Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (26.07.2021)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluşuyor.

cumhuriyet.com.tr

TÜRKİYE’DE KADIN VE İŞGÜCÜ

SELAMİCAN İNAL

TEKİRDAĞ NAMIK KEMAL ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ

Günümüzde Türkiye’de kadınların işgücüne katılması alanında bir ayrımcılık yaşandığını görmekteyiz. Yaşanan bu ayrımcılık ise ayrıca toplumsal cinsiyet (gender) kavramı ile de yakından ilgilidir. Toplumsal cinsiyetçiliğe bağlı geleneksel normlar, kadınların istihdamının önünde büyük bir toplumsal ket vurulmasına neden olmaktadır yorumu yapılabilir.

Ayrıca erkek meslekleri denilerek kadınların istihdamında yaşadığı cinsiyetçi ayrımcılık bütün toplum nezdinde kanayan bir yara olarak görülmektedir. Birçok iş sektöründe yakınılan bu tutum, kadınlara karşı ötekileştirici bir tutuma yol açmaktadır. Bu da kadınların işgücüne katılırken çekinme ve korku yaşamalarına neden olmaktadır. Bu durum da beraberinde, kadın çalışanların kendilerini zorlu bir şekilde kanıtlamaları ve tabuları yıkmaları yükünü üstlerine yüklemektedir. Günümüzde kadınlar ayrıca, özellikle “narin” denilerek işyerlerinde ayrıma uğramaktadırlar.

Birçok meslek sektöründe uygulanmakta olan prosedür, önlem ve kurallar erkek çalışanlara göre yapılmaktadır. Yaşanan bu durum da kadınların hak ettiği iş alanlarında kendilerine yer bulamama vb. sorunlara yol açmaktadır.

TA KENDİSİ...

İş alanlarında kadınların yaşadığı diğer büyük problemlerden birisi de “mobbing”lerdir. İşyerlerinde uygulanan mobbingler, ataerkil düzenin kendini dışavurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınların bulunduğu işyerlerinde yapılan bu baskılarda erkek egemenliği görülmektedir. Bu konu, kadınların işgücüne katılımının ve istihdamının önünde ayrıca büyük bir engel olarak görülmektedir. Birçok kadın, işyerlerinde uğrayacağını düşündüğü cinsel taciz ve mobbing yüzünden toplumdan kendini soyutlamakta ve işgücüne katılım konusunda çekince yaşamaktadır. Bu, büyük ve çözülmesi gereken bir sorun olarak tüm toplumun önünde durmaktadır.

Bir başka konu ise kadınların ev içi ücretsiz emekleri ve ev eksenli çalışmadır. Ev eksenli çalışma, genellikle kayıtsız bir çalışma türü ve işyerinde var olan haklardan kadınları yoksun bırakan bir çalışma türüdür.

Bu saydığımız ve aynı zamanda sağlıklı bir toplumun yapıtaşlarından olan kadın ve işgücü konusunun bir türlü kalıcı olarak çözülemeyen sorunlarının çözümünün tek aktörü ise analitik ve aynı zamanda sosyolojik çözümü gerçekleştirecek olan devletin ta kendisidir diyebiliriz.


ZÜCACİYECİ

KUTAY İLERİ

Güneşin her yıl olduğu gibi tez gelecek olan bir yazın habercisi olduğu bir bahar sabahı kepengini kaldırıyordu yine. Aslında sıradan bir gündü.

Zücaciyeci Ahmet, artık iyiden iyiye maziye karışmaya başlamış zor günlerini unuttuğundan mıdır bilinmez, ayrı bir neşeliydi. Yağmurlu geçen kış sanki Urfa’dan taşıdığı bütün belalarını yıkayıp gitmişti.

Ne garip? Daha bir yıl bile olmamıştı Tarsus’a göçeli. Demek ki insanoğlu bu kadar kolay uyum sağlayabiliyordu hayatındaki değişikliklere. Peki, ya nedendi bu direniş yeniye?

