DİSK: Krizi yüzde 1 yarattı, bedelini yüzde 99 ödemeyecek!
DİSK, yaşanan son kur krizine dair yaptığı açıklamada "İşçi sınıfı borçlu değil alacaklıdır. Krizi yüzde 1 yarattı, bedelini yüzde 99 ödemeyecek" ifadesine yer verildi.
cumhuriyet.com.tr<haber-dikey:1054268>
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Yönetim Kurulu adına Genel Başkan Arzu Çerkezoğlu’nun ekonomideki son gelişmelere dair değerlendirmesi şöyle:
Türkiye ekonomisi, tehlikeli bir “döviz krizi” ve “borç krizi” ile karşı karşıyadır. Ancak döviz ve borç krizi olarak başlayan kriz kısa sürede ekonominin diğer alanlarına enflasyon, durgunluk, işsizlik ve yoksulluk olarak yansıyacaktır. Büyük oranda dövizle borçlanmış şirketlerin iflas haberleri bir süredir gelmeye başlamıştı. Sene başından itibaren ciddi oranda değersizleşen Türk Lirasının son dönemde çok daha hızlı bir biçimde değer yitirmesi, bu borç krizinin yayılmasını hızlandırmakta ve etkisini şiddetlendirmektedir. Şirketlerin borçlarını ödeyememesi bankacılık sistemini de tehdit etmektedir. Krizin ekonominin diğer alanlarında da bir domino etkisi yaratması tehlikesi her geçen gün büyüyor.
"Krizin nedeni ülkeyi yönetenlerin yıllar önce yaptıkları tercihler"
Bu krizi, sadece “dolar krizi” ve bununla bağlantılı olarak “rahip krizi” olarak tanımlamak, krizin nedeni olarak dış politikadaki bir krizi göstermek elbette ki oldukça yetersiz, yüzeysel ve sorunun temellerini görmezden gelmeyi tercih eden bir yaklaşım olacaktır. Yıllardır sinyallerini veren bir krizi, “dış güçlerin komplosu” olarak açıklamak, çözüm aramak yerine iç politikayı “idare etmeyi” gözeten ciddiyetsiz yaklaşımlardır. Türkiye’nin bugünkü sorununun kaynağı, ülkeyi yönetenlerin yıllar önce yaptıkları tercihlerdir.
Türkiye, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin dayattığı sıcak ucuz dış kaynağa dayalı neoliberal kapitalizmin yarattığı kriz ile yüz yüzedir. Türkiye’yi uluslararası mali sermayenin yağmasına açanlar, spekülatif saldırılara açık hale getirenler, şimdi böylesi saldırıların da eşliğinde topyekûn ülkenin kaybetmesine yol açıyor. Bu politikalara devam edilmesinin ülkemize ciddi zararlar vereceği giderek daha açık hale gelmektedir.
Yabancı sermaye kaçışının yarattığı sarsıntı
Mart-Mayıs arası yabancı sermaye girişi 2017’nin aynı dönemine göre yüzde 66 oranında azalmıştır. Dış finansmana bağımlı hale getirilen Türkiye ekonomisi devasa miktardaki yabancı sermaye kaçışıyla, ilk olarak dövizin fırlaması/TL’nin değersizleşmesi olarak karşımıza çıkan büyük bir sarsıntı yaşamaktadır.
Meselenin özü şudur: Tamamen dış finansmana dayalı, üretimi değil borçlanmayı esas alan, üretime değil ranta ve betona dayalı dışa bağımlı bir ekonomik model, dış kaynakların eskisi kadar ucuz ve sürekli olmamasıyla sarsıntı yaşamaktadır.
-Ülkemiz uluslararası finans kapitalin avlanma sahası haline getirilmiştir. Asıl sorun, uluslararası konjonktür uygun iken, yani döviz ucuzken ve faizler düşük iken altına girilen büyük borçlardır.
-Dış borçlanmaya dayalı büyüme ile ülkede kentler yağmalanmış, doğa tahrip edilmiş, alınan borçlar betona gömülmüş, tüketiciler de borçlandırılarak ülkede sahte bir saadet ortamı yaratılmıştır. Ülkemizin uluslararası finans kapital için cazip bir yeniden değerlenme alanı haline getirilmesi büyük bir ekonomik başarı olarak sunulmuştur.
