Cüneyt Arcayürek: 'Korkmuyorum, içeri tıkarlar en çok'
Usta gazeteci Cüneyt Arcayürek, Kenan Evren cuntasının yoğun sansür-baskı ortamında cesurca yayınlanan, dönemin sosyopolitik durumunu hicvettiği ilk “Ku-De-Ta” kitabından otuz yıl sonra serinin üçüncü kitabını kaleme aldı.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki'Korkmuyorum, içeri tıkarlar en çok'
Usta gazeteci Cüneyt Arcayürek, Kenan Evren cuntasının yoğun sansür-baskı ortamında cesurca yayınlanan, dönemin sosyopolitik durumunu hicvettiği ilk “Ku-De-Ta” kitabından otuz yıl sonra serinin üçüncü kitabını kaleme aldı. Düşsel bir adada geçen olayları, demokrasi tutkunu bir gazetecinin dilinden anlatan Arcayürek, Ada’daki medya-işadamı-hükümet ilişkileri ve toplumsal baskı ortamını hicvederek, o günden bu yana ne çok şeyin aslında hiç değişmediğini çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Cüneyt Arcayürek ile “Ku-De-Ta, Ada'da Son Darbe”yi konuştuk.
- Ku-De-Ta nasıl doğdu?
- Türkiye 12 Eylül darbesinden sonra yapılan seçimle yönetim sivillere devredilmişti. Sözde bir demokrasi ile yönetiliyordu ülke. Zira örneğin medyanın ve siyasal gelişmelerin odak noktası İstanbul hâlâ sıkıyönetim altındaydı. Sözde demokrasi vardı ama, 12 Eylül darbesini eleştiren yazı yazmak veya o dönemde olup biteni inceleyen kitap yazmak kimsenin cesaret edeceği bir girişim değildi. 12 Eylül darbesinin temel nedeni neydi? İnsanların sokağa çıkmaya cesaret edemediği, her gün bir veya birkaç kişinin öldürüldüğü bu kanlı günlere bir türlü çare bulup uygulamayan sivil yönetimden, halkın tek dilediği, yaka silktiği terör ve anarşiden bir an önce kurtulmak değil miydi? Askerler toplumdaki bu içten eğilimi neden yaparak yönetime el koydu. Oysa beklentimiz terör ve anarşiyi ortadan kaldırdıktan sonra yönetimi sivillere devretmeleriydi. Fakat asker bu temel görevleri adeta unuttu ve Türkiye’yi toplumsal ve siyasal açıdan yeniden düzenleyecekleri bir çalışma içine girdi. Ben dahil başta İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Ali Sirmen gibi önder yazarlar askerlerin Türkiye’yi yeniden kurmak gibi giriştikleri abartılı çabaların aleyhine en azından imalı yazılar yazmaya başladı.
Kenan Evren 12 Eylül’ün amaç saptıran,Türkiye'yi yeniden kurmaya, kurgulamaya çalışan ve nihayet hedef saptıran cunta yönetimini eleştiren Cumhuriyet yazarlarının, hepimizin yazılarını “12 Eylül’ü önce övdüler ve şimdi aleyhine yazıyorlar” diye bir kitapta topladı. İşte Ku-De-Ta, 1985'te, hâlâ sıkıyönetimin egemen olduğu ve kuşkusuz cumhurbaşkanlığına seçilen Evren’in etkisinde kitap yazılabilir olan böyle bir dönemde doğdu. 1985'in yaz aylarında bir gün mademki darbeyi ve darbecileri eleştiren yazı kitap ve yazı dizisi yazılamıyordu, öyleyse 1980 darbesini ve darbeyi yapanları hicveden bir kitap yazılabilirdi.
“KİTABI, BASILMAZ VE GAZETEDE YAYIMLANMAZ SANDIM, İKİSİ DE OLDU!”
- Bilmeyenler olur, ilk kez duyanlar olur, Ku-De-Ta ismine nasıl karar verdiniz?
- Çarpıcı bir ad koymak gerekiyordu, "1980-Darbe” gibi. Ama bu ad bile sıkıyönetimi harekete geçirebilirdi. Zira kitap, hayali bir adadaki olayları, hayali kişilerin anlatımını içerecekti ama 12 Eylül’ü hicveden, darbeyi yapan beş generali bir adanın yönetimine el koyan beş bekçi diye anlatan kitap sıkıyönetimin elbette dikkatini çekecekti. Tüm olumsuz olasılıklara karşın darbecileri hicveden böyle bir kitap yazmaya ve adını Ku-De-Ta (darbe) koymaya karar verdim.
