‘Devletin mahkûmlarla ilişki biçimi de dinselleşmiş'

Barış Bildirisi imzaladıkları için 40 gün yatan akademisyenler Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı

Hilal Köse

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları için 40 gün hapis yattılar. Mahpusluk günlerini konuşmaktan pek memnun değiller. ‘İçerde’ bir ömür tüketenler varken haksız da sayılmazlar. Öyle ki, Kıvanç Ersoy, avukat olmaya karar vermiş. Sırf tutukluları ziyaret edebilmek için... “301’den de 3001’den de yargılasalar sözümüzün arkasındayız. Barış kazanacak, demokrasi kazanacak” diyor. Muzaffer Kaya’ya göre ise mühim olan bir arada olabilmek: “Bence sihirli kelime bu. Faşizme sürüklenişi ve savaşı ancak böyle durdurabiliriz. Herkesin birlikte yaşabileceği, mutlu olabileceği bir Türkiye’yi kurabiliriz. Bu güce sahip olduğumuzu düşünüyorum.”

Kaya ve Ersoy ile buluştuk. Gündemi ve cezaevini konuştuk.

- Cezaevi günleri nasıl geçti?

Muzaffer Kaya: Kıvanç’la çok farklı yerlerde büyümüşüz. Ben Boğaziçi’nde Sosyal Bilimler okudum. Kıvanç, Fen Bilimleri okumuş. Ama benzer okumalar yapmışız. Ortak tanıdıklar çıktı. Zengin sohbetler yaptık. Bazı problemler de oldu. Mesela satranç oynuyoruz, hep Kıvanç yeniyor. Damada ben yendim hep...

TELEPATİ HAKKIMIZ

Kıvanç Ersoy: Yine tutuklansam yine Muzaffer’le kalmak isterim. 12 gün tecritte kaldık. O sürede, bizimle görüşmeye gelen iki avukata, son söz, Tevfik Fikret’ten bir cümle söylemişiz. Bana dediler ki, “Muzaffer Hoca da benzer şeyler söyledi.” Tevfik Fikret’in “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” dizelerinin olduğu şiiriydi... Telepati hakkımız engellenemedi.

- Yanınıza gelen üçüncü kişi kimdi, ‘suçu’ neydi?

M.K.: Adı Galip, bir aşçı. Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanıyor. Cezaevi yemeklerini kantinden aldığımız sarmısak, baharat, limon gibi malzemelerle mükemmel terbiye ederek harika yemekler haline getirdi. Onun gelişinden sonra biraz kilo aldığımızı söyleyebiliriz. Bir daha olsa yine Galip’le kalabiliriz...

K.E.: Çok ustaydı gerçekten. Selam söylüyoruz. Bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını diliyoruz.

- Cezaevi nasıl bir yer?

K.E.: Metris’te yan yana on metrekarelik hücrede kalıyorduk. Avluyu sabah sekiz akşam altı beraber kullanabiliyorduk. 8 gün sonra Silivri’ye götürüldük. Dubleks. Alt katta banyo ve mutfak tezgâhı var. Muzaffer mutfak tezgahını çok beğenmiş.

MUTFAK TEZGÂHI

M.K.: Paslanmaz çelik...

K.E.: Bizim kaldığımız 9 No’lu, F tipinden de F tipi bir cezaevi. F tiplerinde, 2007 yılında, Behiç Aşçı’nın açlık grevi sonrasında kazanılan ‘3 kapı 3 kilit’ diye somutlanmış bir talep vardı. Yan yana olan 3 koğuş ortak havalandırmaya çıkacaktı. Biz kimseyle görüştürülmedik. Ama o koşullar bile onların hedeflediği yalıtılmışlık duygusunu yaratamıyor. Bir şekilde insanlar yan yana olduklarını hissettirebiliyorlar.

- Uzun süredir tecritte olup, hastalanan hükümlüler var...

K.E.: Tecrit çok büyük bir insan hakları ihlali. İnsanlık dışı uygulama. Ona rağmen kimse boyun eğmiyor, düşüncelerinden vazgeçmiyor. Dışardan gelen her mektupla dayanışma ruhunu hissediyorsun.

M.K.: Silivri, tam bir tecridin uygulanabileceği altyapıya sahip. Diyelim ki avukat görüşüne götürüleceksiniz, başka bir mahpus da telefona ya da hastaneye çıkıyor olabilir. Onunla karşılaşmamanız lazım. Böyle bir trafik organizasyonu yapılıyor. Biz de sadece 3 kişi birbirimizi gördük. Bir kez spora çıktık yine 3 kişiydik. 3 kişi oynamakta zorlandık. Penaltı turnuvası yaptık.

- Tecrit dışında en çok dikkatinizi çeken, sizi öfkelendiren şey neydi?

K.E.: Tek başımayken her sabah sayıma geldiklerinde masada ders çalışıyor oluyordum. Çamurlu ayaklarıyla içeri girmelerine itiraz ediyordum. Sürekli temizlik yapıyorsunuz çünkü...

