Daldaki Demokrasi!
cumhuriyet.com.trUlusça neredeyse “Fazlası sizin olsun, biz daha azına razıyız” deme noktasına gelmişsek nedeni, daha fazlasına giderken eldekinden de olma korkusuna kapılmış olmamızdır.
Söz konusu olan, hemen anlaşılacağı gibi, iktidarın “daha fazla demokrasi” ve “daha fazla özgürlük” vaatleridir. Oysa yaşanan olaylar, savaş alanına dönen sokaklar göstermiştir ki, eldeki demokrasi, daldaki demokrasiden daha demokrasidir. Bunun somut kanıtı, haklarını arayan binlerce TEKEL işçisinin “Provokasyon tehlikesi var” denilerek “demokratça” dövülüp “özgürce” Abdi İpekçi Parkı’ndan denize (havuza) dökülmüş olmalarıdır. “Vurun” emrinin daldaki demokrat ve özgürlükçülerden geldiğinden asla kuşku yoktur. İnsanımız, eldeki demokrasi ile yetinme noktasına gelmişse, nedeni, daldaki demokrasinin ürküntü veren görüntüsüdür.
İşçiye dayak
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir demokratik devlet, “provokasyon” olacak diye işçisini dövmez, provokasyonu önler. Aksi halde devlet, en büyük provokatör olarak görülme zaafından kurtulamaz. Bunu yapan devlet, üstüne üstlük bir de daha fazla demokrasiden, daha fazla özgürlükten dem vuruyorsa, el adama (devlete) güler, ünlü Fars özdeyişindeki gibi “Sen ne söylüyorsun, tanburun ne çalıyor” diye de sorar. Ülkemiz, “kanun kanun diye kanunun tepelendiği” istibdat günlerine benzer bir süreci bugün “demokrasi” ve “özgürlük” diye diye yeniden yaşamaktadır. Bunu görebilmek için TEKEL işçilerinin başına gelenin dışında iki somut gelişmeye daha bakmak yeterlidir.
Birisi, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nda (TİB) yaşananlardır. Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nın kararı doğrultusunda TİB’de yapılan araştırmalar göstermiştir ki TİB, bugünkü işlevi ile meşruiyetini Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 135. Maddesi’nden alan bir “teknik takip” istasyonu olmaktan çıkmış, dijital/elektronik casusluk birimine dönüşmüştür.
TİB’de yapılan araştırmadan elde edilen bilgiler, Türkiye’de birilerinin, canını sıkan herkesi, hâkim kararı olmaksızın ya da içinde kendi telefonu da bulunan listeye ilişkin “dinleme” kararına imza koyma garabetine düşmüş traji-komik hâkim kararları ile rahatça dinleyebildiğini ortaya koymuştur. TİB’de yapılan araştırmada elde edilen veriler üzerinde inceleme yapan bilirkişi, Yargıtay 1. Başkanlığı’nın, usulünce verilmiş bir karar olmadan dinlendiğini saptamıştır.
İletişim Daire Başkanı ise “Yargıtayı teknik nedenle dinleyemedik” diyerek, “Bir bıraksalardı bizi, daha kimleri dinleyecektik” demeye gelen bir psiko-drama ile, baskı yüzünden açığa vuramadığı duygularını özlü bir şekilde ifade etmiştir. Yasadışı dinlemelerle elde edilen bilgilerin “entelijan” bilgisine dönüştürüldüğünden ise kimsenin kuşkusu yoktur. Bu yöntem, “Büyük Birader”den (ABD’den) mülhemdir. ABD’de soğuk savaş sırasında Doğu Bloku’na karşı korunmak için oluşturulan Echelon (küresel elektronik bilgi toplama) sistemi, savaştan sonra McCharty’ci amaçlar (korku toplumu yaratma) doğrultusunda kullanılmış, bu yolla binlerce kişinin ve şirketin elektronik iletişimi, internet trafiği izlenmiştir. TİB’nin de; yasal gö-revi yanında, Türkiye’yi bir “korku toplumu”na dönüştürme görevine soyunduğu görülmektedir. Bu yüzden, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, bu kurumla ilgili olarak verdiği araştırma kararı ile hayırlara vesile(!) olmuştur. Yoksa bütün bu yasadışı ve anti demokratik uygulamalardan haberimiz olmayacak, kös dinler gibi “daha fazla demokrasi”, daha fazla özgürlük nutukları dinlemeye devam edecektik.
