Doğan Kitap klasikleri...

Doğan Kitap, ödüllü kapakları ve edebiyat dünyasının en önemli isimlerinin yazdığı önsözleriyle Dünya Klasikleri ve Dünya Korku Klasikleri’ne yeni bir boyut kazandırdı. Aslı Güneş ve Senem Kale'nin kaleminden...

Aslı Güneş / Senem Kale

İtalo Calvino, ünlü “Klasikleri Niçin Okumalı” yazısında sıraladığı maddelerden birinde “Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır” der. Gerçekten de klasikler, içinden çıktıkları yüzyıl gibi geveze kitaplardır. Nasıl olmasınlar ki? Eric Hobsbawn’ın adlandırmasıyla “sermaye”, “devrim” ve “imparatorluk” çağı olan bir yüzyıl. Marx’ın, Engels’in, Hegel’in, Bakunin’in, Weber’in, Nietzsche’nin, kısacası büyük anlatıların çağı. Dante’nin Cehennemi’ne misafir edilecek bütün günahkârlar bu yüzyılda: On dokuzuncu yüzyıl, büyük çöküşlerin ve sancılı başlangıçların çağı. “Katı olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin dünyevileştiği” muhteşem on dokuzuncu yüzyıl. Yazarı büyüleyen ve tiksindiren nesnelerin, yeniliklerin çağı.

İNSANLIĞIN YENİ AHİTLERİ!

İşte, kutsal olan her şeyin dünyevileştiği bu yeni çağda, buharın ve makinenin çağında edebiyatçıların elinde insanlığın Yeni Ahitleri yazılıyordu. Yeni bir Cennet’ten kovuluş hikâyesiydi anlatılan, Tanrısız Âdemlerin ve Havvaların yaratılış hikâyesi. Her romancı insanı yeniden tanımlıyordu. Ve sorulması gereken ilk soru, Ecinniler’ini Rusya’nın dört bir tarafına salan Dostoyevski’den geliyordu: İnsan bir bit midir ve insanın sınırları var mıdır?

Gariptir ki, 2020’de hatta bundan 100 yıl sonra bile bu sorunun cevabını bulmak için bakacağımız ilk kaynak Petersburglu yoksul hukuk öğrencisinin hikâyesini anlatan Suç ve Ceza’ydı. Savaşta, barışta, aşkta, ölümde sınırlarımızın ne olduğunu bilmek için baktığımız kişi dünyanın en olağanüstü katili, yakışıklı Raskolnikov’du.

İNSANIN SINANDIĞI BİR ÇAĞ

İnsanın sınandığı bir çağdı on dokuzuncu yüzyıl. Büyük ahlaki seçimlerle, felsefi sorularla kendini gerçekleştiren, birey olma yolunda adımlar atan insanın aklını çelen, yoldan çıkarmaya çalışan Mephistopheles’ler, Vautrin’ler roman sayfalarında cirit atıyorlardı.

Sermaye çağında Balzac’ın Goriot Baba’nın Rastignac’ına uzattırdığı elma, elbette paraydı. Balzac da paranın o her şeyi değiştiren sihirli elinin farkındaydı. Çağlar boyu geçerli olacak bir soru attı ortaya: Paranın gücü mü insan mı? Ne dersiniz, şirket devletlerin çağında dönüp bakmamız gereken bir metin değil mi Goriot Baba?

EVİÇLERİ!

Buharlaşan şeylerden biri de elbette ki eviçleriydi… Kadınları pencerenin ardından izledikleri dünyaya katılmaya çağıran bir ses vardı: Romantik aşk’ın sesi. Tamam kabul, Raskolnikov gibi trajik olmasa da Jane Austen’ın Elizabeth’inin önünde de çözülmesi gereken bir soru vardı: Modern hayatın evlerinin çatısı neyle çatılacaktı? Elbette, Gurur ve Önyargı’yla değil ama Akıl ve Sağduyu’yla…

Romantik aşk nedir, aşkın içerisinde ne kadar para (pardon sağduyu!) vardır? Austen’ın aşk için bulduğu altın formül, bütün zamanlar için geçerlidir. Günümüzün yaldızlı TV dizilerinden, evlilik programlarına kadar, her yerde Elizabeth’i Darcy’ye çeken sihirli formül vardır: Biraz çekim, fazlasıyla mülk!

Elizabeth’i az biraz aşk sosuna bulayıp dünya evine sokmakla bitmiyor işler tabii. O taşralı ev hayatına, kadınlara yasaklanan kitapların arasından sızan bir arzu var. Bu arzuyu anlatmak için de Flaubert lazım elbette. Madam Bovary’de romantik aşk kitaplarından, neonlarla süslenen vitrinlerden taşan arzu stratejisiyle kadınların hayatını anlatacak bize…

İNSAN NEYLE YAŞAR?

