Dergilerle, kitaplarla geçen bir ömür: Enver Ercan
Enver Ercan, Yaşar Nabi Nayır’ın mirasını belki de en doğru anlayan isimdi ve edebiyatı bir “hareket” olarak düşünüyordu; kültürel, siyasi, nasıl derseniz deyin bir hareket işte. Metni kâğıda sabitlenmiş bir şey olarak düşünmekten hoşlanmazdı. Dergiler de ansiklopedi gibi rafta durmamalı, hayata karışmalıydı.
Mehmet ErteEnver Ercan ve o çılgın kaplan
Temmuz 2002. Varlık Yayınları’nın Çemberlitaş’taki ofisine ilk gelişim. Kafamda tek bir tane derli toplu cümle yok ama buraya niçin geldiğimi biliyorum: İş arıyorum. O güne dek ikisi Varlık’ta olmak üzere on iki-on üç şiirim yayınlanmıştı. Üniversitede fizik bölümünde beşinci yılımdı, bir yıl sonra mezun olacaktım ve öğretmenlik yapamayacağım kesindi, yayıncılık alanında çalışmak istiyordum.
Enver Ercan cam masada, bilgisayar başında oturuyor, “Bir sandalye çek” diyor. Odada bir masa daha var, Yaşar Nabi Nayır’a aitmiş vaktiyle; kocaman, eski, üstü kitaplarla, dosyalarla, dergilerle dolu. Etrafta sandalye görmediğim için bu kalabalık masanın önündeki üç küçük koltuktan birini alıp Enver Ercan’ın karşısına kuruluyorum. Aramızda bir metre ya var ya yok, böyle yakın oturunca hâliyle insan hemen konuya girmesi gerektiğini düşünüyor, sessizlikten rahatsız oluyor ama o bana sormuyor, ben de ağzımı açmıyorum. Aslında ziyaretçilerini hemen konuşturan, sorular soran, hikâyeler anlatan hoş sohbet biri olduğunu ileriki günlerde, aylarda öğreneceğim. O gün karşılaştığım portresi kendisine bir hafta kadar önce telefon ettiğimde sesinin bende uyandırdığı fikirle tamamen uyum içinde: “Ağır” bir adam.
Sonradan yıllarca tanık olacağım üzere o masada Enver Ercan dikkatle şair-yazarlardan, okurlardan gelen e-postaları okuyordu, bu onun en çok önem verdiği işlerden biriydi, arıyordu çünkü yeni şairi, yeni yazarı, dergide işlenecek yeni dosya konusunu, yeni ne varsa onu. Bir söyleşisinde dediği gibi “rahat bir insan değil”di, “üstelik hep canı sıkılır”dı, ille yeni bir şey bulmak, onun peşinden koşmak zorundaydı. Bir editörün asıl işinin yeniyi bulmak olduğunu düşünüyordu ama yeniyle her gün karşılaşılmayacağının da gayet farkındaydı, yine de bu hedeften vazgeçmemeliydi. Herkes tanınmış şairlerden, yazarlardan metinler alarak “toplama” bir dergi çıkarabilirdi. Özgün olma imkânına sahipken “merkeze oynayan”, sayfalarında ünlü isimlere yer veren taşra dergilerine, fanzinlere çok kızıyordu.
Enver Ercan bilgisayar başındaki işini bitirip Yaşar Nabi Nayır’dan miras kalan masaya geçerken bana “Çay içer misin?” diye sordu. Baktım kendisi mutfağa gidiyor, “Otur abi” dedim, “ben getiririm.” O sırada odaya bir hanım girdi (hâlâ Varlık Yayınları’nda grafikerlik görevine devam eden Reyhan Koçyiğit), onu da düşünerek üç çay alıp geldim. Üç çayı tek elimde taşıdığımı görünce Enver Ercan’ın yorgunluğu gitti, keyfi yerine geldi. Bana Tophane’deki gençlik günlerinden, bir kahvede çalıştığı dönemden bahsetti, ben de iki yıl otobüs terminalinde bir kafede çalışmıştım. Böyle ayrıntılara şüphesiz özel bir önem atfediyordu ama akşama kadar da bunlardan konuşacak değildik ya, gençtim, sabırsızdım. Sancısını çektiğim konuyu gözlerimden anladı. “Merak etme Mehmet kardeş” dedi, “birlikte çalışırız.”