- Kitap olarak basılmasını ummuyorsunuz, ne ki Cumhuriyet'te dizi olarak yayınlanması...
- Kesinlikle. Ülkenin içinde bulunduğu koşullar ortada. 12 Eylül döneminde Cumhuriyet yazarları medyada en çok hırpalanan, hapislere düşen yazarlardı. Bu nedenle Ku-De-Ta gibi darbeyi ve darbecileri hicveden bir kitabı gazetemin yayınlamasını bekleyemezdim. Lakin mutlaka yayınlamak da istiyordum. Çekine çekine yayıncım Bilgi Yayınevi'nin sahibi rahmetli Ahmet Küflü’nün kapısını çaldım. Koşullar malûm. Kitabı yayınlayan yayınevini kapatabilirlerdi. Olumsuz yanıt alacağımı zannederek konusunu anlattım. Beklemediğim bir yanıt verdi: “Basarım!” Hatta kitabı Tan Oral’ın çizgileriyle renklendirebileceğini de söyledi.
Dünyalar benim oldu. İlk Ku-De-Ta’yı yazmaya koyuldum. Aralıksız çalışarak tamamladım ve yayınevine teslim edeceğim sırada hiç beklemediğim bir gelişme oldu. Sevgili dostum İlhan Selçuk Ankara’ya geldi ve beni aradı. “Akşam gel de hem yemek yeriz hem de konuşuruz” dedi. Gittim. Bir ara konu gazetenin yapacağı hamleye geldi. Selçuk, Genel Yayın Müdürümüz Hasan Cemal’in Ankara’ya geldiğini söyledi, bana ve Ankara’daki yazarlara hamleye katkımızın ne olabileceğini sordu. Cemal de bana hamleye ne katkım olabileceğini sormuştu. Aylar önce hamlenin her haftasında yayınlayacağı dizileri, araştırmaları önceden saptamıştı Cemal. TV reklamları da bu programa göre her hafta yayınlanacaktı. Ben de Cemal’e yayınevine teslim etmek üzere olduğum Ku-De-Ta'dan söz etmiştim. İlhan’a Cemal’le o görüşmemi anlattım. O da tabii konuyu sordu. Kitapta hayali bir ada’da yönetime el koyan beş bekçinin hayali serüvenlerini anlattığımı söyledim. İlhan güldü ve elbette asıl amacımı anladı. “Peki, senin bu hamlede yerin ne?” dedi. “Ku-De-Ta olabilirdi,” dedim. Haklı olarak Cemal’in Ku-De-Ta’yı yayınlamakta tereddüt edebileceğini de söyledim. Yalnız “Konusunu anlattığın kitapta sakınılacak ne var?” dedi. O kadar! İlhan İstanbul’a döndü ve kitabı Bilgi’ye teslim edeceğim gün Cemal aradı. “Kitabı hemen gönder, dizi yapacağız” dedi. Yayınevine Ku-De-Ta’yı Cumhuriyet’in yayınlamak istediğini nasıl söyleyecektim? Yine hayret ettiğim bir yanıt aldım Ahmet Küflü’den: “Elbette, gazete de yayınlayabilir kitabı. Bizde biter bitmez kitabı piyasaya veririz.” Cumhuriyet, Ku-De-Ta’yı dokuz gün tam sayfa yayınladı. Beklediğimden fazla ilgi gördü. Herkes beş bekçinin kimler olduğunu, kitapta yüce insan Sacret adını verdiğim, ada yönetimine el koyan beş bekçinin liderini, yönetimini hicveden, alaya alan serüvenlerini konuşuyordu.
“BARANSEL'İN PAŞASI 'CÜNEYT'İN BİZİ ALAYA ALDIĞINI ANLAMADIK MI?' DEMİŞ”
- Ok yaydan çıktı! Varsın biraz da cunta düşünsün!
