Devamı var! Oğuz Demiralp'in yazısı...

Huzur’un sonu etkileyicidir. Üzülürsünüz Mümtaz’ın başına gelene, hak etmediğini düşünürsünüz, ‘hiç değilse ölmedi’ diye avunursunuz. ‘Tedavisi ne sonuç verdi? Ne oldu?’ gibi sorularla öğrenmek istersiniz romanın sonrasını. Belleğimi bu isteğim yanıltmıyorsa, Tanpınar, Mümtaz’a ne olduğunu yazabileceğini anıştırmıştı bir söyleşide.

Oğuz Demiralp / Cumhuriyet Kitap Eki

Bazı romanlar böyledir işte. Romanın kendi yapısı içinde o noktada bitmesi gerekir, ama başkişinin geleceğine ilişkin sorulara gebeyse bu son merak edersiniz ne olduğunu, ‘devamı gelse’ dersiniz. Henry James’in Bir Hanımefendinin Portresi de devamı olsun istenilen bir romandır. Feleğin tokatını yiyen İsabel’i kötü şeylerin beklediğini sezersiniz, ama öğrenemezsiniz. Acımsama ve merak duygularıyla kapatırsınız kitabı, zihninizde burukluğa bulanan beğeni tadı.

John Banville bu kitabı bir türlü kapatamamış. 130 yıl sonra devamını yazmış: Mrs. Osmond (Türkçesi: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi, 2017), Böyle bir işe girişmek öz güveni yüksek usta yazarların harcıdır. Bizde Huzur’un devamını yazabilecek yazar var mıdır bilemem, ama girişimini başarıyla sonuçlandırmış Banville, büyük bir romanı düzeyini düşürmeden sürdürmüş. Gerçi Banville, daha önce de, Raymond Chandler’ın Kara Gözlü Sarışın romanının devamını yazmış, deneyimli, gene de Henry James’in yazısını sürdürmek daha büyük bir iş.

Birçok yorumcu Banville’in romanını bir pastiş çalışması olarak görüyor. Yanlış. Banville, James’in romanının ruhunu ya da havasını yakalamak, benzetmek istemiştir. Banville, ayrıca, biçem (üslup) konusunda alçakgönüllüdür. Günümüz yazarlarının Henry James gibi dil ile uğraşmadıkları için hayıflanır.

Üslupçuluğu bir süsleme öğesi gibi değil, dünyada olmanın bilincinin anlatım yoluyla keskinleştirilmesi olarak görür Banville. Bu bakımdan James’in romanı gerçekten daha iyi. James ağdalı sayılmayacak bir İngilizceyle nasıl da kavrıyor kahramanlarının ruhlarını, olayın önemli evreleri, ayrıntılarını...

James’in romanındaki anlatıcıyı da Banville’inkinde göremiyoruz. Bildiği ve bilmediği şeyleri paylaşarak okuru yönlendirmeye çalışan bir anlatıcının varlığı romanın beni çeken yönlerinden biri. Okurun, anlatıcının tuzaklarına düşmemeye çalışması da hoş bir oyun.

KADININ ÖZGÜRLÜĞÜ

Buna karşılık, Banville’in romanının da üstün yönlerini görmeliyiz. James’in romanında hizmetçiler, görevliler sahneden hızla geçen gölgeler gibidir. İnsan diye anlatılanlar ön düzlemdeki burjuvalar ve aristokrat bozuntularıdır. Avrupa’nın üst sınıfına yakından bakılırken, alt sınıf görmezlikten gelinir.

Banville’in romanındaysa hizmet edenler de öne gelir. Örneğin İsabel’in bugünkü deyimle “yardımcısı” belirleyici bir karakter olarak görünür. Banville, giderek, sınıflar arası ilişkilere uzanır, bu amacı taşıdığı havası vermeyen bir anlatımla. Para, Banville’in romanında daha güçlü bir öğe olarak ortaya çıkar. Para, romanın belki de asıl kahramanı olur. Aslında olaylar paranın çevresinde döner. Banville’in romanı toplumsal, tarihsel bakımlardan daha zengindir. Başka bir deyişle, Banville, James’in romanını toplumsal ve tarihsel bakımlardan zenginleştirmiştir.

İki romanın ortak çizgisi kadının özgürlüğü konusudur. İsabel’in uğraşı aynı zamanda kadını kocaya ve erkeğe göre ikincil gören, kılan bir düzene karşı çıkış olarak gelişir. İkinci romanda oy hakkı için savaşım veren aydın kadınlar görürüz. ‘Savaşıma gerek yok. Ezelden hakkınızdır.’ dercesine kadınların oy hakkını tanıyan bir Atatürk olmamıştır, Batı ülkelerinde bile. İkinci romanın sonunda kadının hakkı için savaşımın ivme kazandığını görürüz. Ne ki, İsabel’in geleceğine ilişkin herhangi bir im bulamayız. Boşlukta kalır İsabel’in yarınları. İkinci roman da, birincisi gibi, sonrasını merak ettirerek biter. Üçüncü romanı yazacak çıkar mı?

 

“DENİZ”

Banville ‘devamı yok’ romanı da yazmıştır, şiir gibi güzel: Deniz (Türkçesi Suat Ertüzün, K. K. 2015). Çoğu romanın devamı yoktur ya da sonu bellidir. Aklımıza gelen soruların hepsine yanıt bularak kapatırsak kitabı, tamamla(n)ma duygusunun doygunluğunu yaşarız. Başı sonu belirli bir düzen içinde tamamlanan öyküler zihnimizi, ruhumuzu rahatlatır. Hayata bakışımız da biraz öyle değil midir?  Çocukluktan yaşlılığa kesintisiz gelişme olsun isteriz, sonra da geçmişin güzel anılarıyla kaçınılmaz sona doğru usulca yol almayı. Ne ki, herkese nasip olmaz hayatı böyle tamamlamak.

Geriye bakınca karmaşık bir tablo gören az değildir. Deniz romanında okuru pek rahat ettirmeyen böyle bir tablo görürüz. Banville, Azrail’in menziline girmiş bir adamın iç ödeşmesini anlatır. Bir Sona Erme Duygusu (The Sense of An Ending) başlıklı ünlü yazın kuramı kitabında Frank Kermode, yolun sonuna gelmişlik öykülerinin bireylere kendi ölümleri üzerine düşünme, dünya tarihi içinde kısacık yer tutan yaşamlarını anlamlandırma olanağı sağladığını öne sürer.

Banville’in Deniz romanı Kermode’un kuramının örneklemesi gibidir. Başkişinin ömrünün üç önemli evresinden anılar üşürür zihnine, zaman sırası tanımadan. Bellek anıları sırayla anımsamaz, kapısını açan oluntuya göre seçer anıyı, geçmişi şimdi kılar. Banville bu romanda yüksek üslupçudur, “birinci tekil şahıs” anlatıcı yoluyla kahramanının ruhunun kıvrımlarını tarar. Geniş bir iç bireysel dünyadır anlattığı, ama ölümlü, ayrıca evrenin gözünde nerdeyse bir hiç.

Romanın sonundaki anıda, başkişiyi kıyıya geri taşır yükselen deniz, hiçbir şey olmamış gibi bırakır. “Sahiden de hiçbir şey olmamıştı; heybetli bir hiçten, koca dünyanın kayıtsızca omuz silkmesinden başka bir şey.” Bireyin romanı biter ama hayat romanı devam eder. Sorun, kişisel romanı başkalarının anılarında güzel şekilde devam edecek şekilde hayat romanına katabilmektir.