BİR BESTE YAPAR GİBİ...
Bu hikâyeyi böyle anlatınca Selçuk Altun ve Taner Ay şaşırmıştı, “Bu kadar mı?” diye sordular; Enver Ercan’ın benim birikimimi, yeteneklerimi merak edip etmediğini öğrenmek istiyorlardı. Hayır, etmedi, daha doğrusu Enver Abi bu türden cevapların sorularla elde edilebileceğine inanmıyordu; o dener ve görürdü. Ayrıca onun hakkında yazarken şunu önemle belirtmek gerekiyor: Her ne kadar hep doğaçlama konuşuyor ve sezgisel kararlar veriyor gibi görünse de hayatın hiçbir sahnesine hazırlıksız girmezdi; görüşmemize aracı olan Süreyyya Evren’den muhakkak hakkımda bir iki şey öğrenmişti (belki şiirlerimin nerelerde yayınlandığını, çok kısa bir süre YKY’ye gidip geldiğimi falan; hakkımda daha fazlasını Süreyyya da bilmiyordu), gerisini zaman gösterecekti. Bir de bilgi ve deneyim kadar, hatta daha fazla tutkuya değer verirdi, çalışma arzusu olan bir insanın bilmediği her şeyi kısa sürede öğreneceğine inanırdı.
O Temmuz gününü, on beş yıllık çalışma arkadaşlığımızın, abi-kardeş ilişkimizin başı sayıyorum. Enver Abi ilk olarak benden Varlık ve -o dönemde ilk sayısının yayın hazırlıklarını yaptığı- Yasakmeyve dergilerinde kısa kitap tanıtımları yazmamı istedi. Bir iş verdiğinde onun neden gerekli olduğunu anlatırdı, nasıl yapılacağını değil. İşin gerekliliğine inanmayan birinin yeterli olgunlukta bir ürün ortaya çıkaramayacağını söylerdi. Herkes kendi yöntemlerini bulmalı, kendi yolunu açmalıydı. Dergi hazırlamayı bir beste yapmak gibi düşünüyordu, şüphesiz o ayki dosya konusunun ne olduğu, nasıl işlendiği önemliydi ama bestenin diğer kısımları da iyi olmazsa gövdesi ayakta duramazdı… Bu sözlerden sonra nasıl bir ciddiyetle kısa kitap tanıtım yazıları kaleme aldığımı tahmin edersiniz sanırım.
Enver Abi’yle sonraki günlerde Varlık Yayınları’nda, haftanın bazı günleri çalıştığı İnkılâp’ta gene görüştük. Başta yardımcısı Tülin Er olmak üzere, İdil Önemli ve Ilgın Yıldız gibi Varlık’a gelip giden, derginin hazırlığına o veya bu şekilde katkıda bulunan kişilerle tanıştım, yayınlanacak yazıları okudum, düzelttim. 2002’nin sonu muydu, emin değilim, bir gün “Yasakmeyve toplantısını The Marmara’da yapacağız” dedi. Bir sürü şairin, yazarın katılacağını, çok önemli şeyler konuşacağımızı düşünmemiştim ama “The…” deyince ofisteki bir toplantıdan fazlasını beklemiştim hâliyle. Bir baktım, Enver Abi, Tülin, ben… Başka kimse yok. O, giyim kuşam, kalem, defter vb. nesneler dışında lükse çok meraklı biri değildi, herhangi bir mahalle kahvesinde saatlerce zaman geçirebilirdi ama dostlarıyla buluştuğunda onlara en iyi şekilde ikramda bulunmak isterdi, burada buluşmamızın başka bir nedeni yoktu.
