Dr. Hasanoğlu ile kadına şıddeti konuştuk: Türkiye, 15 yaşında ergen bir erkek

Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu, Türkiye’nin ruh halini yorumladı: “Baba sevgisi görmeden büyümüş, durmadan dayak yemiş, istediği şeyleri yapmasına izin verilmemiş, babasının, ailesi için saçını süpürge eden annesini çorbanın tuzu az diye dövmesine defalarca tanık olmuş, ağabeyini babasından dayak yedikten sonra hınçla kendisini dövmesini beklemiş korkulu, kırılgan, güçsüz bir erkek çocuk.”

İpek Özbey

Bu korkulu, kırılgan ergen kendinden daha güçsüz kimi görse narsistik bir telafi içine girdiğini söyleyen Hasanoğlu, “Bu kadın da olabilir, başka bir çocuk da, bir hayvan da. Ölmek üzere olan bir ayının başını yumruklayıp kahkaha da atabilir, tecavüz ettiği minicik bir köpeğe sarılıp uyuyabilir de, âşık olduğunu söylediği bir kadını bir varile sokup üstüne beton da dökebilir” diyor.

- Türkiye’nin ruh haline teşhis koysanız ne olurdu?

Hastalık tanılarıyla, özellikle de psikiyatrik hastalık tanılarıyla aram pek iyi değildir. Bilmemek anlamında değil, gerçekte olduğundan çok çok daha fazla tanı olduğunu düşünmek anlamında söylüyorum bunu. Ama şunu söyleyebiliriz elbette: Türkiye 15 yaşlarında ergen bir erkek çocuk. Baba sevgisi görmeden büyümüş, durmadan dayak yemiş, istediği şeyleri yapmasına izin verilmemiş, babasının, ailesi için saçını süpürge eden annesini çorbanın tuzu az diye dövmesine defalarca tanık olmuş, ağabeyinin babasından dayak yedikten sonra hınçla kendisini dövmesini beklemiş, korkulu, kırılgan, güçsüz bir erkek çocuk. Bu korkulu, kırılgan ergen kendinden daha güçsüz kimi görse narsistik bir telafi içine giriyor. Bu kadın da olabilir, başka bir çocuk da, bir hayvan da. Ölmek üzere olan bir ayının başını yumruklayıp kahkaha da atabilir, tecavüz ettiği minicik bir köpeğe sarılıp uyuyabilir de, âşık olduğunu söylediği bir kadını bir varile sokup üstüne beton da dökebilir. Ne kadar sembolik aslında yakma teşebbüsü ve beton dökmesi. İlkel kanibalistik özellikleri ortaya çıkmış bu şahsın. Sanki pişirip yiyecek ve onu içine alacak. Olmadı betonlaştırırım ve ne yok olur ne de var olabilir. Hepsi bilinçdışı süreçler elbette. Üstelik hasta o diye hafifletmeyelim de meseleyi, o bir cani, o bir suçlu.

- Evet, tablo korkunç! 27 yaşında genç bir kadın Pınar Gültekin... 32 yaşındaki bar işletmecisi Cemal Metin Avcı Gültekin’i bağ evinde boğarak öldürdü; yetmedi, cesedini çöp varilinde yakıp üzerine beton döktü. Son buluştukları tarih olan 16 Temmuz’da Pınar Gültekin’in sosyal medya hesabında Avcı’yı engellediği ortaya çıktı. Bu bilgi bize neler söylüyor?

Türkiye “ergen” dedik ya biraz önce. Oradan devam edelim sorunuzu yanıtlamaya. Ergen bir çocuk sık sık kimlik krizleri yaşar. Kim olduğunu bilmez ama bir kimlik edinmeye çalışır. Bir yandan özgürleşmek ister ama bir yandan da ait olmak ister bir yere. Anne babasının dediğini yapmak zorundadır ama o öfkeyle kendisine söylenenin tersini, gizli, yasak şeyler yapmak ister, ki bir kişiliği olabilsin. Cinsellik, her ergenin kimliğini inşa etme sürecinde bilmek, tanımak zorunda olduğu en önemli alandır. Cinsel kimliğimiz üzerine inşa edilir bir sürü başka şey. Durmadan ezilmiş, dayak yemiş, sevgi değil şiddet görmüş, olumlu anlamda bir benlik sevgisi geliştirememiş bir erkek düşünün, ki bu topraklarda böyle erkek oldukça fazla maalesef. Anne de sevgi gösterme biçimi olarak evi temizlemeyi, yemek yedirmeyi ve sabırla koca şiddetine tahammül etmeyi biliyor ve kadın rol modeli olarak çocuklarına verebileceği başka bir şey yok. Bir erkek çocuk gördüğü kötü muameleye katlanmayı seçen ya da daha gerçekçi olursak toplumsal koşullar nedeniyle buna katlanmak zorunda kalan anneyi gördükçe, çok sevdiği annesine karşı olan duyguları yavaş yavaş değişir.

