'Doğa Hakları' Kavramı

cumhuriyet.com.tr

CHP’nin sosyal politikalardan sorumlu genel başkan yardımcısı Sayın Şafak Pavey, dünyada ilk kez bir partinin ‘doğa hakları’ söylemini kullandığını vurgularken, “İnsana hizmet eden doğal çevre, insanın sömürüldüğü bir meta (mal, sermaye) kavramına dönüştü...” demiş. (Cumhuriyet, 6 Ağustos 2012) Sanımca doğru söylemiş.

Yeni bir kavram

Yüzyılların konusu ve sorunu, ama “doğa hakları” yeni bir kavram!

Yeni olduğu kadar hayati bir varlık konusu, yani insan türünün hayatta kalması, yaşamın sürdürülmesi sorunu. CHP’nin sorunu sahiplenmesi, görevi, Şafak Pavey gibi yeni ve saygın bir üyesine vermesi her türlü övgüye ve desteklenmeye değer bir politika kararıdır.

Medeniyet dediğimiz – şair dilinde o tek dişi kalmış canavar – insan türünün yarattığı ve onu yaratan, “canlıüstü” (süperorganik) bir varlık alanıdır. Onu koruyup kollamak, sürdürmek görevi ile sorumluluğu yine insana düşüyor. Postmodern dünyanın insanlığa dayattığı refah (tüketim) ekonomisi, doğal çevreyi sömürmekle kalmıyor, insanı da sömüren ve kendini tüketen bir canavara dönüştürüyor. Bu açıdan bakıldığında, “doğa hakları”, insan türünün kendi varlığını koruma ve sürdürme, kaderine ve geleceğine sahip çıkması sorumluluğudur.

“Doğa” dediğimiz varlık, dünya adını verdiğimiz uzay gemisi “yerkürenin” tümü değil, onu sarıp sarmalayan, yer, su, hava ve türlü canlılardan oluşan incecik bir “yaşamküre”dir. Coğrafya kitaplarında görünümü kabaca portakal kabuğuna benzetilen yaşamküre, aslında, yerküre çapının binde biri kadar ince, bir soğan zarıdır. Şu farkla ki, soğanın katmanları arasında zarlar bulunduğu halde, yaşamküre zarı tektir, yedeği de yoktur. Medeniyetin ve insanın geleceği işte bu zarın korunmasına bağlı görünüyor. Sayın Pavey, işte bu koruma görevine ve yaşamı sürdürme bilincine “doğa hakları” diyor.

Varlıkbilim ve felsefesi (ontoloji) açısından yaşam, insan-doğa ilişkisi sorunudur. Kültür tarihi boyunca denenmiş üç yolu biliniyor:

1) “İlkel” olarak nitelenen, tarihöncesi küçük, basit toplumlar, kendilerini ‘doğa’nın bir parçası olarak görür, sorunları yoktur.

2) Uzakdoğu’nun geleneksel toplumları, uyum ve barış içinde, doğaya saygılı yaşamayı seçtiler, sürdürüyorlar.

3) Endüstri devrimini dünyaya kabul ettiren Batılı toplumlar ise, “Medeniyeti insanın doğaya egemenliği olarak tanımladı.”

İnsan-doğa ilişkisi

Nice müdahale eder, ne çok değiştirirsen o kadar medenisin, derler.

Isınma, kirlenme, tükenme, tüketme, sürdürülebilirlik sorunlarının kaynağı burada. Çevre ve doğa sorunu, endüstri medeniyetinin ve tüketim ekonomisinin yani Batı’nın sorunuydu; küresel dünyanın sorunu oldu. Çevrebilimciler, daha az enerji ile daha çok üretip daha az tüketen “doğa dostu” teknolojilerle dünyayı avutmaya çabalıyor.

Ne var ki tüketim çılgınlığına tutulmuş kitleleri daha aza razı etmek hiç kolay değil. Kimi bilginler, “İnsanlık belki de bilinçaltı bir kararla intihar ediyor” derken; bilgeler, insanlık, yerkürenin sınırlı olduğunu belki gördü ama yaşamküre kaynaklarının sınırlı olduğu gerçeğini görmemek de direniyor.

Neler yapılabilir?

Milyarlarca gezegen arasında bir dünya benzerini bulup göçmek sanal bir düş. Evrenden tek bir yankı almış değiliz henüz. Uzman kişiler bunları yazıp çiziyor ama okuyan varsa bile çok az. Siyaset yapan kişiler ve kurumlar, araştırma ve uyarılara değil, toplumdan gelen istek, dilek ve umutlara duyarlı; ekonomiyi ve refahı büyütmeye çabalıyor. Oysa refahın artması tükenişi hızlandırıyor. Büyüme mi yaşam mı, hangisini sürdürelim? Bilim insanları toplumu uyarın, uyandırın diyor. Toplum, yaşamı seçerse yönetimin ilke ve öncelikleri belki değişebilir.

Ülke ufkundaki bir “şafak”ta, Sayın Pavey’i yalnız bırakmamak, yalnız CHP’nin değil bütün yurttaşların insanlık görevi olmalı.