Dizmeye başladı birtakım zerzevatı dükkânın önüne. Siftah derdi de yoktu artık. İyi kötü düzeltmişti durumunu. Zaten sermayesi bu dükkânı açmaya yetmiş, hatta artmıştı. Yine de ağırlık hissediyordu insan, yeni bir hayata başlarken. Tabii paran da olsa kolay değildi üç çocukla yeni bir şehre göçmek. Olsun, işler yolundaydı ya. Ufak tefek tökezlemelere karşı da vardı biraz artırdıklarından. Ama düşündükçe rahatlayacağına yeniden eski karamsar haline dönüyordu. Her ne kadar unutmuş görünse de bankada bekleyen kâğıtçıklar yetiyordu önceki hayatını hatırlamasına. Suriye’deki savaş bozmuştu işleri iyice. Şu bakanın çevirdiği dolaplar da ortaya çıkınca hepten kesilmişti işler. Artık devlet iyice üstüne düşer olmuştu bu kaçakçılık işlerinin. Urfa’dan ekmek çıkmazdı artık. Hem yedi mahalle biliyordu değirmenin suyunun nereden geldiğini. Polis bir düşse peşine paçayı kurtarmasına imkân yoktu. “Amaaan!” dedi. “Geride kaldı bunların hepsi. İyi kötü alışacağız bu yaşantıya. Azıcık aşım ağrımaz başım.” Oturdu iskemlesine, başladı bakınmaya. Karşıdaki bankaya girip çıkmaya başlamıştı yaşlı teyzeler. 

SIRAYLA SELAMLAŞIYORDU

Pazartesi olunca bankamatik kullanamayan tüm emekliler doldurmuştu sokağı. Umutlandı. Elinde parası olan kadınlar bu kadar “cıncığın” parladığı dükkâna girmezse olmazdı. Beklemeye koyuldu. Komşu esnaflar da bir bir açmaya başlamıştı dükkânlarını. Sırayla selamlaşıyordu: Konfeksiyoncu Yusuf, terzi Selami, berber Hüseyin... Derken tavşan kanı çayı geldi. Höpürdeterek bir yudum aldı çayından. Oldum olası içemezdi şunu sıcakken. Gazete okuma alışkanlığı da yoktu bizimkinin. Biraz etrafa bakındıktan sonra sağ taraftaki rafların en üstünde duran küçük televizyonu açtı. Her zamanki kanalında başlanmıştı dünyanın ne kadar yaşanmaz olduğu anlatılmaya. 

Yeniden çayına yönelirken kapıdaki karaltıyı fark etti. Hemen ayağa kalktı müşterisini karşılamak için. Yüzünü görür görmez tanıdı uzun boylu genç adamı. “Günaydın! Sende düdüklü tencere bulunur mu?” Düdüklü tencere sorması pek bir manidar gelmişti. Lakin kuruntu yaptığını düşündü. Anlamsızca işkillenmişti işte. “Bulunur, hemen göstereyim.” Genç adam ilgilenir gibi sokuldu tencerelerin bulunduğu raflara doğru ancak mutfak işlerinden anlamadığı her halinden belliydi. “Buyur oğlum şu tarafta iki model var. Kırmızı kapaklı olan daha kullanışlıdır. Son model. Senin aradığın özel bir şey var mıydı? Hanımın mı ister bu tencereyi? Eğer öyleyse bu kırmızı kapaklılar en iyilerindendir. Çok memnun kalırsınız.” “Hanım” lafını duyunca yüzü hafiften gölgelenmişti ama çabuk toparlandı. Bozuntuya vermeden “Yok!” dedi. “Yaşlı bir anam var. Artık malum eti falan da öyle sert yiyemiyor. Onun için bakıyorum.” “Öyleyse tam aradığın tencere işte! Vallahi bir saati bulmadan lime lime olur etler içinde. Bir külbastı yapılır, parmaklarını da birlikte yersin.” 