- Mesela?

Önceleri içi acırken, bir süre sonra ona sinirlenmeye, kızmaya ve onu aşağı görmeye başlar. Türkiye’de erkek çocukları annelerini aşağılarlar, babalarından korkar ve onlardan nefret ederler. Neyse anneyle ilişkiye dönelim; kadına bakışları bu olur: Aşağılamak ve küçümsemek. Ve aşağıladınız bir insana bunu göstermenin en doğrudan mecrası cinselliktir. Sevdiklerini söylerler, seks yaparlar onlarla ama dönüp kahvede sevdikleri kadınla yaptıkları şeyi aşağılayıcı bir küfür olarak kullanırlar. Kendileriyle sevişen kadın da böylece aşağı bir yaratık konumuna gelir onların gözünde. Zaten evlenmeden sevişmeye evet diyerek namuslu kadın olmaktan çıkmıştır. Artık ona ne yapsalar olur. Dövebilirler de aldatabilirler de tecavüz de edebilirler. Terk edilmekse yaşayabilecekleri en büyük aşağılanma olur. Kendisini zaten değersiz gören bu erkek, bir de kendisinin narsistik telafi olarak aşağılamayı seçtiği kadın tarafından terk edilerek aşağılanıyor. Buna nasıl tahammül edebilir ki. Bu aşağılanmayla başa çıkabileceği tek yol vardır artık. Onu yok etmek.

- Cep telefonu Akyaka’da sinyal versin diye oraya gidiyor, SİM kartını telefondan çıkarıp dişiyle ısırarak kırıyor, camdan atıyor. Benzinciden 1.5 litrelik iki şişe benzin alıp ve aracına mazot koyduruyor. Varili bahçeye çıkarıyor. Orada varile tahta parçası atıyor ve üzerine benzin döküp yakıyor. Bu refleks nasıl işliyor?

Tabii ki bu bir refleks değil. Tam anlamıyla planlı ve taammüden cinayet. Öldürmeye kadar işleyen psikodinamik psikopatiye varmış bir narsizmse, bundan sonrası tamamen planlı ama görüldüğü gibi bu vakada nafile bir kendini kurtarma çabası. Tecavüz sonlandıktan ya da terk edilme sonrasında öldürene kadar benzer psikodinamik süreçler işliyor. Sonrasında aptal bir katile dönüşüyorlar bu ergenlikten çıkamamış aşağılık kompleksi içinde kıvranan erkekler.

- Gazi Üniversitesi’nin kadınları öldüren erkeklerle cezaevinde konuşarak bir yıl önce yaptığı araştırma şiddet ve cinayetlerle ilgili en öne çıkan görüşün, kadınların özgürleşmesine tepki olarak erkeklerin cinayet işlediğini ortaya koyuyor. Yani en azından katiller bunu söylüyor. Size göre erkekler kadınları neden öldürüyor?

Bu topraklarda kadınların özgürleşmesine tepki olarak onları öldürdükleri sonucu bence yüzeysel olarak çıkarılabilir. Ama bence esas soru sorulmamış. Önce şunu sorup cevaplayabiliriz. Birinin özgürleşmesinden hayati bir tehdit hissetmesem ben onu yok etmek ister miyim? Cevap belli, değil mi? Hatta hapishaneye giren ve özgürlükleri ellerinden alınan insanların, en yakınları tarafından kader kurbanları olarak görüldüğü bir toplumda, kadının özgürleşmesine neden cinayetle tepki gösteriyor erkekler? Demek ki asıl mesele, kadınların özgürleşmesi onlar için hayati bir tehdit. 50 kilo gelen, fiziksel olarak daha güçsüz bir canlı, erkek için fiziksel bir tehdit olamayacağına göre burada başka türlü bir tehdit algısı ortaya çıkıyor denebilir.