-Bu borca bağımlı, aldığı borcu “betona” gömen, üretimden kopuk, tüketimi suni biçimde kışkırtan, ithalatı ihracatın üzerinde artıran büyüme sürecinin sürekliliği, içsel dinamiklere değil uluslararası konjonktürün, yani düşük faiz/döviz sürecinin devamlılığına bağlıdır.
-Nitekim uygun dış finansman sağlanabilen konjonktürün sona ermesiyle beraber, yaklaşık bir yıldır döviz ve faiz eşzamanlı yükselmektedir.
-Türkiye’yi yönetenlerin tercih ettiği “büyüme” stratejisi için uygun uluslararası ortamın sona ermesiyle, enflasyon, cari açık, dış borç ve işsizlik başta olmak üzere ülkenin tüm ekonomik verileri uzun süredir alarm vermektedir. Bu alarmları duymazdan gelen iktidar, halkı da kandırmış, başkanlık rejimi ile tüm sorunların çözüleceğini vaat etmiştir.
-Vaat edilenin aksine, başkanlık rejimine geçiş süreci, krizin patlak vermesini önleyen/yavaşlatan değil aksine hızlandıran bir etkide bulunmuştur. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek bir kişide toplandığı; kurallarla değil anlık kararlarla, ortak akılla değil hamasetle yönetimi esas alan; denetimi pranga, diyaloğu vakit kaybı olarak gören; yargının iç ve dış siyasette araçsallaştığı; dış dünyada tek kişinin kararıyla ülkenin tüm politikalarının belirlenebileceği ve hatta yargı kararlarının değişebileceği algısı yaratan (ve hatta bunun örneklerini sergileyen) yeni rejim, ülkemizi baskılara/saldırılara açık hale getirmiş, istikrarsızlığı daha da derinleştirmiştir. Köklü yapısal nedenleri olan ekonomik kriz, demokratik siyasetin, hukukun, toplumsal barışın da krize girdiği bir ortamda şiddetlenmektedir.
Enflasyonun, işsizliğin, döviz kurunun ve faizlerin eş anlı yükseldiği bir kriz ortamında, ülkeyi yönetenler henüz krizin çözümü için bir eylem planı duyurmuş değil. Geçen hafta açıklanan “Cumhurbaşkanlığı 100 Günlük İcraat Programı” emeğin giderek ağırlaşan sorunlarının ise hükümetin gündeminde olmadığını gösterdi. Yine geçtiğimiz haftanın son günü Hazine ve Maliye Bakanı tarafından yapılan “Yeni Ekonomik Program” başlığı ile yapılan sunuşta ise adeta ekonomik kriz yok sayıldı, Orta Vadeli Programın Eylül ayında açıklanacağı dışında krize karşı “plan” sayılabilecek bir yaklaşım sergilenmedi.
"Şimdiden uyarıyoruz"
İşçi sınıfının ve halkın çalışma ve yaşam koşullarını savunmayı bir görev olarak bilen DİSK olarak, iktidarı şimdiden uyarıyoruz: Krize karşı çözüm olarak “alacaklıları”, yani uluslararası finansal sermayeyi kurtarmayı temel alan ve faturayı işçilere, kamu çalışanlarına, emeklilere, dar gelirlilere kesen bir yaklaşım kabul edilemez. Özellikle son 20 yılda gerek IMF programı olarak gerek hükümet programı olarak sonuçlarına tanık olduğumuz böylesi bir program, halkın geniş kesimlerinin ekmeğini ve yaşamını tehdit edecektir. “Yapısal reform” adı altında ücretleri geriletmeyi, enflasyon ile yoksullaştırmayı, güvencesiz çalıştırmayı, daha fazla özelleştirmeyi, kamu hizmetlerini daha da ticarileştirmeyi/pahalılaştırmayı, sermayeyi/bankaları kurtarırken işçi sınıfı üzerindeki vergi yükünü artırmayı öngören bir saldırı programına karşı direnmek şarttır.
