Doğu Demirkol: Baktım zaman geçiyor hayatımı dizi yapayım dedim
Doğu Demirkol. Gözlerinden zeka pırıltıları saçan özel insanlardan. Ama aynı zamanda da sevecen, içten, samimi. Öyle çok konuştuk ki, hiç uzatmayayım, sahneyi Doğu’ya bırakıyorum.
Fatih TürkmenoğluOrtaokuldayken patladı
İlk başta her şey bir gaz ve toz bulutundan ibaretti. Bütün fikirler, şakalar, gelişigüzel laf cambazlıkları, her şey... Sonra big bang dediğimiz dönüm noktası geldi çattı ve iç dünyamda depreşip duran şaka deveranını zapturapt altına alma hususundaki beceriksizliğin verdiği hayata karşı oluşan lakayıtımsı yaklaşım ve bu şakaların gün yüzüne çıkıp kendini gösterme açlığı, iki dev karadelik misali çarpışınca olan oldu ve o çocuk "arkadaş ben komedyen olmazsam ne faydam var insanoğluna" noktasına geldi. Bu tam olarak ortaokul yaşlarıma denk gelen bir karardı. O zamanlar daha ziyade bir hayal, bir umut misali bir garip hülya formundayken zaman içerisinde işler değişti. Kendi kendime yazıp duvarlara anlattığım şakalar kitlelere ulaştı.
Söylersem deli sanırsınız
Bir zamanlar bir yerde şöyle bir şey duymuştum. Sınavdan önce ne kadar karnın ağrırsa sınavda o kadar az ağrır. Benim için gösteri öncesi ciddi bir süreç. Uzun zamandır gösteriye çıkmadıysam önce setime ne kadarına hakim olduğumu anlamak için eski oyunları seyretmeden önce kendi kendime bi’ aklımdan geçiririm baştan sona oyunu. Unuttuğum yerleri kendim asla eskilerden kopya çekmemeye özen göstererek hatırlamaya gayret ederim çünkü hatırlayamadığım yerlerde yeni yaklaşımlar ve hatta belki yeni şakalar çıkabilir. Sonra bu hatırladığım kadarını kağıda döker, anımsatıcı kelimelerden oluşan oyun akışını baştan sona kağıda dökerim. Oyuna çıktığımda kendi sesimi dinlemez de akışına bırakmayı başarırsam unuttuğum yerler de eski bir şarkıyı hatırlarmışım gibi ağzımdan dökülüverir. Bu bahsettiğim süreç uzun zaman sahnelerden uzak kaldıktan sonra yaşadığım anımsama süreci. Bir de her sahne öncesi yaptığım totemimsi garip şeyler de var ama söylersem beni deli sanabilirsiniz.
Şakaları önce bi denerim
Şovu aslında uzunca bir süre değiştirmeden sabit bir metne bağlı kalarak oynamam gerekiyor. Sinemadaki bir film gibi, ya da bir tiyatro oyunu gibi ne kadar sabit bir akış üzerinde kalabilirsem o kadar uzmanlaşır ve konunun derinlerine inme fırsatı bulabilirim. Televizyonda yayınlanan malzemeler artık kamuya mal olduğu için onları tamamıyla setten çıkardım ama sahnede anlattığım metnin sinema veya online bir platformda yayınlanana kadar oyundan oyuna değişiklik göstermemesine özen gösteriyorum. Ama yine de aklıma gelen yeni şakaları ilk çıktığım oyunda araya sıkıştırıp denerim, o şakaların akıbeti hakkında kanıya varırım. Bu oyunların yüzde onluk bir bölümüne tekabül eder yaklaşık olarak.