Yasakmeyve’nin ilk sayısı planlandığı gibi Ocak’a yetişmedi, Şubat-Mart 2003’te yayımlandı. O yılın yazında olmalı; Tülin Er, Everest Yayınları’nda çalışmaya başlayınca iki dergide de onun yerine ben geçtim, sorumluluğum arttı. Yasakmeyve’nin dördüncü sayısını derginin kapak tasarımını da yapan grafiker Nazlı Ongan’la birlikte yayına hazırladım, sonraki sayıları Ebru Grafik’te Gökhan adlı bir arkadaşla. Enver Abi, elime dergide yazıların, şiirlerin akışını kabaca belirlediği bir çizelge tutuşturuyor, gerisine karışmıyordu. Çok kontrollü biri olduğu hâlde birlikte çalıştığı kişileri sıkı denetim altında tutmazdı-kim özgürlük tanımadığı gençlerden beslenebilir ki. Evet, o beslenmek istiyordu, kullanmak değil; işçi çalıştırmıyordu, arkadaş ediniyordu.
Bu arada Ankara Han’ın 5. katında Yasakmeyve’ye bir ofis tuttuk. Enver Abi’yle beş kat yukarı dergi taşıdığımız da oldu, matbaadan kamyona dergi yüklediğimiz de. Birlikte dergi paketledik, etiket yapıştırdık, postaları adreslerine bıraktık, fatura kestik, tahsilata gittik... Bir işi diğerinden ayırmazdı, patron da işçi de oydu. Bir gün olsun yukarıdan konuştuğuna, iş buyurduğuna ben tanık olmadım.
Bir yıldan uzun süre haftanın iki günü Ankara Han’daki Yasakmeyve’nin ofisinde, üç gün de Varlık’ta çalıştım, ardından tamamen Varlık’a geçtim. Varlık Yayınları’nın sahibi Filiz Nayır Deniztekin ve grafikeri Reyhan Koçyiğit’ten sonra Enver Ercan’la en uzun süre bire bir çalışan kişi benim; yakın dostluğumuza, sırdaşlığımıza da güvenerek şunu söyleyebilirim ki onun dergicilik dışında bir dünyası yoktu; tatil nedir bilmezdi. Ah, elbette sevgilileri olurdu, aşksız yaşayamazdı ama onun hayatını yazacak biri, çıkardığı dergileri daha çok göz önünde bulundurmak zorunda kalacaktır. Eminim onu sevenler de bu yönünü bilerek sevmişlerdir ve bana bu sözlerimden ötürü kızmazlar (Bir not düşmek istiyorum: Sırdaşlık dedim, evet, Enver Abi dostlarıyla sırlarını paylaşırdı ama dertleşmezdi, ruhsal sorunlarını kimseye açmazdı).
Enver Ercan, Yaşar Nabi Nayır’ın mirasını belki de en doğru anlayan isimdi ve edebiyatı bir “hareket” olarak düşünüyordu; kültürel, siyasi, nasıl derseniz deyin bir hareket işte. Metni kâğıda sabitlenmiş bir şey olarak düşünmekten hoşlanmazdı. Dergiler de ansiklopedi gibi rafta durmamalı, hayata karışmalıydı. Onun TYS başkanlığını, düzenlediği etkinlikleri, çeşitli kültürel oluşumlara verdiği desteği hep bu bağlamda değerlendirmek gerek. Edebiyatı güncel siyasî/toplumsal gelişmelerden ayrı düşünmez, Türkiye’de ve dünyada her ne oluyorsa Varlık dergisi herkesten önce edebiyatçıların sözünü halka duyursun isterdi. Örneğin Haziran 1996’da Habitat II Zirvesi mi gerçekleşmiş, arşivi açtığımızda Enver Ercan’ın hemen bir panelle bu etkinliklerin içinde yer aldığını ve orada tartışılanları “Bir Kent Nasıl Bizim Olur?” başlığıyla dosya olarak Varlık dergisinin Temmuz 1996 sayısına taşıdığını görüyoruz. 2007 Genel Seçimleri’nin ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ardından “Cumhuriyetin Sonu mu, Yeni Bir Cumhuriyet mi?” (Ekim 2007) diye soran; “Edebiyat Cephesinden Ergenekon Davası ve Askeri Darbe Girişimleri”ni (Ağustos 2009), “Anayasa Refarandumu Sonrasında Türkiye”yi (Ekim 2010) konu eden de oydu. İnanın bu başlıkları Varlık arşivini rasgele açarak seçtim, bunlar saymakla bitmez. Sivas Katliamı, Irak Savaşı’ndaki işkenceler, Hrant Dink sukiastı ve daha neler neler Varlık’ta tartışılmıştır.