- Nasıl bir tehdit algısı?

İktidarın, sahip olduğu erkin, ataerkinin tehdidi. Erkek çocukken babası, ağabeyi, büyük kuzenleri tarafından aşağılanır susar, okulda öğretmenlerden dayak yer susar, iş yerinde patronları tarafından aşağılanır susar, trafikte trafik polisinden azar işitir susar, kendisinden daha güçlü erkekler onunla dalga geçer susar, devlet büyükleri bağırır çağırır susar. Onun sesini yükseltebileceği kim kalır geriye: Kadınlar, çocuklar, eşcinseller, yaşlılar, daha güçsüz diğer erkekler. Mesele burada oldukça ideolojik bir boyuta bürünüyor dikkat ederseniz. Güçlünün güçsüzü ezdiği totaliter, hadi çekinmeyelim faşizan bir tutum. Eşitliğin değil gücün egemen olduğu ataerkil toplumsal bir yapı kadının da erkeğin de türlü türlü ezildiği bir kaos yaratır. Erkek kadına vurur, kadın oğlunu itekler hınçla hayatına lanet okuyarak, erkek çocuk gider köpeği, kediyi tekmeler. Kız çocuk mu? O, bana kim ne zaman vuracak bakalım diye çaresizce beklemekten başka bir şey yapamaz ki.

Kadın kendinde yeterli gücü bulursa kadınların kendilerinin bile narsistik telafi alanıdır. Kadınlardan çok sık duyarız, kadın şeflerle çalışmanın ne kadar zor olduğunu.

- Sık duyarız sahiden...

Ben bu cümleyi her duyduğumda şu düzeltmeyi yaparım: Kadın şeflerle değil, erkekleşmeyi seçmiş kadın şeflerle çalışmak çok zordur. Şirketlerde yaptığım konuşmalarda şirket kültürünün yumuşaması, korku ve endişe ortamının azalması ve işyerlerinin yaşanır yerler haline gelmesinin tek yolunun herkesin kadınlaşması, bir kadın kültürünün şirkete hâkim olması olduğunu üstüne basa basa söylerim. Yani yardımlaşmanın, hem yardım etmenin hem de yardım isteyebilmenin, şefkatin, empati göstermenin, iş arkadaşlarımızı rakibimiz olarak değil yoldaşlarımız olarak görmenin. Lafı biraz dolandırdım ama erkek kadını neden öldürüyor sorusunu yanıtlamış olsam da şöyle net bir cümle kurabiliriz sanırım. Bu arada bunu benim bir gözlemim olarak değil de şiddet üzerine yapılmış birçok bilimsel çalışmanın sonuçları olarak okuyun lütfen: Erkek tecavüz ve ardından kadını katletmeyi ya da terk edildikten sonra katletmeyi kendi değersizlik ve yetersizlik duygularının narsistik ve psikopatik bir telafisi için yapıyor. Daha kuşbakışı bakıp sosyolojik bir yanıt vermemiz gerekirse de şunu söyleyebiliriz: Ataerkil toplumsal yapının devamı ancak başını kaldırmaya cüret eden, itiraz eden güçsüzün yok edilmesiyle mümkündür.

- Şiddet geliyorum der mi, yoksa cinayet cinnet anı mıdır?

Şiddet geliyorum der elbette. Karşısındaki kadına vurmadan önce ellerindeki telefonu duvara fırlatır erkek. Bir kavga sırasında duvara ya da cama yumruk atar, masayı yumruklar, bir sandalyeyi tekmeler. Kolunu sıkar kadının. İtekler. Bunlara o kadar çok maruz kalmıştır ya da ailesinde tanık olmuştur ki kadın, bir şiddet olarak değerlendirmez bile bu davranışları. Oysa o yumruk gözüne geldiğinde, o tekme karnına, bacaklarına indiğinde artık çok geçtir. Ölüm çok kısa bir mesafe sonrasındadır artık. Kendinden 30 kg daha az 15 cm daha kısa birine yumruk atmaya cinnet anında değil, bunun karşılığında hiçbir zarar görmeyeceğini bildiğinde karar verir. Evet, karar verir. Kimse kontrolünü kaybetmez ya da cinnet getirmez. Karşılarındakini alt edebileceklerini düşünüyorlarsa vurmaya karar verirler.