Havalara girdim, şımardım
Şöhret beni şımarttı. Havalara girdim açıkçası. Kırk yıllık arkadaşlarımı sokakta görsem tanımam, tanıyamam, tanırsam şerefsizim. Çünkü neticede onlar sıradan hayatlar yaşayan basit insanlar. Oysa ki ben onlar gibi miyim? Alakam yok. Ben bambaşka, biricik, eşine benzerine rastlanması mümkünsüz bir harikuladeyim. Annemle babamla bile iletişimimi azalttım. Çünkü onlar da basit ünsüz insanlar. Bazen düşünüyorum da keşke annem Janet Jackson olsaydı. Ona ne kadar saygı duyar, en sevdiği çekirdeksiz üzümü bulup alana kadar pazarları arşınlarken asla söylenmezdim. Ama benim sıradan alelade annem için hiç kendimi yoramam işin doğrusu. Şöhret işte böyle bir şey. Bence her ne kadar şakasını yapsam da insanı içten içe sömürüp ilgi maymunu yapma potansiyeli olan bir zehir şöhret. İnsanların ilgisini, sevgisini, övgüsünü tevazuyla kabul edip kerameti kendimizde bilmeden, bu güzel enerjiler için gereken merciiye teşekkürümüzü ihmal etmeden devam edebilirsek çıldırmamayı başarabiliriz gibi geliyor. Yoksa şöhret ciddi bir depresyona dönüşebilir.
Işınlanana kadar mecbur
Araba sevgisi bizde genetik. Babam tam bir klasik İngiliz tutkunudur. Royce ve Benty benim çocukluğumun vazgeçilmezleridir diyebilirim. Ama yalan olur. Babam arabayı sadece taşıt olarak görür ve en masrafsız, en ucuz seçenek neyse ona yönelir. Ben o konuda biraz seçiciyim ve bu işin de eğlence kısmına odaklanmış durumdayım. Neticede ışınlanmayı bulana kadar mecburen yollarda geçecek olan hayatımızı bir nebze çekilir hale getirmekle mükellefiz. Benim de sabah akşam arabamla sağdan sola gitmemi gerektiren bir işim olmadığı için az yakan ve sorun çıkarmayan yepyeni gıcır bir araba alıp huzur içinde binmek gibi bir derdim olmadı hiç. Bu nedenle nispeten eski ve büyük motorlu ve az bulunan araçlar tercih etmiş bulundum bugüne kadar. Tercihlerimin de sonuna kadar arkasındayım. Bu arada Doğan Kabak'a danışmadan araba almam. Kral ne derse o…
HAYATIM TÜRKİYE MOZAİĞİ GİBİ
- Ahlat Ağacı senin ilk filmin. Nasıl böylesi bir filmde başrol oynadın?
Ben aslında filmleri izlerken “ben bunu yaparım” diyordum. Oyuncunun yerinde olsam öyle yapmazdım diye düşünürdüm. Kendimi bildim bileli komedyen olmayı, stand-up yapmayı hayal ederdim. Kendi kendime ortaokulda yazdığım metinler falan var. Sınıfın komik çocuğuyum yani.
- İnsanları güldürmeyi, biraz ilgiyi mi seviyorsun?
Evet. İnsanları güldürmek gerçekten çok güzel birşey. Tabii ortaokulda yazdığım şakaların hepsi çok komik değil. Şakaların bazıları yaş gereği cinselliğe kaymış falan.
- Ama oyunculuğu hep düşünürdün yani.
Hep. Ben Sopranos’u altı kere baştan sona izlemişimdir. Orada bir sahnede, at yarışı sahnesinde öyle incelikli birşey vardır ki. Çok küçük bir oyunla Tony’nin öteki paradan da pay istediğini bize veriyor yönetmen. Bizde dizilerde da da da da olan şey, burada kısacık bir anda oluyor.
- Nasıl?
Tony’nin gözü paraya kayıp geri geliyor. Hepsi bu. O minicik şeyden herşeyi anlıyoruz.
- Ama oyuncuların oralarda çok çalışacak vakitleri de var.