ÇAY TÜCCARLIĞI BAHANEYDİ

Ağzı iyi laf yapardı bizim zücaciyecinin. Ticarette hiç zorlanmadı. Zaten eskiden de hanımı şehirdeki akrabalara karşı mahcup olmasın diye yalandan bir dükkân işletiyordu. Ne de olsa Anadolu’da kadının sözü geçmişti bugüne kadar. Bakmayın öyle dışarıda caka satanlara, evin sokağına döndüler mi hepsi süt dökmüş kedi olurdu. Hem şehirden evlendiyse bu kadarına da katlanacaktı. Hatta bu dükkân işi iyi de oluyordu. Tütünün yanında getirdiği üç beş paket çayı da dükkânda satıyordu. Hem gümrükte de sorun çıkaracak biri olursa çay tüccarlığı güzel bahaneydi. Ama nasıl olsa artık temiz sayfaya geçmişti, daha fazla bu mevzunun üzerinde durmaya gerek yok. “Tamam, alayım o zaman” dedi adamcağız. Parasını ödeyip “İyi günler!” diyerek çıktı dışarıya. Zücaciyeci emindi bu adamın her sabah kendinden biraz evvel mutfak balkonunun baktığı sokağın başında beliren delikanlı olduğundan. Kahvaltısını yaparken bir yandan da uyanmaya başlayan mahalleyi seyrederdi. Pek bir malumatı yoktu adam hakkında, ancak bir keresinde onun da kendileri gibi bu mahalleye yeni geldiğinden bahsetmişti karısı. Fakat annesiyle birlikte yaşıyor olsa muhakkak haberleri olurdu. Kadınlar duramazdı mahalleye yeni biri taşınmışken, muhakkak dedikodusu döner meraklı gözler o evin üzerinde dolaşırdı. Eğer söylediği gibi yaşlı bir kadın gelmişse mutlaka ziyaretine gidilir, “Hoş geldiniz” denirdi. Çünkü kendileri de yaşadığından iyi biliyordu. Yeni mahallelerinde nasıl karşılanacaklarına karşın endişeleri sürerken komşuların bu kadar ilgi göstermesi tüm aileyi en çok da karısını rahatlatmıştı. Bu düşünceleri bir kenara bırakarak yeni müşterileriyle ilgilenmeye koyuldu. 

HEP BİR ŞÜPHE, HEP BİR TELAŞ

Bu sefer gerçekten tonton teyzeler bankadaki işlerini bitirip alışverişe başlamışlardı. Günü başını ağrıtıp da hiçbir şey almadan dükkânı terk eden seyirseverlerle sonlandırıp evinin yolunu tuttu. Eve vardığında üç çocuğu da okuldan gelmiş masanın başında onu bekliyorlardı. Keyifli ama olağan bir akşam yemeğinin ardından ritüelini bozmayarak televizyon karşısına geçti. Çocuklar odalarına çekilmişti. Karısı gündüz televizyondan aldığı bir haberi anlatmaya başladı. “Yine boş kuruntu ediyorsun deme ama bugün haberlerde söyledi: Devlet bu kaçakçılık işlerinin daha da üstüne düşecekmiş. İyi ki bırakmışız Urfa’yı. Yoksa ne olurdu halimiz? Ama benim içim yine rahat etmedi. Başımıza bir hal gelmeye!” 

Yok olmayacaktı, böyle nereye kadar yaşanırdı ki? Vara yoğa hep bir şüphe hep bir telaş. Yeniden içini kaplayan sıkıntıyı dışa vurmamaya çalışarak yanıtladı karısını:

“Amaan Nimet, sen de kurtul artık şu tedirginliğinden. Böyle her laf duyduğumuzda endişeye kapılacak olsak halimiz ne olur? Artık bizim tamamen yeni bir hayatımız var.”

“Ne bileyim şu bakanın yaptıkları bile bir bir döküldü ortaya, bizim ne güvencemiz var ki? Bugün hep anlattı, hükümet iyice düşmüş bu işin üstüne. Artık usulsüz iş yapılmayacak diye bağırıp durdular bütün gün. Ben başımıza bir hal gelir diye dertleniyorum. Sen olmazsan üç çocuğun başında ne ederiz?”

Hiçbir şey söyleyemedi Ahmet. Artık sıkıntısı yüzüne de vurmuştu. Geceyi böyle tamamlayıp ertesi güne aktardılar hayatlarını. Yine aynı kahvaltı sofrasında pencereden sokağı izliyordu yeni günde. Tencere alan genç adamın bugün geciktiğinin farkına varmamıştı henüz. Çukurova’nın havası -Urfa sıcakları da pek bir meşhur olsa da- sıcak geliyordu Ahmet’e. Alnındaki ter damlacıklarını silerek aşağı indi. Bahçe kapısından çıkmasıyla genç adamla burun buruna gelmesi bir oldu. Adam nazikçe selam verdi.

HAYAT İŞTE, YAŞLANIYORUZ... 

