Doğanın ve doğruluğun adamı! (09.07.2021)

Jean-Jacques Rousseau bir Protestan kenti olan Cenevre’de doğdu (28 Haziran 1712). Çok sevdiği ve ölümünden birkaç gün önce gömülmek istediğini söylediği Ermenonville’de 2 Temmuz 1778 tarihinde 66 yaşında yaşamını yitirdi ve 4 Temmuz’da Kavaklar Adası’na gömüldü. 1794’te Ulusal Konvansiyon’un kararıyla naaşı ulusun “büyük adam”larının yanına Panthéon’a taşındı. BM Unesco Örgütü tarafından yapıtları Dünya Belleğinin Kültürel Mirası kabul edilen Rousseau’nun mezarında, “Burada doğanın ve doğruluğun adamı yatmaktadır” yazar. Siyasal Gövde, yazarın dört bölümden oluşan ünlü yapıtı Toplum Sözleşmesi’nin, toplumun bir sözleşme yoluyla doğduğundan söz eden ilk bölümünü ve yürütme gücü olarak çeşitli yönetim biçimlerini ele alan üçüncü bölümünü kapsamaktadır.

Mustafa Hazım Bayka

SİYASETİN ÖNCELİĞİ

Jean-Jacques Rousseau, döneminde ve günümüzde düşünceleri ve özel yaşamı nedeniyle şiddetli eleştiri ve saldırılara uğramış olan bir düşünürdür. Öncelikle vurgulanması gereken Rousseau’nun bir siyaset yazarı olduğudur.

İtiraflar’da Venedik’te bulunduğu yıllarda, “Her şeyin köktenci bir biçimde siyasete bağlı olduğunu gördüm” der. Émile’de ise “Bunalım ve Devrimler yüzyılına yaklaşıyoruz” öngörüsünde bulunur.

Haber verdiği Fransız Devrimi, “sadece tek bir ulusa değil, bütün insanlığa eşitlik ve özgürlük kapılarını aralayan bir dönüşüm olarak yorumlanmıştır.”

Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde halk egemenliğini ve yurttaşlar arasında eşitliği gözeten düşünceleriyle Devrim’i doğrudan etkilemiş ve bunun sonucunda Devrim’in düşmanları ve liberaller, Rousseau ve özellikle Toplum Sözleşmesi’nde baskıcı, Terör Dönemi’ni esinleyici ögeler görmek istemişlerdir.

Devrimin sağladığı kazanımlardan ve eşitlikten yana olanlar ise Rousseau’yu özgürlüğün ve demokrasinin düşünürü olarak selamlamışlardır.

“Yüzyılımız gerçek bir eleştiri yüzyılıdır (...) hiçbir şey eleştirinin dışında kalamaz. Ne kutsallığı dolayısıyla din, ne de yüceliği dolayısıyla yasalar” diyen Aydınlanmacı Kant’ın sade odasının duvarında, Rousseau’nun bir portresi asılıdır.

Toplumbilimci, ekonomist ve sanat tarihçisi Arnold Hauser ise, “(...) Aydınlanma’nın düşünürleri de, sıradan halktan yana olmakla birlikte, daha çok onların koruyucuları ya da ara bulucuları durumundaydılar. Rousseau ise sıradan insanlardan biridir ve onlar arasından ilk konuşandır. (...) Rousseau ilk gerçek devrimcidir.” diye yazar.

Devrimin asli savunucuları kendilerini soylu ve kentsoylulardan ayıran mavi ve beyaz çizgili uzun pantolonları ve kırmızı başlıklarıyla halkın en radikal kesimi sans-culotte’lar (baldırı çıplaklar) olmuşlardır.

Taner Timur, Mutlak Monarşi ve Fransız Devrimi adlı yapıtında, sans-culotte’un şu şekilde betimlendiğini aktarır:

“Bu, hep yaya yürüyen (...) toprağı işlemeyi, demiri dövmeyi, testere kullanmayı, eğelemeyi, ayakkabı yapmayı, çatı çatmayı ve cumhuriyeti kurtarmak için de kanını son damlasına kadar dökmesini bilen bir kimsedir.”

Bu betimlemede Émile’i duyumsamamak olanaksızdır.

EŞİTLİKSİZÇİ TOPLUM VE İNSAN DOĞASI

Rousseau ilk söylevinde, bilimler ve sanatların “insanların zincirlerini çiçeklerle örten ve kralların tahtlarını güçlendiren” bir metaya dönüştüğünü savunur. Ona göre “Kötülüğün ilk kaynağı eşitsizliktir.”

Eşitliğin olmadığı, acımasız rekabetin, bencilliğin, zenginleşme hırsının egemen olduğu toplum durumunda yarı aydınlar, türdeşlerinin üzerlerine basarak sivrilmek isteyenler için bilim ve sanatlardan bir kötülük kaynağı yaratırlar.

Bu koşullar altında sanat, edebiyat, bilim ve felsefe güçlüler ve zenginlerin hizmetindedir. “Fransız Devrimi’yle tarihte ilk kez bilim ve teknoloji halkın ve devrimci güçlerin kontrolüne geçmiş ve toplumsal ilerleme yönünde kullanılmıştır.”

Rousseau, eşitsizliğin temellerini ele aldığı ikinci söylevinde ise bir insanlık tarihini anlatır. Doğa durumunda özgür, kendine yeten ve baskıdan uzak yaşayan insanın özü gereği iyi olan doğası toplum durumunda bozulmuştur.

“Kendini sevme” (amour de soi) “ben sevgisi”ne (amour propre) ve “kibir”e dönüşmüş, insanlar “olmak” (être) yerine “görünmeyi” (paraître) yeğlemişler, maskeli bir yaşam tüm topluma egemen olmuş ve “acıma” duygusu (la pitié) ya da “vicdan” yok olmaya başlamıştır.

Ekonomik etkenler sonucunda özel mülkiyetin ortaya çıkması zenginlerle yoksullar arasındaki kırılmayı derinleştirmiş ve iki kamp arasındaki çatışmayı önlemek amacıyla “yalancı bir sözleşme”yle zenginlerin eli güçlendirilmiştir.

CUMHURİYETÇİLERİN KİTABI

Rousseau, bireylerin siyasal ve toplumsal haklarını güvence altına almayı hedefleyen bir Toplum Sözleşmesi’yle yeni toplumun anayasasını yazmaya soyunur.

Yapıtında sözleşmenin ana eksenini ve ereğini şu bölümler belirler:

“Her bir insanın canını ve malını ortak bir güçle koruyup savunan öyle bir birlik biçimi bulmalıyız ki birliğe katılan her bir kişi diğerleriyle birleşirken yine yalnızca kendine itaat etsin ve en az eskisi kadar özgür olabilsin. (...)

Tek tek her bir toplum üyesi kendini tüm haklarıyla birlikte topluluğun bütününe bağlar; çünkü başlangıçta, her birey kendini bütün olarak topluluğa verdiğinde oluşan koşul herkes için eşittir (...)

Kısaca, kişiler kendilerini topluma bağladıkları için tek bir kişiye bağlanmamış olurlar (...) bütün kişilerin birleşmesinden meydana gelen bu kamusal varlığa daha önceleri site denirdi, şimdi buna cumhuriyet ya da SİYASAL GÖVDE adını verebiliriz.”

Jean-Louis Lecercle’in (J.-J. Rousseau. Modernité d’un classique) vurguladığı gibi yurttaş nitelemesini kazanan bireyler toplumsal sözleşmeyi kabul ederek doğal özgürlüklerini yitirirler ama buna karşılık başka bir özgürlük, sivil özgürlüklerini kazanmış olurlar.