Trafikte şöyle trajikomik sahneler rastlamış olabilirsiniz. Adam arabanın içinde bağırır çağırır ama bağırıp çağırdığı adam arabadan indiğinde gözü kesmemişse kapı ve pencereleri kapatıp pısıp kalır arabanın içinde. Kadın karşısında, çocuk karşısında, yaşlılar karşısında gücünden şüphe etmediği için korkmak aklına bile gelmez. Kendini kişilik olarak tamamlanmış hissedebilmesi, kendisine yüklenen tüm güçlülük illüzyonunu kısa bir süre de olsa yaşayabilmesi için kadını dövmeye, kadına tecavüz etmeye, kadını öldürmeye ihtiyaç duyar.

- Her kadın cinayetinden sonra şunlar söyleniyor: Keşke kadın oraya gitmeseydi ya da adam evliymiş. Kadının başka bir ilişkisi varmış. Bunların hepsi cinayeti meşru kılmaya yaramıyor mu?

Kadının dövülmesi, tecavüz edilmesi ya da öldürülmesi konusunda kadının hiçbir sorumluluğu yoktur. Bir erkeğin kendini kötü hissetmesine neden olabilecek en “kötü” şeyi yapmış olsa bile bir kadını dövmenizin, ona tecavüz etmenizin ve öldürmenizin meşru nedeni oluşmaz. Bunu yapamazsınız. Yalnızca kadına değil, hiç kimseye yapamazsınız. Yapabileceğiniz tek şey arkanızı dönüp gitmek ve gerekiyorsa acınızı çekmektir. Acı çekmeyi, acı vererek ve acı çektirerek azaltamazsınız. İnsan ilişkilerine intikam ve hınç hâkim olmamalıdır. Kendimizi korumak dışında hiçbir şey güç kullanmayı meşru kılmaz. Buna ülkeler arasındaki savaşlar da dahil. Savaş bireysel düzlemdeki şiddetin toplumsal düzleme adapte edilmiş halinden başka bir şey değildir. Savaşları da erkekler çıkarır, tecavüz de erkelerin işidir, hayvanlara işkence de. Genel olarak insanın içinde hâkim olan kötüdür. Uygar insan iyi değildir.

- İlginç bir şey söylüyorsunuz...

Uygarlık insanın eksilmesine, azalmasına, yetersiz olmasına neden olmuştur. İnsanın içindeki kötünün hâkimiyeti başlamıştır uygarlıkla birlikte. Bunun kontrol edilmesi gerekir ve bu kontrol de maalesef başka bir erk tarafından, devlet tarafından yapılmak zorundadır. Paradoks burada başlar. Devlet erkini elinde tutanlar zaten bütün bu söylediklerimizi daha rafine bir şekilde hayata geçiren ataerkil narsistlerdir. Ama devletin de denetlendiği, kontrol mekanizmalarının iyi işlediği, kontrol edenin de kontrol edildiği bir sistem kurmak yine de mümkündür.

- “Sahiplenen erkek, kıskanan erkek” romantize edilen bir model değil mi? Kadın neden bu tür erkekleri romantize ediyor?

Kadın böyle erkekleri romantize ediyorsa o da ataerkil söylemi içselleştirmiş demektir. Anlıyorum, o kadar tekinsiz topraklarda yaşıyoruz ki kadın kendini sahipsiz hissettikçe, korkuyor ve kendini güvende hissedebilmek için bir yol bulmaya çalışıyor. Çocukken babasına sığınmak ister çocuk. Oysa en büyük hayal kırıklığını ailenin erkekleriyle yaşar bu ülkede. Yanlış söylemeyeyim, ezberimde yok ama TBMM’nin sahip olduğu verilere ulaşırsanız bu ülkede inanamayacağınız kadar çok büyük bir oranda kadınların aile içi cinsel taciz görerek büyüdüğünü ve hayata böyle başladıklarını görürsünüz. Otobüslerde, kalabalık yerlerde her gün yaşadıkları, sıradanlaştırılmış elle, sözle yapılan tacizleri saymıyorum bile. Kadınlar sokaklarda başları önlerinde yürür ve erkeklerle göz göze gelmemeye çalışırlar. Neden?