Bir başka gelişme
İktidar çevrelerinden yayılan ve “artan demokrasi”yle “artan özgürlük” konseptine uymayan bir diğer gelişme, 5510 sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na dayalı olarak çıkarılan tebliğlerdir. Bu tebliğlerde dikkati çeken, “sağlık sigortası primlerinin tahsilini takip” gibi bir yasal görüntü içinde, kişilerin ekonomi, sağlık, tarım, eğitim gibi gündelik yaşam ilişkilerinin ayrıntılarına ilişkin bütün bilgilerinin Sosyal Güvenlik Kurumu’nun bilgisayarına taşınarak zapturapt altına alınmak istenmesidir.
Böyle bir uygulamanın salt prim alacağının tahsilini takip olmaktan çıkıp bir çeşit “üst araması(!)”na dönüşeceği ve bu aramada ele geçenlerle yeni bir fişleme yolunun açılacağı konusunda uzmanlarca dile getirilen ciddi endişeler vardır. Anayasanın 20. maddesine açıkça aykırı olan bu düzenlemenin daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük konseptinin neresinde duracağı ayrı bir merak konusudur.
Bölücüden “demokratik hak” ve “özgürlük savaşçısı” denilip esirgenen, “emek” ve “ekmek” kavgası verenlerin ise başlarından eksik edilmeyen coplar göstermiştir ki, bu ülkede yalnız şehit cenazelerinde değil; tarlada, bağda, mezrada kom’da, fabrikada, okulda, metrobüste yol’da daha çok analar ağlayacak, “Vatan bizim anamızdır” denilerek, anaları bellenecektir. Bu ülkede anaların gözyaşları hiç dinmemiştir. Meksikalı ozan Octavia Paz, her ulusun kimliğinin ve tarih bilincinin temelinde bir “ana mit’i” (efsanesi) vardır, der.
Meksika ulusunun tarih bilincinde “işgalci İspanyolun ırzına geçtiği yerli Aztek ananın oğulları olma” duygusunun yattığını, bu yüzden boğa güreşi ya da futbol maçı izlemek için bir araya gelen Meksikalıların, “Viva Mexico! Hijas de la chingada” (yaşasın Meksikalılar, ırzına geçilmiş anaların oğulları) diye haykırdığını söyler(1). Ulusumuzun tarih bilincinin temelinde de bir “ana” efsanesi yatmaktadır. Bu efsane, bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin ağa, bey, şeyh, şıh desteğiyle bu topraklarda çıkardığı isyan ve iç savaş kargaşasında gönlünün yasını gözünden yaş olarak döken “ana” efsanesidir.
Bu yüzden bu topraklar, dünyada başka hiçbir toprak parçasına verilmemiş bir adla, “Anadolu”dur. Duygularımız bizi sesimizi yükseltme yönünde zorladığı zaman tek bir cümlede yoğunlaşırız: “Burası Anadolu’dur.” Şimdi “Ne yaparsak analar ağlamaz” sorusunu yanıtsız bırakıp yalnızca “Analar ağlamasın” sloganının duygusal gücünden yararlanmak isteyenler, Cumhuriyet tarihinin trajik bir gerçeği olan isyanlardan, ayaklanmalardan, bütün o eski yaralardan kan sızdırmak için, ele bıçak alıp Cumhuriyetin köklerine insafsızca saplamakta, isyancıya hak ve özgürlük savaşçısı, Cumhuriyete “eşkıya” diyebilmektedir. Böylece “daha fazla demokrasi”, “daha fazla özgürlük” söyleminin temelinde “Cumhuriyet karşıtlığı”nın yattığı bir kez daha kanıtlanmış, tarihin çok gerilerinden beslenip gelen bir kin, bilinçaltının derinliklerinden bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Ulusça “Fazlası sizin olsun, biz azına razıyız” deme noktasına gelmişsek, nedeni budur.
İbrahim Türkeş-Hukukçu, Felsefeci