Adamlar gerçek karakter yaratıyorlar. Mafya, çok güçlü, ama bir bölümde ishal oluyor mesela. Bizdeki gibi mafyalığıyla gurur duymuyor, tam tersi utanıyor, buruk yani. Çocuğuna “okuyacaksın, adam olacaksın” diye ısrar ediyor.
- İkilem karakteri daha mı gerçek kılıyor?
Evet, bunu görüyoruz. Bu çelişki çok gerçek.
- Senin annen baban ne yapar Doğu?
Babam genel cerrah, annem avukat. Ben de İstanbul Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği okudum.
- Süpermiş. Matematiksel bir zekan var herhalde. Herhalde sahnede ve oyunculukta zamanlama ayarında çok işe yarıyordur.
Bilmiyorum. Şakanın matematiğinde daha çok uygulama önemli. Ben çocukluğumdan beri şakalarımı insanlar üzerinde deniyorum. Ankara’da okudum liseyi. O zaman ailem de Amasya’daydı, kız arkadaşım da oradaydı. Her hafta sonu giderdim, otobüsle tabii. Yanımda oturanın üzerinde denerdim bütün şakalarımı.
- Kaç yaşındasın?
32 yaşındayım.
- Ne yapacaksın bundan sonra?
Hep böyle cool bir çizgim olsun istedim. Stand-up çok cool birşey, karizmatik. Şimdi artık baktım ki zaman geçiyor. Kendi dizimi yazıyorum şu anda.
- Aaa süpermiş. Ne yazıyorsun?
Benim hayatım çok değişik. Annem ekstra dindar, babam sosyalist. Evde muhabbet yok pek. Aslında Türkiye mozaiği gibi. Yazdığım dizide ailemin bu garip halleri de önemli yer teşkil ediyor.
- Çok ilginçmiş gerçekten de.
Çok. Bir de kız kardeşim var. Şimdi evlendi, onu çok sevdiğimi anladım. Onlar daha farklılar ama. Ben daha samimi, daha halkla iç içeyim. Böyle olmayı seviyorum. Kardeşim Galatasaray ve Sorbonne’da sosyoloji okudu. Şimdi ABD’de doktora yapıyor. Bunlar böyle entel insanlar yani! Ama ben o modu sevmiyorum.
- Dizi senin hayatın mı olacak?
Benim hayatım. Böyle renkli bir ailede yetişen, mühendislik okuyan bir çocuğun kendi çizgisini bulması. Bundan yedi, sekiz yıl önce komedyen olmak da doğru bir istek değil. İnsanlar “Cem Yılmaz var ya” diyorlar...
- O kota dolduruldu yani!
Evet. Hani Türkiye’de bir komedyen gerekli, o da bulundu gibi. Bunu yıllarca yaşadım ben. Sanatçı diyorum, ama çok zor diyorlar.
- Annen ve baban da mı algılayamadı?
Ahlat Ağacı’ndan sonra daha bir kabullenir oldular. Gösteriler de yıllardır kapalı gişe. Babam arkadaşlarından duyunca falan biraz daha anlıyor. Ama hiçbir gösterime gelmediler henüz.
Yok canım!
Tabii. Babam sinemada Ahlat Ağacı’nı izlemedi. Annem de “Aman canım, karman çorman birşey” dedi. Dayım “oturmaktan popom ağrıdı” dedi mesela! Dizinin bir kısmı da dayım olacak. Türkiye’nin en pahalı arabalarıyla dolaşıyor. Öğrenciyken uğradığımda beni o arabalarda metrobüse bırakıyor falan.
- Adı belli mi?
Muhtemelen Doğu olacak. Yazdığım bir de film var, pandemiden sonra çekilir artık.
- Senin öbür filmler de çok güzel. Ölümlü Dünya’da da Bayii Toplantısı’nda da kalabalık bir kadrodasın. Ahlat Ağacı’nda başrol oynadıktan biraz tereddüt etmedin mi?