“Günaydın usta, siz de bu mahalleye yeni taşınmışsınız herhalde.” “Evet, artık Urfa’da iş kalmadı. Mecbur biz de düştük yola.” “Yaa! Demek Urfalısınız.” “Evet.” “Biz de annemle Ankara’dan geldik. Ne yaparsın işte devlet vazifesi.” “Ne iş yaparsın?” “Ben öğretmenim. Önceden Ankara’da çalışıyordum. Şimdi tayinim çıktı. Annemin de başka bakacak kimsesi yok. Birlikte buraya yerleştik.” “Ne yapacaksın? Hayat işte, yaşlanıyoruz. Tutmayayım seni o zaman hocam.” “Hayırlı işler!” İyi bir çocuğa benziyordu. Hem öğretmenmiş de. Bir an sivil polis olduğunu bile düşünmüştü. Eeeee, peki öyle değilse neden sürekli burnunun dibinde bitiyordu? Yok canııım! Hep Nimet’in vesveseleri yüzünden kuşkulu yaklaşıyordu insanlara. Karısı da pek severdi abartmayı. Düşünceler içinde vardı dükkâna. Tekrardan kalktı kepenk. Hava önceki güne göre kapalıydı. Herhalde yağmur sıcağıydı bıkkın zücaciyeciyi terleten. Her zamanki gibi iskemlesine kurulacaktı ki deponun kapısının açık olduğunu fark etti. Ter damlaları yeninden alnındaki yerlerini almaya başladılar. Kapıdan içeri girmeye yeltendi, ama aynı anda kapıdan girenlerin seslerini duydu.

“Günaydın dayı! Sende düdüklü tencere bulunur mu?” Artık düşünmeye mecali kalmayan Ahmet cevapladı: “Hemen şurada iki çeşit biri kırmızı kapaklı, diğeri metal olan” dedikten sonra endişeyle deponun kapısına yönelirken ensesinden tutan eli hissedince döndü. 

“Polis! Bizimle karakola gelip ifade vermeniz gerekiyor.” Tamamıyla afallamıştı Ahmet. “Terör örgütüne yardım ve işbirliğinden hakkınızda soruşturma var.” “Siz ne diyorsunuz memur bey? Ben daha yeni geldim dükkânıma, gece hırsız girmiş. Siz onu arayacağınıza beni tutukluyorsunuz burada.” Nafile. Apar topar karakola gitti. Bir bir kaçakçılık günlerini anlattı. Pişman olduğunu söyledi. Artık yalvaracak duruma gelmişti. Polis, şaşkınlığını büyük bir marifetle gizleyerek “Biraz da şu düdüklü tencereleri nasıl örgüt mensuplarına ulaştırdığından bahset, zira kaçakçılıktan da bir dosya açacağız ama bu soruşturma Ankara metrosundaki patlamayla ilgili. Patlamada kullanılan düdüklü tencerelerin Tarsus’tan gelen elemanlar aracılığıyla temin edildiğini öğrendik. Senin olayla bağlantın nedir? Sen el altından kimlere veriyorsun tencereleri? Konuşsana be adam!” dedi.

Ahmet, yüzündeki sarılık morluğa dönüşürken yere yığıldı.


BÜYÜ

KEREM AYDURAN

BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ, İDARİ VE SOSYAL BİLİMLER FAKÜLTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ 

Artık sigara kokuyor kıyafetlerim

şiirlerim keder

*

bir dumandır peşimde sürüklediğim

caddelerdir zehir soluyorum

sinemalar tat vermiyor eskisi gibi

şaraplar hüzün

geçmiş bir güzde koydum kalbimi

ufukta görünmüyor sevdalık

çocukluğum kokmuyor kadınlar akşamları

*

ve gülhatmileri açmıyor nevresimlerde

bana düşen bir eski dert annemden

ve tedirginlik babamdan

sonrası neme lazım.


RUHU HAKİKİ BAHAR

KUMSAL HÜRRİYET GÜNEŞ

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

Beyaz bir sayfa açmak istemedi

Biliyordu

Her leke kendisiyle çıkardı

Açtı pencereyi dikti başını göğe

Yüzünü kara teslim etti

*

Önüne bakmayı sevmezdi

Takılırdı bir arnavutkaldırımına düşüverirdi

Kaldıranı yoktu

Seveni gibi

*

Serde gurur var

Ağlamazdı her şeye

Yutkunurdu sıkça

Kafası hep teyyare

*

Ruhu hakiki bahardı

Acelesi yoktu

Öyle kahırdan falan da ölmedi

Zaten beceremediği

*

Bir ölmek,

Bir de unutabilmekti