Bir büyümemiş ergen erkek bu göz temasını gel beni taciz et mesajı olarak algılayabilir çünkü. Ne acı değil mi?

- Çok...

Bu arada başka bir şey daha söyleyeyim. Sahiplenmek bir kadının haklarını elinden almak, özgürlüğünü kısıtlamak değildir zaten. Erkek de kadın da sahiplenilmek ister ve buna ihtiyaç da duyar. Sahiplenilmek, yardıma, desteğe ihtiyaç duyduğumuzda sevdiğimiz, birlikte olduğumuz insanın yanı başımızda olmasıdır. Başka bir şey değil. Kıskanmaksa, karşı tarafın yaptıklarından daha ziyade bizim benlik değerimizin düşük olmasıyla, kendimize duyduğumuz güvenin azlığıyla ilgilidir. Kendimize güvenmediğimiz için bu duygumuzu karşımızdakine yansıtırız. Birlikte olunmaya değer bulmayız kendimizi ve terk edilmekten korkarız. Doğal olarak birlikte olduğumuz insanın bizi terk edeceğinden endişe ederiz. Bu da kıskançlık olarak çıkar su yüzüne.

DEHŞET VERİCİ PORNOGRAFİK BİR SALDIRI ALTINDA KALDIK

- Literatürümüze bakalım... “Ya benimsin ya toprağın”, “Kıskanan erkek seviyordur”... daha nicesi var. Dil, bu iklimin yaratılmasında etken mi?

20. yüzyılın başları nasıl histerik zamanlar olarak adlandırılıyorsa, 20. yüzyıl sonları ve bugünler de narsistik zamanlar olarak adlandırılabilir. Bütün dünyada böyle bu. Kültürel farklılıklar nedeniyle narsistik tezahürler değişiyor elbette. Cinsellik halledilmemiş bir konu olduğu için bu topraklarda, en çok bunu görüyoruz. Bütün kişilik sorunları gibi narsizm de bir uygarlık sorunudur esas olarak ve şehirlerde ya da şehirleşme çabası içindeki kasabalarda görülür. Türkiye bir kasaba cumhuriyetidir. Ne köyün doğal yapısı korunabilmiştir ne de şehrin olumlu olanaklarından, yani kültürden yararlanmak mümkündür kasabada. Doğalın artık olmadığı, doğalın dönüşürken kültürel olarak bir “kitsch” haline geldiği kaotik bir evrendir kasaba. Çarpık ve insanı cansızlaştıran, içgüdülerini, fiziksel ihtiyaçlarını karşılaması konusunda kısıtlayan, öte yandan sublimasyon dediğimiz, kültürel olarak anlamlı bir üretimin gerçekleşmesine de olanak tanımayan bir cezaevi kültürünün hâkim olduğu bir cumhuriyet. İtiraz edenler çok olacaktır ama ben bu kültürün Türkiye’de 1940’lı yıllardan beri var olduğunu düşünüyorum. Ama sanırım bu başka bir tartışma konusu, biz konumuza dönelim isterseniz. 

- Dönelim ve iktidarın, medyanın dilini konuşalım...

İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmaya çalışılmasının manasızlığını tartışmak bile istemiyorum. Çok açık ataerkil düzenin devamı için kadını koruyacak hiçbir düzenlemeye tahammül gösteremiyoruz. Ama medyanın dili konusunda daha büyük bir dehşete düşüyorum, çünkü diğeri zaten beni şaşırtmıyor. Medya en ince ayrıntısına kadar bu cinayetleri ya da tecavüzleri anlattığında ne oluyor biliyor musunuz? Çocuk pornosu izleyen pedofiller nasıl uyarılıyor ve etraflarında taciz edebilecekleri bir çocuk aramaya başlıyorlarsa, içlerinde bu şiddeti taşıyan ve buna meyilli erkekler de kendilerine açılmış bu kapıdan giriyorlar fütursuzca. Ve medya, bunu üç tık daha fazla almak için yapıyor ahlaksızca. Geleneksel ahlak değil burada söz konusu olan. Kişisel etiğin dolayısıyla kurumsal etiğin de yerle bir olduğu bir mecra haline gelmiş durumda medya. Pınar Gültekin tesadüf eseri ortalamanın üzerinde güzel bir genç kadın. Hemen akbabalar gibi atlandı bunun üstüne. Boy boy fotoğrafları yayımlandı her yerde. Yalnızca medyada değil, insanlar Instagram hesaplarında da onun fotoğraflarını paylaştılar. Dehşet verici bir pornografik saldırı altında kaldık. Bir gün sonra başka bir kadının öldürülme haberi çıktı. Ama o daha az güzeldi ve daha az dikkat çekiciydi. Onun fotoğrafları bu pornografik saldırıya maruz kalmadı bu yüzden.