- Tabii. Evren’in kitaba tepkisinin ne olduğunu merak ediyordum. Telefon çaldı. Dostum, pek sevdiğim, on yedi yıl gibi uzun bir süre cumhurbaşkanlığı basın danışmanlığı yapan Ali Baransel aradı ve “Bana beş dakikanızı ayırabilir misiniz” dedi. “Sana beş dakika” dedim. Geldi. “Paşam soruyor” dedi. Paşam dediği artık cumhurbaşkanı olan Evren’di tabii. Beklediğim bir soruydu: “Paşam 'Cüneyt Arcayürek Ku-De-Ta dizisi ile ne yapmak istiyor?' diye sordu” dedi. “Hiç” dedim. “Hiçbir şey!” Kısa bir açıklamayla “Ku-De-Ta, hayali bir adada geçen hayali olayları ve o olaylardaki kişileri anlatıyor” dedim. Ali akıllı çocuktur. Başka soru sormadı ve gitti.
Evren’in Ali’nin benimle konuşmasını anlattığı zamanki tavrını sonra öğrendim. Ali, Ku-De-Ta’nın hayali bir adada geçen hayali olayları ve kişileri mizahi bir üslupla anlattığını açıkladıktan sonra Evren, “Pekala” demiş ve konuyu kapatmış ama… Ertesi gün Ku-De-Ta’yı hangi amaçla yazdığımı anlayamadığını söylemiş. Yeniden aynı konuşmayı yapmışlar. Ne ki ertesi gün yine aynı kuşkulu söylemleriyle Ku-De-Ta’yı Ali’yle tartışmış! Sonradan Ali’ye, paşasındaki bu bir gün önce söylediklerini ertesi günü tamamen unutturanın ne olduğunu sordum. Tek bir sözcükle yanıtladı: “Çevre!” Köşk’teki Ku-De-Ta ile ilgili tedirginliğin artık kapandığını sandığım bir gündü. Ankara’ya gelen İlhan Selçuk ile temsilcimiz Yalçın Doğan’ın odasında oturuyor; Hasan Cemal’in Evren’in basın toplantısından dönüşünü bekliyorduk. Hasan geldi. Toplantıda Evren’in söylediklerini şöyle özetledi. “Yine bizi fırçaladı!” Evren, “Cüneyt’in Ku-De-Ta ile sanki bizi bekçi yaparak 12 Eylül’ü alaya aldığını anlamadık mı?” diye başlamış, ülkeyi büyük bir iç kargaşadan kurtaranlara böylesine hakareti sindiremediklerini söylemiş.
“EVREN, ÇOK KIZGINDI, YÜZ YÜZE GELDİĞİMİZDE İSE LAFI ÇEVİRDİ!”
- Ku-De-Ta’nın peşini bırakmaya niyeti yok yani.
- Anlaşılan oydu... Yeni davalar açılacak ve ben yine adliye koridorlarında olacaktım. Elle gelen düğün bayram dedim kendime. Menderes’ten beri alışık olduğumuz bir süreç! Fakat Evren’in Köşk’te bir hukuksal komisyon topladığını öğrendim. Sonuçta bir dava açarsak yargıç 'bu kitapta geçen olayları ve baş bekçi diye anılan kişi Cumhurbaşkanı Evren mi' diye sorarsa evet diyebilir miyiz diye düşünmüşler ve bu nedenle dava açılmamasına karar vermişler. Buna karşın Evren kızgınlığını bir türlü frenleyemiyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ bir süre sonra emekli olacaktı. Üruğ’dan 12 Eylül’le ilgili yazacağım bir yazı dizisine yardım etmesini rica ettim. Soruları istedi, gönderdim. Bir süre sonra beni çağırdı ve dikkatle okuduğunu, ne yazık ki soruları yanıtlamasının olanaksız olduğunu söyledi. Paşa'ya oturduğu koltuğun arkasında asılı büyük Türkiye haritasındaki Güneydoğu bölgesini göstererek, “Bir süre önce Güneydoğu illerindeydim. Devlet buralara büyük yatırımlar yapıyor. Barajlar, su yolları, hidroelektrik