Diego Armando Maradona: Tanrı’nın Sol eli

Ekonomisi büyük Amerika’nın yoksulu orduya, toprağı büyük Latin Amerika’nın yoksulu futbola yazılır. Maradona’nın kaderi de öyle oldu.

Mustafa K Erdemol

O da biliyordu gerçeği. Saklamadı zaten; İngiltere’yi kupadan eleyen o maçta golü eliyle attığını “o tanrının eliydi” diyerek kabullenmişti. Tek farkla; o “Tanrı” kendisiydi. Sonrası, yaşadığı coğrafyanın dini iklimine çok uygun gelişti. Katolik Papalık karşıtı, “Hristiyan Sosyalizmi”nin kuramı “kurtuluş teolojisi”nin vücut bulduğu o coğrafyada, yoksul düşmanı papalıkla alay edercesine adına Tanrı’nın Eli Kilisesi kuruldu. 10 maddelik emri olan, 3 ritüelli, binlerce “cemaatı” olan bir kilise. 

“Tanrı” yani Armando Dieogo Maradona, Papa’nın bir konuşmasını dinledikten sonra yanındakilere “Vatikan'daydım; tüm o altın tavanları gördüm, ardından Papa'nın Kilise'nin fakir çocukların refahı konusunda endişelendiğini söylediğini duydum. Tavanını sat o zaman amigo, bir şeyler yap! " dedi. Tanrı’nın “dili” de  “eli” kadar hızlıydı. Maradona’yı o nedenle çok sevdi Arjantinliler, Brezilyalılar, Bolivyalılar, Kolombiyalılar. İnsan aklının yarattığı hiçbir “tanrı, yoksullara onun dokunduğu gibi dokunamamıştır. Ölen tek “tanrı” odur, ardından üç gün yas tutulan tek “tanrı” da.

PERONİST, YOKSUL, HAMAL BİR BABA

Maradonalar kuzeydoğu Arjantin'in Corrientes eyaletindeki Esquina adlı bir kasabadan geliyordu. 1960'a geldiğinde, aile 400 mil güneydeki Buenos Aires'e taşınmıştı. Aile hiç unutmadı bıraktıkları yeri.  “Köşe” anlamına geliyor Esquina. Bir nehir kasabası. Maradona’nın kendisiyle aynı adı taşıyan babası burada mavnalara sandıklar, balyalar yükleyen bir hamaldı.  Tota lakaplı annesi Dalma Salvadora Franco (ki İtalyan asıllıdır) kocası ile kilden, gübreden yapılmış bir kulübede yaşıyordu. "Sanayi öncesi" koşullarda yani. Toprak zemin, sazlardan yapılmış bir “ev”. Babasına, bir ara çalıştığı nakliye şirketinin patronları “canı istedikleri zaman” para veriyorlardı. Böyle bir yaşam. Ama anne ile baba, “yoksulların generali” Juan Peron destekçisidirler. 

Peron, aslında yoksulların başkaldırısını bastırmak için olsa da başta spor kulüpleri olmak üzere kimi kurumlara para akıtan bir devlet adamıdır; yoksullar gerçekten sevmişlerdir onu. Esquina’dan kopup geldikleri başkent Buenos Aires’in gecekondu semti Villa Fiorito'da hurda metallerden, kartonlardan yapılmış evde doğar küçük Diego. 

BAŞINI DİK TUT DİEGO

Doğduğu hastanenin adı da Juan Peron’un kendisinden daha da ünlü olmuş eşi Eva Peron’un adını taşır; Polyclinicó Evita de Lanus. Annesi onu doğurduğunda, eşi de amatör futbolcudur, “goool” diye bağırdı derler. Bu bir yakıştırmadır muhtemelen ama o kadar inanılmıştır ki doğruluğuna, benimsenmiştir sevenlerince. Evin “banyosu” açık bir lağım çukurudur. Mahallenin bir tarafı, selüloz fabrikalarından gelen akıştan zehirlenen kokuşmuş kahverengi bir kanal olan Riachuelo ile çevrilidir. Bir gün fosseptik kuyusuna düşer Diego. Onu kurtarmaya gelen dayısının yetişip, “başını bokun üstünde dik tut Diego” deyişi yüreğine öyle yerleşmiştir ki, ünlü bir futbolcu olduğunda başı hep yukarıda olmuştur, kafasındaki topun iradesi dışında düşmesine asla izin vermeyişi o zamandan kalma bir alışkanlıktır. 

Ekonomisi büyük Amerika’nın yoksulu orduya, toprağı büyük Latin Amerika’nın yoksulu futbola yazılır. Maradona’nın kaderi de öyle oldu.  Doğanın ona sunduğu tek yetenek futbol 9 yaşından beri hayatındadır. Uyurken topuna sarılarak uyurdu. Çorak zeminde futbol oynadığı için zorlukla alınan ayakkabısı yıprandığında babasından çok dayak yemiştir. Bu mahallede top oynayarak başladı çocukluğu. Nasıl keşfedildiği de hayranlık vericidir ama onu geçelim.