- Peki çare?

Birey olma hakkı elinden alınmış ama onu koruyacak kollayacak bir büyük aileden de mahrum kalan bir erkek türü var karşımızda. Ne büyüyebilmiş ve belli etik değerlere sahip olabilmiş ne de din ya da geleneksel toplum değerlerinin koruyuculuğu ve kontrolü altında bu ergen erkek. Ne kadar öyle görünsek de dinin ve muhafazakâr toplum değerlerinin işlevselliğini yitirdiği bir coğrafya oldu Türkiye. Sözü edilen dinsel ve ahlaki yapı insanların kendi kötülüklerini gizlemek için bir paravan olarak kullanıldığı bir ülkeyiz uzun bir süredir -1940’lardan beri- Aile de bu toplumun en küçük birimi. Aile de Nietzscheci bir dille konuşursak, bütün değerlerin değersizleştirildiği bir nihilizm içinde yaşıyor. Bu anlamda Nietzsche’nin 19. yüzyıl sonu için söylediği dekadansı günümüzde de yaşıyoruz denebilir. Bütün değerlerin yeniden değerlendirildiği ve yazıldığı bir düzene ihtiyacımız var. Çok mantıksız gelecek ama Nietzsche okuyalım derim. Bütün dünyada son yıllarda Nietzsche’nin bu kadar popüler olmasında bu nihilistik dekandansı iliklerimize kadar hissediyor oluşumuz en büyük etken. Çare çok basit günlük önlemlerde değil. Çünkü bütün dünya yaşıyor bu dekadansı. Sizle söyleşimizden önce Alman Zeit gazetesinde bir haber okudum. Uzun bir inceleme. 2017 yılından beri bütün Almanya çapında yaşanan bir pedofilik ensest rezaleti. Binlerce baba kendi kızlarına tecavüz ediyor ve bunu filme çekip internette kendi gibi olanlarla paylaşıyor. Bu paylaşım film ve fotoğraf düzeyinde de kalmamış. Kızlarını birbirleriyle de paylaşıyorlar. Ve bu sayı inanılmaz boyutlara. Almanya’daki bütün okul sınıflarında belli bir oranda kızın bunları yaşamış olduğunu söylüyor haber. Nazi faşizminin bitip bitmediğiyle ne kadar bağlantılandırılabilir bu durum bilmiyorum henüz. Ama bütün dünya olarak bir korku krallığında yaşadığımızın bir kanıtı bu durum bence.

KORKUNUN BİTTİĞİ YERDE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK BAŞLAR

- Netflix için çekilecek bir dizinin senaryosuna müdahalede bulunuldu, eşcinsel karakter barındıran dizi yayından kaldırıldı. Bir yandan da ahlak meselesini irdelememiz gerekiyor sanırım. Nedir, ne değildir?

Nazi Almanyası önce Polonya’daki şizofrenleri öldürmekle başladı işe. Sonra eşcinselleri öldürdü ve ardından Yahudiler geldi. Öteki her zaman düşmandır ataerkil bütün ideolojiler için. Klasik değer yargılarından ve baskıcı, totaliter anlayıştan en uzak olması gereken insanlar psikiyatrlar olmalı diye naif bir düşünce içindeyiz. Size açıkça söyleyeyim, dünyada da var elbette ama Türkiye’de ciddi sayıda psikiyatr var eşcinselliğin bir hastalık olduğunu düşünen ve eşcinselleri tedavi ettiğini iddia eden. Galiba bu hayal dünyasından çıkmalıyız. Psikiyatri her zaman toplum polisi olarak düzeni sağlamak için suiistimal edilmiştir. Ve bu durum bizim ülkemizde de pek farklı değil sanırım. 