Ölümlü Dünya geldiğinde Ahlat Ağacı daha çıkmamıştı. Ama Ali Altay’dan teklif gelince, “Abi sen nasıl uygun görüyorsan öyle olsun” dedim. Çok da iyi iş çıktı.
- Sen bu aksanı mahsus yapıyorsun, değil mi? Komik olsun diye?
Hayır ya. Ben Amasya’da büyüdüm abi. Düzgün konuşabilirim, ama akışına gidince öyle çıkıyor. Babam Amasya’daki tek cerrahtı. Evin önünde kasalarca sebzeler, meyveler... Babam sosyalist ya, para da almıyor. Orada çok bilinen bir insan oluyor. Ben de doktor çocuğu gibi olmamak için uğraştım herhalde. Hatta evdekileri de bozdum. Babam da “N’apıyong lan” falan demeye başladı.
- Hep böyle misin? Sahne insanlarında genelde iki ayrı kişilik vardır ya.
Hep böyleyim. Persona oluşturmadım yani. Manik depresif bir durumum yok.
- Nereden besleniyorsun?
Gerçekten bir tek yerden beslenmeye çalışmıyorum. Komedi genelde tezatlardan çıkıyor. Gıcık kapıp, sinirlenip, içimizde ukde olarak kalan, o an ağzımızı açıp söyleyemediğimiz şeylerden. “Keeşke orada şunu diyeydim” diye o kadar çok, gece gündüz düşünüyorum ki... Sonunda şaka olarak çıkıyor. Biz Türk toplumu da Doğu ve Batı'nın arasında, kendimizi Müslüman olarak tanımlarız, şapkasını ters takan rapçi “Selam-ın Aleyküm” der ya.
- Tabii. Bunlar hepimizin ağzındadır hep. Allah’a emanet ol, inşallah, maşallah. Çok da severiz aslında.
Bir arkadaşımın annesinin cenazesindeydim. Harley Davidson’larla geldiler. Deriler, dövmeler falan. Herkes “Başın sağolsun” dedi. Helva yendi. Bir ikilemdeyiz ya.
- Aslında ikilem değil, bu biziz.
Biz buyuz, evet. Dünyadaki kabul görmüş algılara baktığımızda burada bir kültür kombini var ya, işte mizahın tam da çıkacağı topraklardayız. Amerikan dizilerinde oradaki müslümanları işliyorlar, ama oradaki çelişki kör gözüme parmak kalıyor.
- Buradaki çelişki?
Şimdi benim de inancım var. Seviyorum da bunu. Sahneye çıkarken abdest alırım, böyle rahat ederim. Burada, neredeyse herkesin Müslüman olduğu bir toplumda yadırganıyor olmak, daha derin bir çelişki.
Ama hiç yadırgamayan bir kesim de var. Senin abdest almanın da yadırganacak bir tarafını göremiyorum.
İnançlı biri de gelse “Niye abdest alıyorsun” diyebilir. “Sahneye çıkacaksın, namaz kılmayacaksın ki” der! Bu benim totemim belki de, böyle rahat ediyorum. İnsanın davranış biçimini sorgulamak, yargılamak kimsenin hakkı değil tabii.
- Kız arkadaşın var mı?
Bu ara yok. Ciddiyete dönecek bir durum olmadı. Müdahaleler gelince ben uzaklaşıyorum. Sahneye çıkıyorum, bin kişinin karşısındayım. Tat kaçıran birşey olmasın istiyorum.
- Düşüyorsun, değil mi?
Evet yaa. Gerek yok. Benim empatim yüksek. Ben de onunla bazen lüzumsuz şeylere kahroluyorum. Ortak, değecek şeylere birlikte üzülelim, orası ayrı.
- Olgunluk zor elde ediliyor, öyle değil mi?
Aradığım olgunluk da değil, sadece mantık. İnsan bazen çocuksu da olabiliyor, ama mantıklı olsun. Şu anda ilişki durumum yok yani.