M.K.: Metris’te kalacağımızı sandığımız için hücrelerimizde muazzam bir temizlik yaptık. Ben iki kutu çamaşır suyu bitirdim. Temizlik bitti, kantinden yeni çarşaflar aldım sererken haber geldi. Silivri’ye gidiyorsunuz diye...

K.E.: Müdür seviyesinde bir yetkili, Silivri’de avukat görüşüm sırasında geldi. “Tutuklu akademisyeni görmeye geldim.” “Bir sıkıntı yok inşallah” dedi. Ben de “Metris’te 3 kez odamız değişti. Nerde kalacağımız belli değil. Bir karar verin, devletin bütün cezaevlerini ben temizleyemem’ dedim. Sonra temizlik malzemelerimizi verdiler.

- Çok mu titizsiniz?

K.E.: Ben öyleyim de Muzaffer benden çok daha fazla titiz. Silivri’ye gittik. Ben tecrit vs. düşünüyorum. Muzaffer’in ilk tepkisi: ‘Yaşasın mutfak tezgâhı var’ olmuş...

ASKERLER VE KİTAP

M.K.: Ben titizimdir. Metris, yılların kirinin biriktiği bir yer. Düşünebiliyor musunuz? Tuvalette küçük bir lavabo var. Tabağınızı orada yıkıyorsunuz. Tezgâh yüzünden sevindim. Temizlik önemli. Çünkü hastane süreçleri problemli. Hasta olmamak lazım cezaevinde.

- Aramalar nasıldı? Tutuklu mektuplarında, talan eder gibi yapılan aramalardan söz ediliyor. Yakın zamanda leğenlere, paspas soplarına el konulmuş...

K.E.: Genel aramada 20 asker, 12 gardiyan vardı. Masanın üzerinde iki tane kitap vardı. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştisi ve Elveda Güzel Vatanım. Jandarma görevlisi, Ahmet Ümit’in kitabının her sayfasına baktı. Kapaktaki Türk bayrağı yüzünden herhalde... Marx Engels dikkatini çekmedi. Vileda sopalarından birini aldılar. İkinci seferde kalan sopanın boyunu kısaltıp verdiler. Tutuklular o sopaların ucuna damacana yerleştirip halter yapıyorlarmış...

M.K.: O plastik sopadan ne olabilir ki? Aramada her yeri dağıtıyorlar. Pencere demirlerini dövüyorlar. Olan bir şey değil de kendilerince olasılıklar üzerinden yapılan uygulamalar.

- Metris’te bu uygulamalar daha ‘normal’ denebilir mi?

K.E.: Metris’te, 30- 40 kişinin sabah ve akşam belli saatlerde ‘aleyküm selam’ diye bağırdığını duymuştum. Gardiyanlar, ‘çocuk koğuşlarına disiplin uyguluyoruz. Sıraya sokuyoruz. Onlardan selam alıyoruz’ dedi. ‘Merhaba’ ya da ‘günaydın’ yerine selamün aleyküm diyorlar.

KÜÇÜK OĞLUM

M.K.: Silivri’de bize de Diyanet’in takvimi ve Değer diye dini bir dergi geldi. Dini değerlerin aşılanmasıyla ‘iyileştirme’ çabası olduğunu görüyorsunuz. Devletin mahkumlarla ilişki biçimi de dinselleşmiş.

- Aileler nasıl karşıladı...Çocuklar ‘neredeydiniz’ diye sordu mu?

M.K.: Oğlum 4 yaşında. Sürekli evin içinde beni aramış. Altına kaçırmış birkaç kez. Eşim yoğun çalıştığı için bakımını ben üstlenmiştim. En zor onun için oldu. Diğerleri haklı bir dava içinde olduğumuzu biliyorlardı.

K.E.: Benim oğlum da 5 yaşında. Yurt dışına çıktığımı söyledim. 91 yaşında dedem var. Mektubunda, benimle gurur duyduğunu, barışı savunmanın görev olduğunu yazdı. Fiziksel olarak babama çok benzerim. Arkadaşlarım toplantılarda yokluğumu pek hissetmemiş. “Baban senin yerine bizimleydi” dediler. Oğlumun da babasının bir politik tutuklu olarak Türkiye’nin kötü gidişatına karşı çıktığını öğrenince gurur duyacağını düşünüyorum. Bize iddianame hazırlayanların bu şanstan yoksun oldukları açık.

Doç. Dr. Kıvanç Ersoy

ODTÜ Matematik mezunu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Matematik Bölümü’nde öğretim üyesi. Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Hukuk Sekreteri,. Öğrencilerine kavuşan Ersoy’un cezaevi anıları, derslerden daha çok ilgi görüyor.

