Dala konmuş bir güvercin

İsveçli usta Roy Andersson’un yılın bizce en iyi filmlerinden ‘İnsanları Seyreden Güvercin’i sakın kaçırmayın.

Sungu Çapan/Cumhuriyet

Dardenne kardeşlerin, başroldeki Marion Cotillard’un depresyonu atlatıp işine dönmeye çabalayan Belçikalı bir fabrika emekçisini şahane oynadığı son filmleri “Deux Jours, Une Nuitİki Gün ve Bir Gece”yle, Çanakkale’de 1915’te kaybettiği oğullarını arayan Avustralyalı bir babayı oynayan Russell Crowe’un ilk kez yönetmenliğe soyunduğu, “The Water Diviner-Son Umut”un dikkati çektiği yeni haftanın bugün gösterime giren, gıcır gıcır filmleri arasında, İsveçli usta Roy Andersson’un “İnsanları Seyreden Güvercin”i öne çıkıyor bence.

Son Venedik festivalinde Altın Aslan’ı kazanan “En Duva Satt pa en Gren och Funderade pa Tillvaron-İnsanları Seyreden Güvercin” (tam çevirisiyle, Bir Güvercin Bir Dala Konmuş Varoluş Hakkında Düşünüyordu), Göteborg 1943 doğumlu, yaşı yetmiş ama işi daha hiç bitmemiş, filozof tavırlı, bilge yönetmen Roy Andersson’un o kendine özgü, melankolik, tuhaf, gerçeküstücü vizyonunun ürünü, sıradışı bir film baştan belirtmek gerekirse.

Biri mızmız ve ağlak Sam  (Nils Westblom), öteki çokbilmiş ve kibirli Jonathan (Holger Andersson) olan, insanları eğlendirmek bizim işimiz diye yola çıkmış, kahkaha torbası, vampir dişleri, tek dişli ürkünç adam maskesi gibi dandik şaka oyuncakları satan, iki gezgin ve bezgin satıcı ortağın, tablo gibi tasarlanmış mizansenlerden oluşan birtakım skeçlerden bütünlenen hikâyesi olarak özetlenebilecek filmde, gerçek bir ‘auteur’ olan yönetmen seyirciyi resmen yaşama, ölüme dair tefekküre daldırıyor 100 dakika süresince.

2 gezgin satıcı kahramanını, Andersson modern Don Kişot- Sanço Panza çeşitlemeleri olarak adlandırsa da bize Beckett’in “Godot’yu Beklerken”inin unutulmaz ikilisi Vladimir’le Estragon’u çağrıştıran bu ikilinin “Godot”dan esinlenme, saçma sapan diyalogları üstüne gelişiyor “Güvercin”, Ruslarla savaşa giden İsveç Kralı Demirbaş Şarl -18. yüzyıl ya da İngiliz sömürgeciliğinin Afrikalıları tencerede pişirdiği- 19. yüzyıl kolonyalizmi gibisinden farklı tarihsel katmanları ve çeşitli insanlık hallerini iç içe geçirip baştan sona melankoliyle neşeyi, bunaltıyla absürdü, gerçeküstüyle kara mizahı beceriyle harmanlayarak.

Geçmişin ve günümüzün karmaşık dünyasına bilgece kamera tutan bu “Güvercin”, sonunu getirdiğimiz

1967’de başlayan yaklaşık yarım yüzyıllık kariyerinde, İsveç Film Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra az ama öz çalışan, yüzlerce reklam, onlarca kısa film, 5 de uzun film çeken Andersson ilk uzun filmi, humoristik “İsveç Usulü Aşk Hikâyesi”yle adını duyurdu 1970’te ama 1975 yapımı “Giliap” gişe, seyirci ve eleştirmenler bakımından beylik deyişle tam iki seksen yatınca, uzun yıllar yönetmenliğe ara verdi. yılın bizce en iyi filmlerinden biri.

1981’de Stockholm’de bağımsız film kumpanyası Studio 24’ü kuran Andersson, 4 hazırlık yılından sonra çektiği ve Cannes’da jüri özel ödülüne layık bulunan “2. Kattan Şarkılar”ıyla tüm hayranlarını yeniden mest etti, eski saygınlığına kavuştu 2000’de.

“2. Kattan Şarkılar”ı izleyen, bir türlü göremediğim “Siz Yaşayanlar”ın (2007) ardından Yaşayanlar adını verdiği üçlemesini şimdilik tamamlıyor bu “Güvercin”le ama halen üçlemenin dördüncü filmini tasarlamaktan da geri durmuyormuş(!) Beckett, Bunuel ve Fellini hayranı üstat Andersson.

Ölüme dair 3 trajikomik skeçle başlıyor “Güvercin.” Karısının mutfakta yemek pişirdiği, yaşlı başlı tombik koca şarap şişesini açmaya çabalarken kalpten gidiveriyor önce, sonra bir havaalanı restoranında ansızın yere serilip ölüvermiş birinin, parası ödenmiş birasıyla sandviçinin ne olacağı tartışılıyor ve daha sonra bir hastanede ölüm döşeğindeki annelerinin kucağında sıkı sıkıya tuttuğu, cennete götüreceği, para ve mücevher dolu çantasını almak için çekiştiren paragöz çocuklarına
gıcık oluyoruz. Siyahlı, şişman kadın eğiticinin yönettiği dans stüdyosu, büyük dünya savaşı felaketinin dehşetle duyumsandığı, faşizmin pençesindeki 1943’ün Lotta Bar birahanesi ya da uygar sömürgecilerin çoluk çocuk Afrikalıları metalden, devasa bir silindir tencerede kaynattığı, utanç verici bölüm gibi filmin unutulmayan bir başka sahnesi de kuşkusuz kral 12. Şarl faslı.

Malum kadınlardan hiç hazzetmeyişinin ironik sahnelerle verildiği filmde Ruslara karşı kaybettikten sonra Osmanlı’ya sığınıp aylığa bağlandığı için bizim tarihimize Demirbaş Şarl olarak geçmiş bu gay kral bölümü epey eğlenceli filmde.

Yönetmenin gülümsettiği kadar düşündürücü de olabilen, kara mizahından nasibini bolca almış, dekor-mekân kullanımından mesafeli oyunculuklarına, Brueghelvari görüntülerinden ışıklandırmasına kadar iz bırakan sahneleri, tiyatromsu mizansenleri ve çeşitli göndermeler, dokundurmalar da içeren, aykırı üslubu aracılığıyla seyirciyi 100 dakika kadar yaşama, ölüme dair tefekküre daldırdığı “Güvercin”, kolay kolay akıldan çıkmaz, incelikli, harika bir film olmuş çıkmış sonuçta.

Bizim ilkin Filmekimi’nde görüp gözümüzü gönlümüzü alan bu Roy Andersson epiki, genelde insanın kırılganlığı, aşağılanma ve empati eksikliği temalarını gözümüze sokan, tarihin suçlarını yüzümüze vuran, çepeçevre kuşatılageldiğimiz ölüm kavramını da orasından burasından kurcalayıp didikleyen, uygarlığın sömürgeci geçmişiyle modern kapitalizmin evreleri arasında gidip gelen, sinemaseverlere kesinlikle salık verilecek türden, farklı ve mutlaka görülesi, karnavalımsı bir başyapıt kısacası.