santraller vesaire. O bölgenin insanları arasında dostlarım var: İçlerinden biri bana 'Bu yatırımları şevkle heyecanla bekliyor ve izliyoruz' dedi. Neden mi? Zira bu topraklar bizim. Yer altı zenginliklerimiz var. Batman’da yılda 300 bin ton petrol üretiyoruz. Barajlar hidroelektrik santralleri ve ürettiğimiz petrol bize yeter! Bayrağımız hazır. Sınırlarımız belli. Bir de İskenderun’dan denize çıktık mı tamamdır” dedim. “Bu söylediklerinizi Cumhurbaşkanımıza anlatır mısınız?” dedi. “Cumhurbaşkanı Ku-De-Ta’dan beri bana kırgın, kızgın, beni kabul etmez” dedim. “O zaman izin verir misiniz, sayın Cumhurbaşkanına, 'Arcayürek bana ilginç şeyler anlattı. Bir de siz dinler misiniz' diye sorabilir miyim” dedi. “Nasıl münasip görürseniz,” dedim. Birkaç gün geçti geçmedi Baransel, “Paşam seni şu gün şu saatte bekliyor” diye telefon etti. Gittim, Evren çalışma odasında ayağa kalktı. Elimi sıktı. Yer gösterdi. Oturdum. Hemen konuşmaya başladı. “Üruğ’a Ku-De-Ta nedeniyle size kızgın ve kırgın olduğumu söylemişsiniz. Nereden çıktı bu. Böyle bir şey yok!” dedi. Şaşırdım. Lafı çevirdi. “Üruğ Paşa’ya ilginç bir şeyler söylemişsiniz. Nedir bunlar” der gibi baktı yüzüme. Üruğ'a söylediklerimi yineledim. Dinledi. “Bunların hepsi hayal” dedi. Bugün hasta yatağında olmasa, konuşabilsek dün hayal dediklerinin bugün gerçekleştirilmeye çalışan gelişmeler olduğunu kendisine anımsatabilirdim.
“HEMEN HER DÖNEMDE TELEFONLARIN DİNLENDİĞİNİ GÖZLEMLEDİM”
- Gazeteci yazdı, yazacak… Ku-De-Ta da yazılamaz sanılanların yazılması..
- Çok iyi özetledin ilk Ku-De-Ta’yı, beni yazmaya iten ruh halimi.
- 1985’in koşullarında ilk Ku-De-Ta’yı yazdınız. Aradan tam otuz yıl sonra üçüncü Ku-De-Ta'yı yazma nedeniniz de en az ilki kadar önemli.
- Otuz yıl sonra adada yeni bir darbe başlığı altında üstelik demokratik bir dönem yaşandığı iddia edilen bir süreçte yeni bir Ku-De-Ta kitabı yazmayı gerek gördüm çünkü o kadar çok şey değişmedi ki! Bugün haklı olarak siyasal, toplumsal fırtınalar koparan telefon dinlemeleri mesela. Meslekte altmış yılımı tamamlamak üzereyim. Bu altmış yıl boyunca hemen her dönemde telefonların dinlendiğini örnekleriyle gözlemledim.
Mesela bir gün rahmetli aziz dostum Uğur Mumcu aradı. Galiba dışarı çıkması engellenmeye çalışılan Aziz Nesin’e pasaport verilmesi için o sırada önemli bir görevde olan Üruğ paşaya gitmiş. Üruğ konuşma sona ererken Uğur’a “Telefon konuşmalarınıza dikkat edin” demiş. Uğur “Sorun nedir?” diye sorunca, neden olarak telefonda o sırada devlet başkanı cunta reisi Evren için “sapla samanı birbirine karıştırıyor” denilmesini, göstermiş. Uğur da paşaya “Ben böyle bir konuşma yapmadım telefonda” deyince Üruğ, “Siz değil arkadaşınız” demiş. Arkadaş da bendim. Kısacası yıllardan beri telefon dinlemelerinde teknik dışında hiçbir şey değişmedi.
“ASKER VESAYETİ GİTTİ SİVİL VESAYET GELDİ!”
- Ku-De-Ta’yı otuz yıl sonra devam ettirmenizin nedenine dönersek.