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya

işsiz bir akademisyen olarak bütün enerjisini 4 yaşındaki oğluna ve barış aktivistliğine yoğunlaştırmış. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde doktora yaptı. Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’nde öğretim üyesiydi. 8 Şubat’ta altı akademisyenle birlikte sözleşmesi fesh edildi.

‘Kafada Sünni İslam var’

Tutuklu ziyareti için avukat olacak

-Bundan sonra nasıl bir yol çizeceksiniz?

M.K.: Barış aktivistliğine devam. Haziranda eylül dönemi için alımlar başlar. İlanları takip edip başvuracağım. Bakalım Türkiye’de beni alacak bir yer olacak mı?

K.E.: Üniversitede derslere başladım. Öğenciler, “Hocam dersi bırakın cezaevi anılarınızı anlatın” diyorlar. Seneye üniversite sınavlarına girip hukuk okuyacağım. Mezun olunca avukatlık yapmayacağım ama avukat olacağım. Sırf cezaevindekileri ziyaret edebilmek için... Ama tabii ki matematikçi olarak çalışmaya, barış ve demokrasi için mücadele etmeye devam edeceğim.

- Laiklik tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.K.: Bu bölgede huzurlu yaşayacaksak, çocuklarımız Ege’nin sularında boğulmayacaksa iki şeyi başarmak zorundayız. Bir, Kürt sorununun demokratik çözümü. İki, demokratik laiklik anlayışını hayata geçirmek. Laiklik meselesi başından beri problemliydi. Otoriterdi. Bütün inançlara eşit değildi. Alevilerin mitinginden bir slogan hatırlıyorum: “Türkiye laik değildir. Laik olacak!” Devletin bir mezhebe bütün maddi kaynaklarını aktarması büyük bir haksızlık.

- ‘Demokratik olmayan’ bu laiklik de elden gidecek gibi...

M.K.: Devletin işleyişinde dini herhangi bir referansın verilmemesi. Devletin bütün dinlere eşit mesafede olması. Demokratik laiklik budur. Cumhuriyet laikliği ortaya atmakla çok iyi bir şey yaptı. Bizim bir adım daha ileri gidip, Diyanet’i, eğitimin, gündelik hayatın dinselleştirilmesini tartışmamız gerekiyor. “Yeni Türkiye’de” laikliğe yer yok. Kafalarında Sünni İslam tahakkümü olan bir rejim var diye düşünüyorum. Muhalefetin, sahici bir laiklik anlayışını savunmaktan başka çaresi yok.

BAŞKANLIK DAYATMASI

K.E.: Türkiye hiçbir zaman laik olmadı. Ama yaklaşan tehlike daha büyük. Laiklik kavramının her şeye rağmen anayasada olması, ezilenler için hukuki bir dayanak noktası oluyor. En azından bu dayanağı korumalıyız.

- Muhalefetin problemi ne? Sizce muhalif kesimler ortaklaşabilir mi?

M.K.: 90’lardan bile daha feci bir şey yaşıyoruz. Savaşın seviyesinin hızla yükselmesi, bombalar, demokratik muhalefeti adeta felç etti. İktidar partisi, savaş ittifakı sayesinde oylarını artırdı. Bizim bildirimiz, başka meslek gruplarının desteği ile yeniden bir toparlanma durumu yarattı. Karşımızda totaliter Türk tipi bir başkanlık rejimine geçiş dayatması var. Savaş yeni rejime geçişin bir aracı. Demokrasi isteyenlerin ortak davranabilmesi çok önemli. Güçlü bir demokratik dayanışma kurabilmek, bence sihirli kelime bu. Bir arada olabilmek. Faşizme kayışı ancak böyle durdurabiliriz. Demokratik Türkiye’yi inşa etme perspektifiyle bir araya gelebilirsek...

K.E.: Türkiye’de muhalefet güçlerinin sorununun temelinde bence aslında şu var; herkesin kendi gündeminin içinde farklı soruları tartışması. Totaliterleşme bizi aynı soruları tartışmaya zorluyor. Barış için, ertelemeden hep beraber bir strateji tartışmasını yürütmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Zorbalığa çare, suçu ortak işlemek

- Ayşe Öğretmen’e ve ‘Ayşe Öğretmen benim’ diyen 30 kişiye dava açıldı. O kadar çok şey oluyor ki, bu gündemin azizliğine uğradı...

K.E.: Türkiye demokrasisinin geldiği nokta... Bu koşullara rağmen birileri hâlâ sivil itaatsizlik eylemleri yapabiliyorlar. Önemli olan bu cesaret.

M.K.: Ayşe Öğretmen’in söylediklerinde hiçbir suç unsuru olmadığı açık. Şimdi bence yapacak tek şey kalıyor. 3 bin kişi gidip aynı şeyi yapmak. Bu tamamen göz dağı, susturma politikası, başka bir şey değil. Bu otoriter, zorbaca yaklaşıma karşı yapılacak en iyi şey o ‘suçu’ çok sayıda kişinin işlemesi.