Bugün krize giren neoliberal birikim modelinin bedelini işçiler yıllardır ödemektedir. İşçiler büyümeden pay alamamış, gelir dağılımı emek aleyhine bozulmuş ve kof büyüme modelinin bedelini fazlasıyla işçiler ödemiştir. Uluslararası sermaye için ülkemizi cazip hale getirme ve “rekabet gücü” adına, grev yasaklarıyla, sendikalaşma önündeki engellerle, güvencesiz istihdamla, iş cinayetleriyle, kuralsızlığın kural haline gelmesiyle, düşük ücretlerle, uzun çalışma saatleriyle, Türkiye’nin dünyada işçi haklarının en kötü olduğu 10 ülke arasına sokulmasıyla işçi sınıfı büyük bedeller ödemiştir. Düşük ücretler nedeniyle ancak borçla yaşayabilen ve banka kredilerine bağımlı bir işçi sınıfı, Türkiye’yi yönetenlerin uluslararası finans kapitale en büyük hediyesidir. Türkiye’nin emperyalizme, uluslararası finans kapitale bağımlılığına son verecek tek güç bu bağımlılıktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfıdır.
Bedel ödeyen sadece işçi sınıfı ve emeğiyle geçinen ülkenin yüzde 99’u değildir. Uluslararası finans kapitalin ve onların kredileriyle beslenen şirketlerin büyük vurgunlarının bedelleri arasında yağmalanan doğa, kuruyan dereler, katledilen ormanlar, rant için betonlaştırılan kentler ve yok edilen tarihsel miras da vardır.
Öte yanda, 15 yıldır ısrarla sürdürülen akıldışı sermaye birikim modeliyle küplerini dolduran, yelkenlerini şişiren bir azınlık bulunmaktadır ve krizin bedelini ödemesi gerekenler de onlardır. Krizi yüzde 1 yarattı bedelini yüzde 99’a ödetmek istiyorlar.
Biz DİSK olarak krizin faturasının işçi sınıfına ve yüzde 99’a kesilmemesi için, diğer tüm emek güçleriyle beraber mücadeleyi yükselteceğiz. Bu mücadelemizin ana başlıkları ve hedefleri şunlardır:
-En acil talep olarak, son 15 yılın en yüksek enflasyonu karşısında eriyen ücretlerin acilen telafi edilmesini, başta asgari ücret olmak üzere tüm ücretlerin artırılarak alım gücünün erimesinin önüne geçilmesini istiyoruz. Krizle kemer sıkarak değil alım gücü korunarak ve artırılarak mücadele edilebilir.
-Toplu işten çıkarmaların yasaklanmasını istiyoruz. Krizin yaratabileceği işsizlik riskine karşı kamu istihdamı artırılmalıdır.
-Vergideki adaletsizliğe son verilmesini, çok kazanandan çok vergi alınan, asıl olarak karın/rantın/faizin vergilendirilmesine dayanan bir vergi sistemi kurulmasını istiyoruz. Türkiye’nin en büyük şirketlerinin, en zengin ailelerinin, partili/yandaş patronların vergi borçlarını büyük oranda sıfırlayan kararların derhal iptal edilmesini istiyoruz.
-Devlet idaresindeki akıl dışı harcamaların ve savurganlığın son bulmasını istiyoruz.
-Ülke kaynaklarının betona gömülmesine hayır diyoruz. Başta Kanal İstanbul olmak üzere ciddi kaynak israfına ve borçlanmaya yol açacak faydasız yatırımların durdurulmasını istiyoruz.
-Yargı bağımsızlığı ve işleyen bir hukuk devleti ekonomik krizi tek başına çözmese de çok önemli bir role sahiptir. Otoriter rejim ekonomik krizi derinleştiren bir rol oynuyor. Demokrasi ve hukuk devleti yolunda ciddi adımlar atılmalıdır.
Son söz olarak bir kez daha ifade etmek isteriz ki; Türkiye borçlu bir ülkedir ama bu borç işçi sınıfının borcu değildir.
Aksine işçi sınıfı alacaklıdır. Bir borç krizi olarak karşımıza çıkan ekonomik krizin, işsizlik ve yoksullaşma olarak işçi sınıfına fatura edilmesine izin vermeyeceğiz!
Borç yüzde 1’in borcudur. Yüzde 99 bunu neden ödesin?