Enver Ercan aynı zamanda edebiyatın diğer disiplinlerle ilişkisini irdeleyen, şiiri, öyküyü, romanı çeşitli sanat dallarıyla buluşturmayı hedefleyen bir editördü. Varlık’ta edebiyat ve müzik, sinema, resim, hukuk, politika, kent sosyolojisi gibi alanlar arasındaki ilişkileri tartışan dosyalara yer vermişti. Bu kadarla da kalmamıştı elbette; şimdi arşivden rasgele bir Varlık cildi seçiyorum, 2004 geldi elime, lütfen Enver Ercan’ın dergide daha hangi alanlara yer açtığını görmek için şu dosya başlıklarına bakın: “Kültürler Arası Etkileşim Aracı Olarak Çeviri ve Çeviribilim” (Ocak), “Anadolu Kültürüne Gösterilen İlgi: Gelenek mi Sansür mü?” (Şubat), “Beşinci Kuvvet: Yurttaş” (Nisan), “Üniversite Özerkliğinden Ne Anlıyoruz?” (Mayıs), “Popüler Kültürde Aktif Tüketicilik ve Tüketim Kültürü” (Haziran), “Doğu Öğretilerine İlgi Postmodern Bir Kaçış mı, Benlik Arayışı mı?” (Ağustos), “100 Temel Eser Gerçekten Temel Eserler mi?” (Ekim)…
Söylemek bile fazla, bunları tabii ki kendisi tek başına yapmıyordu. Enver Ercan nasıl bir ekiple çalışacağını, bir meseleyi merak ettiğinde kimi araması gerektiğini bilen biriydi. Bir söyleşisinde dile getirdiği üzere, bazı dosyaları o konuda bilgi sahibi olmak için hazırlatmıştı. Tüm çalışmalarında Filiz Nayır Deniztekin ve (30 Kasım 2014 tarihinde aramızdan ayrılan) eşi Osman Deniztekin’in desteği ve güveni hep arkasındaydı.
Enver Abi için dergiler “toplama” olmamalıydı ama bir hareket için toplanma mekânı olmalıydı, bu nedenle hep insanların çatkapı uğrayabileceği, istediği zaman arayabileceği bir insan oldu. Aksi durumda şahdamarı kesilmiş gibi kan kaybederdi, onun kaynağı “insan”dı ve tabii özellikle gençler. Haziran 1990’da Varlık dergisi genel yayın yönetmeni olarak göreve başladığında ilk önemli işlerinden biri, (1984, 1986 ve 1987’de verilen ve sürekliliği sağlanamayan) Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ni canlandırmak olmuştu. Bu ödül -bilindiği gibi- 1991’den bu yana kesintisiz olarak veriliyor ve edebiyatımıza yeni değerler kazandırmayı sürdürüyor.
Bu satırları yazarken sadece canım abimi kaybetmiş olmanın acısını değil, hep genç kalmış bir insanın ölümünü kabullenmenin zorluğunu da bir kez daha yaşadım. Devam etmekte zorlanmamı bağışlayın. Sözlerime Varlık’ın Enver Ercan’dan önceki genel yayın yönetmeni Kemal Özer’le ilgili bir anımı anlatarak son vermek istiyorum.
Kemal Bey, bir gün Varlık’a uğramıştı. Hastanede kısa bir süre yattığını bildiğim için sağlık durumunu merak ediyor, bu konuda sorular soruyordum kendisine. Ama onun derdi başkaydı, taşınmış mıydı ne, dergileri evde nasıl saklayacağından, ne yapacağını bilmediğinden yakınıyordu. Bu konuda oldukça sıkıntılıydı. “Dergiler mi?” diye sordum hayretle. Meğer Kemal Bey, bir dergiyi okuyorsa eğer, edindiği ilk sayısından son sayısına kadar saklarmış kütüphanesinde. Sağlığı dururken dergileri böyle dert etmesi karşısında ne diyeceğimi bilememiştim. “Mehmet’cim” dedi, “sana bir Hint atasözü söyleyeyim: Çılgın bir kaplana binen artık inemez.” İşte Enver Ercan da o çılgın kaplana binenlerdendi.