Delilik ile Dahilik Arasında: İlhan Mimaroğlu
Serdar Kökçeoğlu’nun, dünyaca ünlü belgesel film festivali Visions du Réel’de dünya prömiyerini yapan İlhan Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island isimli belgeseli, şimdilerde dijital platform Mubi’de meraklısıyla buluşuyor…
Başak BıçakBaşak Bıçak, Cumhuriyet Cumartesi eki için yazdı.
Türk elektronik müziğinin babası, besteci, yapımcı ve yazar İlhan Mimaroğlu’nun hayatı ve sıra dışı kişiliği, en az kendisi kadar alışılmışın dışında bir üslupla filmleştirildi. Serdar Kökçeoğlu’nun, dünyaca ünlü belgesel film festivali Visions du Réel’de dünya prömiyerini yapan Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island isimli belgeseli, şimdilerde dijital platform Mubi’de meraklısıyla buluşuyor…
“Ben bir besteciyim. Bu bir intihar demek. Ben bir çağdaş besteciyim. İki intihar etti. Bir elektronik müzik bestecisiyim. Üç etti ve politik müzik besteliyorum. Dört oldu. Dört intihar ve ben hala hayattayım.”
Uyurken bile bestelediği müzikleri dinleyerek yirmi dört saat yaratı alanında kalmak isteyecek kadar tutkulu, Mozart’a “değersiz” diyecek kadar marjinal ve Manhattan adasının Robinson’u olacak kadar yalnız ve kötümser İlhan Mimaroğlu’nun nevi şahsına münhasır kişiliği nihayet hak ettiği değeri gördü. Kökçeoğlu’nun ilk uzun metraj çalışması olan Mimaroğlu belgeseli, Cumhuriyetin kuruluş yıllarının en önemli mimarlarından Kemaleddin Bey’in oğlu olan ve Türkiye’deki sanatseverler arasında çoğunlukla Cumhuriyet ile Yeni Yüzyıl gazetelerindeki özgün eleştirileriyle bilinen İlhan Mimaroğlu’nun hayatını ve yaratıcı kişiliğini mercek altına alıyor. Eklektik yapısı sebebiyle Türkiye belgesel sineması için devrimci sayılabilecek nitelikte bir çalışma ortaya koyan film, aynı zamanda Mimaroğlu’nun zengin arşivini gün yüzüne çıkardığı için de kıymetli…
Hayatı boyunca yaşadığı ve gezdiği şehirlerin sokaklarını filme alan, fotoğraflayan İlhan Mimaroğlu’nun arşiv kayıtlarının ve bestelerinin kurgulanmasıyla yaratılan belgesel, sanatçının eşiyle birlikte ABD’ye göçlerinin hemen ertesinde başlıyor ve daha ziyade Güngör Mimaroğlu’nun anlatımıyla ilerliyor. Bu noktada belirtmeliyim ki, karşınızda seyri kolay bir film yok. Arkanıza yaslanıp, rahatlıkla izleyebileceğiniz sizi ilk andan sürükleyiciliğiyle içine alan bir hikâye ya da kulağınıza hoş gelen tınısıyla sizi mutlu etmeye çalışan bir eser değil bu. Tıpkı İlhan Mimaroğlu’nun kendisi gibi, meşakkatli, karamsar, anlaşılması zor, müzikleriyle çoğu zaman rahatsız edici fakat en nihayetinde öğrendikleriniz karşısında hayranlık uyandıran bir film. İlhan Mimaroğlu’nun pesimist tavrının her zerresine sirayet ettiği belgesel, hikayesine dışavurumcu üslubun bir emsali gibi karanlık bir başlangıç yapıyor. Mimaroğlu’nun kendisini tanıttığı bir kayıtla açılan film seyircisini önce, bir sağa, bir sola doğru yürüyen sanatçının içinde bulunduğu çatışmaların, karmaşanın, yalnızlığın ve anlaşılamamanın yarattığı kaygıyla tanıştırıyor. Ve akabinde hem kendi ağzından hem eşi Güngör Hanım’ın anlattıklarından hem de etrafında onu tanıyanların anılarından bestecinin düşün dünyasını açıklamaya girişiyor.
Müziğe ve eğitime bakışından, siyaset ve politikacılara yönelik fikirlerine, 60’lar ve 70’lerin ABD’si ve Türkiye’sinde yaşanan olaylara yaklaşımından, göç ve göçmenliğin getirdiği yalnızlaşma ve adaptasyon sancılarından, özel hayatına, pek tabii onun bilmemizi istediği ölçüde, belleğinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Mimaroğlu’nun anakronik olarak nitelediği yıllarda, kendisiyle birlikte göç eden Güngör Mimaroğlu ile yaşadıkları belgeselin çerçevesini oluştururken, Mimaroğlu’nun karmaşık zihniyle örüntülü besteleri ve fikirleri, hikâyenin derzlerini meydana getiriyor. “Makinalaşmak istiyorum” diyerek yaşadığımız çağın ve teknolojiyle olan bağımızın “karanlığını” müzikal bakımdan tasvir eden Mimaroğlu, zamanının aynası sanatçı kimliğiyle ve çalışmalarıyla politik tavrını ortaya koyuyor. Atlantic plak şirketinde dünyaca ünlü isimlerle çalışan, pek çoğuna prodüktörlük yapan, İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin 1969 tarihli Satyricon filminde bestesini kullandığı Mimaroğlu, Türk elektronik müziği için olduğu kadar, dünya caz ve elektronik müzik sektörü için de ayrı bir yerde konumlanıyor.
Böylesi aykırı bir ismin belgeselini, öykünün odağını oluşturan karakter kadar özgün hale getiren ve izleyici nezdinde seyrini zorlaştıran ise Mimaroğlu’nun müzikal kimliğinde gizli... Kökçeoğlu, İlhan Mimaroğlu’nun kompozisyonlarında kullandığı deneysel üslubu ve aritmik tarzı belgeseline adapte ediyor ve sanatçının eserleriyle paralel bir anlatı benimsiyor. Mimaroğlu’nun bestelerini andıran bir stilde, söyleşi yaptığı insanların yalnızca seslerini kullanan Kökçeoğlu, sanatçı hakkında olabildiğince az bilgi veriyor ve Mimaroğlu’nun özel hayatını, zihnini olması gerektiği kadar ifşa ediyor. Bu üslup, Mimaroğlu’nun mesafeli karakteriyle uyumlu olduğu kadar, sanatçının tam da arzu edebileceği ölçüde bir çalışmanın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu belgeseli Mimaroğlu görebilseydi, kuvvetle muhtemel yine bu şekilde olmasını isterdi…
Yaşamı boyunca kendisini Sahra Çölü’nün ortasında hisseden Mimaroğlu’nu anlayan yegâne kişi, yine kendisi gibi sıra dışı bir kişiliğe sahip Güngör Mimaroğlu olmuş ki belgesele verdiği destek ile sanatçının yenilikçi tarzının olması gereken haliyle görselleştirilmesini sağlamış. Mimaroğlu belgeseli, avangard müziğin öncü ismini nihayet hak ettiği yere taşıyor ve onu, olabilecek en iyi şekilde ölümsüzleştiriyor. Mimaroğlu’nun da dediği gibi; “Yaşlı besteciler ölmez. Sadece dizin kartlarına dönüşürler.”