Futbola yoğunlaşmak için okulu bıraktı. 1976'da 15 yaşındayken Argentinos Juniors turnuvasında ilk kez sahneye çıktı. Lig tarihinin en genç oyuncusuydu. Arjantinliler için ne ifade ettiği merak ediliyorsa, Arjantin Milli Takımı’ndan arkadaşı Jorge Valdano’nun sözleri belki yardımcı olur: "Maradona Arjantinlilere kolektif hayal kırıklıklarından kurtulmanın bir yolunu sundu". İdol oluşunun nedeni budur. Ama böyle olmanın acısını da çekti Maradona.  1970'lerde "Las Vegas'ta tatil yaptığı, bir yüzme havuzunda fotoğraf çektirdiği için sevenleri ona uzun süre küstü. Kendilerinden uzaklaşmak gibi anladılar durumu çünkü. İlerledi, büyük topçu oldu. Arjantin faşist cuntası, “bir milli değer” olduğu için İspanya’ya, Barcaleno’ya transferini önledi. Bu da etkili olmuştur ama sağcıları, faşistleri hiç sevmedi. Daha sonra gittiği İspanya’da oynadığı bir maçta rakip taraftar tribünlerinden bir portakal attılar ona. Ayağında dakikalarca top sektirir gibi oynadı onunla. Saha yıkıldı alkıştan. Zidane’ı hiç sevmeyen Fransız futbol adamı eski futbolcu Michael Platini’nin “Zidane’ın topla yaptığını Maradona portakalla yapar” deyişi bu yüzdendir. 

SESSİZLERİN SESİYİM

Kim ne derse desin, politik bir figürdü. Fidel’in, Chavez’in sadece hayranı değil, onların “yoldaşı”ydı da. “Chávez'e inanıyorum, ben Chávista'yım. Fidel'in yaptığı her şey, Chavez'in yaptığı her şey benim için en iyisidir.” derken inandığı için söyledi bunu. Kollarında hem Fidel’in hem de Che Guevara'nın dövmeleri vardı. En meşhur cümlesi “ben halkın temsilcisi, sessizlerin sesiyim. Ben El Diego'yum”dur. 

“Yalancıydı”. Ama durun, bildiğiniz anlamda değil. O coğrafyada Viveza dedikleri bir kavram vardır. Kurallara güvenemediğinizde, her kurum sizi aldatmak, sizi mahvetmek için var olduğunda, kazanmanın tek yolu onları alt etmektir. Önce onları aldatmak için başvurulur “yalan”a. hayatta kalmanın bir yoludur Viveza. Egemenler katında yalnızsan “dürüstlük” seni vuran bir silah olabilir. İngiltere’ye elle attığı golü “Tanrı’nın eli” diye açılaması da hoş bir “yalan”dı. Başka güzel “yalanları” da vardı. Asla karşılaşmadığı “halkın generali” Juan Peron’la birlikte göründüğü sahte bir fotoğrafı nereye giderse gitsin yanında taşırdı.  

Arjantin gururu için kimse onun kadar çabalamadı. Yurtseverdi. ABD Başkanı George W. Bush'un Arjantin'i ziyaret etme ihtimali bile delirtmişti onu: “O bir katil. Arjantin toprağına ayak basarsa ona karşı yürüyenlerin arasında olacağım” cümlesini duymayan kalmadı. Bir televizyon röportajında ABD ile ilgili her şeyden nefret ettiğini söylediğini de. Ülkesinde solcu Başkan Cristina Fernandez de Kirchner’in ateşli bir destekçisi oldu.

O coğrafyaya özgü, “kurumlaşmış Hıristiyanlık karşıtı” bir Hıristiyandı. “Tanrı benim iyi oynamamı sağlıyor. Bu yüzden sahaya çıktığımda hep haç işareti yapıyorum. Yapmazsam O'na ihanet edeceğimi hissediyorum” deyişi bundandır.

Uyuşturucu içti, alkolik oldu, bedenini hırpaladı. Kendi kendinin mağdurudur. Ama başını yine de hep “dik” tuttu. Ona “futbolun tanrısı” demesi hoş bir yakıştırmadır ama inandığı tanrının “sol eli” olduğu kesindir.

FİDEL’LE AYNI GÜN

Küba Dışişleri Bakanlığı da Arjantinli efsane için bir paylaşım yaptı. Küba’nın simge liderlerinden Fidel Castro’nun yakın arkadaşı olan Maradona’nın, Castro gibi 25 Kasım’da hayatını kaybetmesi hatırlatılarak “Tarih aynı gün gitmelerini istedi” ifadeleri kullanıldı.