- Bir araştırmaya göre Türkiye’nin yüzde 75’i ahlaklı olmak için inançlı olmanın gerekli olduğunu düşünüyor. 2002’de halkın yüzde 84’ü bu yönde görüş belirtirken 2019’da oran yüzde 75’e düşmüş. Ne dersiniz?

İstatistiksel olarak anlamlı bir fark mı bilmiyorum ama bir miktar azalmış oran. Yapabileceğimiz tek yorum, insanların inançlı gözüken insanların da ahlaksızlık yapabileceklerini görmüş olmaları sanırım. Benim içinse hiçbir şey ifade etmiyor. İnanç ve ahlak bence önemli, insanların hayatını ve hayatı nasıl yaşayacaklarını göstermesi bakımından anlamlı. Ama işte tecavüzler, kadın cinayetleri, ensest oranları, hayvan tecavüzleri artarak devam ediyor. İnsanın temel sorunu uygarlık belli ki. İnsanı eksik bırakan, yaralayan ve vahşileştiren uygarlık, kültür. Kültürün Huzursuzluğu demişti buna geçen yüzyılda Freud. 

- Bir yandan da sosyal medya yasası hazırlanıyor, bir yandan hepimiz gözleniyor gibi bir hisse sahibiz. Korku kültürü ne kadar hâkim topluma?

Gözleniyor gibi hissediyoruz diyorsunuz ya. His değil ki bu gerçeklik. Korkmamıza gerek yok, “big brother” bizim için en doğrusunu bilir ve yapar. Bunu yapabilmesi için de bizi gözlemesi gerekir. Teslim olalım ki korkumuz geçsin. Öğrenilmiş çaresizlik eskiden bir depresyon modeli olarak düşünülürdü. Hatta ben sinirbilimle ilgili olan fizyoloji tezimi öğrenilmiş çaresizlik üzerine yazmıştım. Aradan yalnızca 25 yıl filan geçti ve öğrenilmiş çaresizlik normal insanlık durumu haline geldi. Öğrenilmiş çaresizlik korkunun bittiği ve teslimiyetin başladığı noktadır. Teslim oluruz ve bu teslimiyetimizi gerekçelendiririz ardından. Teslimiyeti özgürleşmenin bir yolu olarak bile yorumlayan düşünürlerimiz var günümüzde. 

ŞİDDET ÖĞRENİLİR

- Köpeğe tecavüz eden kişi nasıl bir profildir? Toplum içinde beraber yaşadığımız bu kişileri nasıl tanırız? Geçmişlerinde şiddet var mıdır?

Şiddet, şiddet görerek öğrenilir. Sözün bittiği yerde başlar şiddet, evet. İnsanın insana uyguladığı şiddetten bahsediyoruz. Aslında en derinde kendini güçsüz hisseden insanın telaşla başvurduğu stratejidir şiddet. Ama hayvana şiddeti cinsel bir sapkınlık olarak değerlendirmemiz de mümkün elbette. Emin değilim desem... Tecavüz ettiği köpeğe yarı çıplak sarılıp uyuyan o kişiyle birkaç gün konuşmama izin verselerdi belki bu sorunuzu o kişi bağlamında yanıtlayabilirdim. 

NEDEN DR. ALPER HASANOĞLU?

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Ardından aynı fakültede fizyoloji ihtisası yaptı. İsviçre’de psikiyatri ihtisasını tamamlayıp Basel Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği’nde öğretim görevlisi oldu. Psikiyatr ve psikoterapist Hasanoğlu, kurduğu Therapia Group çatısı altında ekibiyle birlikte klinik çalışmalarına devam ediyor. Aşkın Halleri, Bir Terapistin Arka Bahçesi, İlişkilerin Günlük Hayatı gibi yayımlanmış birçok kitabı bulunuyor. Kadın cinayetleri, çocuk tacizi, hayvana tecavüz ederek öldürme gibi haberlerle canımızı yakan bir haftayı daha geride bırakınca, uzmanına “Bize ne oldu” sorusunu sormak gerekti, Hasanoğlu’nun kapısını çaldık.