- Ah evet. Açıklayayım: Benim gibi Türkiye’de insan haklarına dayanan, laik sosyal hukuk devleti Atatürk cumhuriyetini savunmayı ilke edinen bir gazeteci olarak şu söyleyeceğimi belki çoğu kişi yadırgayacaktır ama asker gücüyle sağladığı zorba yönetimle, bugün ülkenin kaderini elinde tutan siyasi kadro ve lideri arasında fark yok! Evren zorba ve baskı rejimini demokrasiye paydos dediği süreçte uyguladı. Bugün demokrasi şemsiyesi altında iktidar lideri zorba ve baskıcı bir rejim uyguluyor. Hani şöyle özetleniyor bu tablo: Asker vesayeti gitti sivil vesayet geldi! Türkçesi ha Ali ha Veli! Bugün dünden daha da kötü. Hiç değilse Evren döneminde demokrasinin askıya alındığını, ne medya ne de başka özgürlüklerin söz konusu olamayacağını biliyorduk. Ama bugün? Demokrasinin varlığından sürekli söz eden medyanın; toplumsal toplantı ve söz hakkının alabildiğine özgür olduğundan, işine geldiğinde insan haklarından sosyal adalet ve hukuk devletinden söz edebilen, demokrasiyi -nasıl bir demokrasi ise- keyfine göre yorumlayan bir yönetimin emrindeyiz. Bu genel kıyaslama ve değerlendirmeye bakarak 12 Eylül Türkiye’si ile sözde demokratik 2015 Türkiye’sini ve yönetenlerin icraatını dikkate alarak ilk ve otuz yıl sonraki Ku-De-Ta'daki anlatımlar arasında içerik açısından da hiçbir fark göremiyorum. İlk kitaptaki 1980’in baş bekçisi Sakret (Diktamen) ile son kitaptaki Big Chief (Diktamen) arasında ayırım yapamıyorum. Biri demokrasiye kıyarak, öteki sözde demokrasiyi koruyarak insanların en tabii ve anayasal özgürlük haklarına ya el koydu ya da kısıtladı. Özetle: Biri askerle diğeri halkın oylarıyla halka hükmetti.
“TÜM DİKTAMENLER GÜN GELİR ÇUVALLAR”
- Kitapta bizzat Big Chief’in (büyük şefin) veya resminin önünde sağ elleri kalpleri üzerinde sol kollarını sola doğru, dimdik yere paralel selamlayanlar da faşist bir yönetimi ve şefini anlattığınız izlenimi veriyor.
- Haklısın. Zaten muradım Hitler rejimini andıran bu selam şeklinin Big Chief döneminde ada’da faşist bir baskı yönetiminin işareti olduğunu anlatmaktı.
- Dediğiniz gibi nümayişler, direniş işaretleri “Ada”da durmayacak gibi.
- Elbette durmayacak.
- Diktamen de çuvallamaya başlamış gibi!
- Tüm diktamenler gün gelir çuvallar. Nihayet ikide bir dünya nimetlerinden yakınıyormuş, görevleri zoraki kabul ediyormuş gibi, gideceğimiz yer iki metre çukur neden derler? Hemen tüm diktamenler ülkelerine refah getirdiklerini veya getireceklerini söyleye söyleye yıllarca zorbalık yaptılar ve bir gün...
“BU ÜLKE YİNE BİZİM, ÖZGÜR VE GERÇEK DEMOKRAT OLACAK”
- Didik didik edilen hayatın, bir bir güme giden özgürlüklerin trajikomik anatomisi Ku-De-Ta. Su gibi okunuyor. Olanı biteni, kıskaçları özünden veriyor. Sakınmıyor sözünü ve yine korkmuyor gözü.
- Teşekkür borçluyum bu saptamalarına. Gazetemdeki köşemde bir yazımda da yeri ve gereği geldi Diktamen’den korkmadığımı yazdım. Neyim vardı ki korkacak? Diktamen savcılarına yargıçlarına emir verir, nihayet en son yapacakları beni içeri tıkmak olabilir. Ne demiş Nâzım yıllarını geçireceği Bursa hapishanesinin kapısı önünde: “Duvarlarınız bana vız gelir vızz!”
- Ada’dan ayrılan gazetecinin son kertedeki yargısı nedir?
- Bu son diktamen de başımıza geldi ama… Bu da gün gelecek gidecek! O gün; ben kitapta ada diyorum siz Türkiye diyebilirsiniz; bu ülke yine bizim, özgür ve gerçek ileri demokrat olacak!
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Ku-De-Ta-Ada'da Son Darbe/ Cüneyt Arcayürek/ Kırmızı Kedi Yayınevi/ 144 s.