Modern kamusal alan kadınlar için, Kırmızı Başlıklı Kız’ın büyükannesine gittiği baştan çıkarıcı orman yolu. Bakalım Emma Bovary, Anna Karenina ve diğerleri modern kamuda baş tacı edilen “şekil”den ve “bakmak” eyleminin çekiciliğinden kendilerini kurtarabilecekler mi?

Siyanür şişesi mi arzu mu? O güzelim çiçeklerin çağrısına kulak vermek mi yoksa dosdoğru büyükannenin evine gitmek mi? Kadınlarla pek ilgili bu yeni muhafazakârlık çağında Flaubert’in, Tolstoy’un söyleyecek sözü yok mu zannediyorsunuz?

İnsan Neyle Yaşar? diye soruyor ya Tolstoy, bütün klasiklerin dönüp dolaşıp sorduğu soru budur işte. Bu sorunun cevabı bir türlü bulunamadığı için de klasikler hep okunur, hep anlatacak bir şeyleri olur. “En uyumsuz güncelliğin egemen olduğu yerde bile, arka plandaki gürültü gibi varlığını sürdüren şey, klasiktir” diyor Calvino.

Evet, dünyayı kasıp kavuran savaşta, ekonomik çöküşte, yok olan kentlerde, eriyen buzullarda, karantina günlerinde, kıyıya vuran mülteci cesetlerinde dönüp dönüp baktığımız, İnsanlık Komedyası’nı tekrar tekrar okuduğumuz ve hep o sorunun cevabını aradığımız şeydir klasik: İnsanın sınırları var mıdır ve insan neyle yaşar?

Korku klasikleri…

Neden hâlâ korku klasiklerini okuyoruz?

200 yıl önce, bilimkurgunun başlangıcı sayılan Frankenstein’ı yazdığında Mary Wollstonecraft Shelley, 18 yaşındaydı ve o günden beri, ceset parçalarından diriltilmiş bir ucubenin hikâyesini anlatan romanı en çok ilham veren, uyarlanan ve okunan eserler listesinin başından inmedi.

Peki ama neden? Neden hala korku klasiklerini bu kadar çok severek okuyor ve izliyoruz?

Çünkü Dr. Frankenstein gibi tanrıcılık oynayabilme ihtimalinin olduğuna hala inanmak istiyoruz. Ve dahası çirkinlikten değil sevgisizlikten canavarlaştığımızı; yarattığımız kötülükle yüzleşmekten kaçtıkça kötülüğün büyüdüğünü okumak hâlâ bizi iyileştiriyor.

Çünkü Dorian Gray’in Portresi’nde olduğu gibi; ahlaka, yargılara, güzelliğe, sanata, gençliğe, toplumsal normlara ve korkularımıza dair yargılarımızla yüzleşmenin önemine hâlâ inanıyoruz.

DERİN, KARANLIK KUYULARIMIZ

Çünkü Edgar Allan Poe’nun gerilim öykülerinde, şiirsel diliyle bizleri kendi öznel karanlık kuyularımıza itmesi, tuhaf güdülerimizi yüzümüze vurması, insanlığın derinliğine ve karmaşıklığına dair savımızı kanıtlıyor.

Çünkü Drakula’nın gerçekten yaşadığına dair şüphe etmeyi seviyoruz. Bunu düşünmek bizi daha canlı hissettiriyor. Ve ölümsüz kılıyor. Çünkü operadaki hayaletten de gelse, vahşete dönüşse de; aşk hepimizin kalbini çalıyor, attığını hatırlatıyor. Çünkü hepimiz hem Dr. Jekyll’ız hem Mr. Hyde’ız, belki şimdilerde daha da çok… iki yüz, iki hayat, iki akıl kullanmak zorunda kalıyoruz.

Çünkü hızla gelişen bilim ve teknolojiden doğanın öcünü alıp, bizleri Dr. Moreau’nun Adası’nda melezleşmiş yaratıklar olarak ölüme terk edebileceği korkusunu unutmadan gelecek tasarıları yapmamız gerektiğinin hâlâ ve daha çok farkındayız.

Çünkü, Cthulhu gibi korku edebiyatının en ilham verici mitoslarından birini yazan Lovecraft’ın dediği gibi “Uyandırılan her dehşet, sorumlusunu da yeryüzünden siler.” Belki de okuyarak etrafımıza saçılan dehşetlerin sorumlularını silmek istiyoruz yeryüzünden. Tümden.

“İnsanlığın huzuru ve güvenliği için yeryüzünün en karanlık kuytu köşelerinin ve ayak değmemiş mağaralarının kendi haline bırakılması mutlak suretle zaruridir; oralara ilişilmemelidir ki uykudaki anormallikler dirilmesin, küfür gibi varlığını sürdüren korkunç varlıklar zifiri inlerinden fışkırıp yepyeni ve daha geniş çaplı fetihlere kalkışmasınlar.” Lovecraft- Cthulhu'nun Çağrısı ve Diğer Tuhaf Öyküler kitabından...