi değil; sadece gönülsüzce ve ara sıra cesur olanların yuvası. (...) Tanıklık ediyorum; dünya beyaz değil, asla beyaz olmadı, beyaz olamaz. Beyaz bir iktidar metaforudur ve bu da basitçe tanımlamanın bir şeklidir Chase Manhattın Bankası’nı.” diyor. Beyaz Amerikalıların onları uysal, güdülebilir görmelerine atfen söylüyor bunu. Yaptığımız sağ kalmaya çalışmaktı diyor.

Ben Senin Zencin Değilim / James Baldwin / Yayına Hazırlayan: Raoul Peck / Çeviren: Sevin Okyay / Kırmızı Kedi Yayınevi / 144 s.