Dolandırıcılığın dayanılmaz arsızlığı

I Care A Lot ile yeni bir Hitchcockian sarışın olduğunu kanıtlayan Pike, J Blakeson imzalı filmi tek kişilik bir gösteriye çevirmekten de geri durmuyor.

Başak Bıçak

Alfred Hitchcock filmlerinin alametifarikası mesafeli, donuk, güzel ve zeki sarışınlar malumunuz… Tippi Hedren’dan, Janet Leigh’e, Kim Novak’a, Doris Day ve Carol Lombard’a uzanan bir dizi aktrisin yer aldığı bu listeye artık tekinsiz karakter tipinin modern bir temsiline dönüşen Rosamund Pike’ı da dahil edebiliriz. I Care A Lot ile yeni bir Hitchcockian sarışın olduğunu kanıtlayan Pike, J Blakeson imzalı filmi tek kişilik bir gösteriye çevirmekten de geri durmuyor. 

David Fincher’ın, Gone Girl’de (2014) yarattığı zeki, soğuk ve bir o kadar ürkütücü kadın figürüyle akıllara kazınan Rosamund Pike, J Blakeson’ın yazıp yönettiği I Care A Lot ile bu tekinsiz kadın imgesinin tartışmasız isimlerinden biri olacağını ispatlıyor. Öyle ki Gone Girl’de sergilediğinin yarısı kadar performansla bile filmin tamamını sırtlayabilen Pike, yönetmenlik kırıntısı bulmakta güçlük çektiğimiz I Care A Lot’ı izleyicinin gözünde kurtaracak kadar mühim bir işleve sahip. Zira aktris, J Blakeson’ın yaratım sürecindeki ağırlığına rağmen yönetmen filmi olmaktan uzak bir eseri tümüyle kendi lehine, bir oyuncu filmine çevirmeyi başarıyor. 

I Care A Lot’ta, Pike’ın hayat verdiği ve açılış sekansında “Dünyada iki çeşit insan vardır: Kapanlar ve Kapılanlar. Avcılar ve Avlar. Aslanlar ve Kuzular. Ben bir dişi aslanım.” sözleriyle kendisini tanıtan Marla Grayson, vahşi doğasıyla tezat bir isme sahip olan bir karakter. İronik bir biçimde, İsa’nın takipçilerinden Mary Magdalene’den gelen bir ad taşıyan Marla, sevgilisi ve iş ortağı Fran (Eiza González) ile birlikte bakıma muhtaç veyahut muhtaç olmasa bile öyle olduğunu iddia ettiği yaşlıların yasal vasiliğini yapan bir kadın. İş birliği yaptığı doktor ve bakım evi sahipleriyle birlikte, tamamen “hukuki” yollardan yaşlı insanları huzur evlerine hapsettiren ve kişisel eşyalarını, evlerini, hatta bankadaki paralarını dahi yönetme hakkını elde eden; dolayısıyla da bunun üzerinden kendisine devasa bir servet edinen nitelikli bir dolandırıcı… Marla’nın zavallı insanlar üzerinden yürüttüğü bu acımasız planlar, “ganimetlerinin” kimsesizliği sayesinde ise sömürüye elverişli bir sistemde tıkır tıkır işliyor. Ta ki sömürünün ucu, kendisi kadar acımasız başka birine uzanana kadar…

Aslına bakarsanız, J Blakeson’ın senaryosunun söz konusu kırılma noktasına dek fena ilerlemediğini ve filmin başından itibaren pür kötülüğüne şahit olduğunuz bir kadının hikayesinin fazlasıyla merak uyandırdığını söyleyebiliriz. Ancak saç kesiminden, giyimine, elektronik sigarasına kadar klişeleşmiş bir kadın yaklaşımından uzakta duran bu karakterin haris planları neo-noir bir çizgide seyretmeye başladığında, anlatı ivedilikle kan kaybediyor. Çünkü alabildiğine zeki ve kurnaz bir kadının karşısında konumlandırılan kötü karakterin sıradanlığı, mantık hatalarının da etkisiyle karikatürize bir görünüşe bürünüyor. Hal böyle olunca da film, hikâyenin bel kemiğini oluşturan inandırıcılık zemininde yalpalamaya başlıyor. İzleyicilerin büyük oranda Game of Thrones dizisinden hatırlayacağı Peter Dinklage’in canlandırdığı Roman Lunyov isimli Rus mafya patronu, ilk etapta psikopat tavırlarıyla etkili bir kötü izlenimi uyandırsa da bir süre sonra korkutuculuğunu kaybediyor. Bu durum kaçınılmaz olarak filmin yegâne kötüsünü Rosamund Pike haline getirirken, hikâyenin çatışma duygusunu da yok ediyor. Benzer bir biçimde, Marla dışındaki tüm karakterlerinin tek boyutlu niteliği ve öykünün tekdüze yapısı bu hissiyatı körüklüyor. 

I Care A Lot, geniş ölçekte ele alındığında Amerikan sağlık sisteminin içinde bulunduğu çürümenin ve takip edilmesi neredeyse imkânsız halde bulunan bu memur zümresinin içinde bulunduğu yozlaşmanın epeyce zayıf bir hicvi olarak okunabilir. Fakat bunu göstermek için bile elimizde yeterince “eleştiri” olduğunu söylemek zor. Zira bu film, sosyal bir yergi kisvesi altında bir anti kahramanın yükseliş öyküsü… Nitekim tam da bu sebeple ve pek tabii olay örgüsünün de etkisiyle, kahramanın yanında mı yoksa karşısında mı saf tutmamız gerektiği konusunda şüpheye düşerken, karikatürize bir kötünün eklenmesiyle birlikte karakterlerle bağ kurmamız hepten imkansızlaşıyor. 

Şüphesiz I Care A Lot’ın hikâye işleyişinde yaşadığı aksaklıkların temel sebebi, ilk uzun metrajı The Disappearance of Alice Creed’in (2009) ardından, The 5th Wave (2016) gibi ortalamayı dahi yakalayamayan bir film çeken J Blakeson’ın özensiz yönetimi… Rosamund Pike’ın varlığı ve becerisiyle izlenirliği yükselen bu filmi başka bir yönetmen çekseydi ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Son olarak, oyun müzikleriyle ünlenen Marc Canham imzalı ve karakterinin karanlık tonuyla uyumlu progressive deep house türündeki müziklerinin de hiç fena olmadığının altını çizmekte fayda var.