Cumhuriyet, Felsefe ve Biz
Bilime kapalı toplumların birincil özelliği, din çerçeveli dünya ve insan görüşünü aşamamalarıdır. Durumları böylesine güdük kalmış olunca ahlak, “manevi değerler” safsatasına bürünür ve siyaset olgunlaşamaz. Cumhuriyetin ilk iki kuşağı sonraki kuşakların yetişemediği bir özveriyle bütün uğraş alanlarını yeniden düzenlediler.
cumhuriyetToplumların hayatını belli bir zamanda başlayan, gelişen, ilerleyen; sonradan durağanlaşan, donuklaşan; sonunda çözülen, dağılan; en sonunda ya bitip tarihe gömülen ya da, direnme güçleri varsa, külleri arasından yeniden doğan yapılanmalar/aşamalar olarak düşünme eğilimimiz vardır. Bu eğilim tarihsel gerçekleri yansıtmaktan çok anlayışımızı kolaylaştırır ve tarihe, tüm olumsuzluklara rağmen, iyimser bakmamızı sağlar. İyimserliğimize, gelecek için umutlarımıza sığmayan bir gerçeği göz ardı etmek isteriz. Her yükselişin çöküş öğeleri barındırdığını; yükseldikçe, büyüdükçe, yayıldıkça bu öğelerin de beslendiğini, zamanla daha belirginleştiğini ve ağır bastıklarında toplumun bünyesini çürüttüklerini düşünmek istemeyiz.
Tarihsel oluşumlara bütünsel bakan, ayıklayıcı yeteneğe sahip tarihçilerin varlığı toplum için bilimsel bir kazançtır. Fakat asıl iş toplumun çoğunluğunun doğru tarihsellik bilincine ulaşmasıdır. Övgülerden, yergilerden arınmış bir tarihsellik bilincinin sürekliliği, sonraki kuşakların düşünsel olgunluğa erişmelerinin güvencesi olur.
Tarihsel olayları oldukları gibi bilmeye, kişilikleri abartısızca anlamaya ve doğru yerlerine yerleştirmeye yönelişimiz, önyargılı genellemelerden sıyrılmış olmayı gerektirir; fakat sıyrılmak için doğruyu yanlıştan ayırmanın önbilgisi de gerekecektir. Bu karşılıklı gereklik matematiksel tam kesinlikte sonuçlar vermez ama nedensel bağların, kesintilerin, geriye dönüşlerin hesabının verilmesi için güvenilir dayanaklar sağlar.
Cumhuriyet tarihine felsefi gözle baktığımızda, sadece devlet yapılanması bakımından değil, devlet yapılanmasından daha derin toplumsal örgenlenmeler bakımından neleri başardığımızın, neleri başarmada engellerle karşılaştığımızın, engellerin üstesinden gelememişsek zayıflığımızın hesabını verebiliriz. Her kültürün belli başlı öğeleri olan bilim, sanat, felsefe ve din yakın tarihimizde Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası ayrımıyla yalınca karşılaştırıldığında, görünüm nedir?
Doğa bilimleriyle başlayayım. Cumhuriyet öncesinde doğayı teorik kavrama geleneği oluşmuş muydu, yerleşik bir konumda mıydı? Hayır, böyle bir kavrayış olmamıştı. Teorik fiziğe katkıda bulunmuş, anılacak bir kimsemiz yok. Astronomi geleneği daha 1575’de bitmişti, bilim yasaklanmıştı. Özenle kurulan gözlemevi beş yıl yaşayabilmiş, fetva-ferman işbirliğiyle top ateşine tutularak yıktırılmıştı. Oysa, Galilei de kilise fetvasıyla yargılanacak ama laboratuarı tahrip edilmeyecektir; çalışmaya, yazmaya devam edecektir. Kimyada buluşu olan bir kimsemize rastlanmamaktadır. Matematik, nakledilen bilimler gibi öğrenilip öğretilmektedir. Doğabilimleri uygulanabildikleri kadarıyla bilinmekte, teknik teorisiz kopyalanmakta, teorik bilgiye ivme kazandıran hayalgücü sıfırda durmaktadır. Biyolog, zoolog, antropolog, arkeolog var mıydı? Hayvancılık, hayvan yetiştirmecilik, pratik veterinerlik var; çiçekçilik, bahçecilik de var ama zoolog yok, botanikçi yok. Antropologa hiç gerek yok çünkü başka insanların nasıl yaşadıklarını elimizin altındaki yerlerde zaten biliyoruz; uzaktakilerin nasıl yaşadığını öğrenmemizin ne yararı olacak ki? Arkeoloji hazine avcılığını meşrulaştırır. Yerin altından bir şehir çıkarsa o şehirde kim oturabilir? Toprak kazılıp çıkarılan lahit, tapınak, sunak, tiyatro sahnesi bize ait değil ki sahip çıkalım!
İnsanı ve kültürünü bağımsız bir inceleme konusu yapan herhangi bir bilim, herhangi bir felsefe var mıydı? 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupalıdan bazı esintiler geldi, ama işlenecek, ilerletilecek bir görüş olmadı. Hibrid bir dil olan Osmanlıca ile özgün anlatımlı Türkçe zaten buluşamazdı.
Bilime kapalı toplumların birincil özelliği, din çerçeveli dünya ve insan görüşünü aşamamalarıdır. Durumları böylesine güdük kalmış olunca ahlak, “manevi değerler” safsatasına bürünür ve siyaset olgunlaşamaz. Cumhuriyetin ilk iki kuşağı sonraki kuşakların yetişemediği bir özveriyle bütün uğraş alanlarını yeniden düzenlediler.
Cumhuriyetin ilkeleri doğrultusunda yapılan Üniversite Reformu bu atılımlardan birisidir. Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevi’nde belirttiği gibi, köhnemiş bir zihniyetle ileri gidilemezdi. “Kısa zamanda büyük işler yaptık” dedikten sonra “fakat bunlarla asla yetinemeyiz” demesi, genel bir stratejinin sonraki kuşaklarca yürütülmesi için bir çağrıdır. Siyasal çalkalanmalar, hatta siyasal hatalar ne olursa olsun, Cumhuriyetin eğitim idesinde Kuruluştan 1980’e kadar parçalanma olmadı. İdenin, ulus-devletin bekası için çekirdekte bulunması zorunluluğu apaçıktır. Üniversite Reformuna bu yönden bakıldığında özsel dönüşümün amacı özgür bilim-özerk üniversite olarak daha açık anlaşılabilir. Yapılan aslında ‘reform’ kavramının içerdiğinden çok daha fazlaydı. Eğer Dar-ül Fünun üniversiter karakterde olsaydı, Cumhuriyetin girişimine reform demek yerinde olurdu. Fakat Osmanlının bu kurumu malumat yığınının toplandığı bir yerdi ve bilimin uzağındaydı. Bu nedenle ‘Üniversite Reformu’ yerine ‘Üniversitenin Kuruluşu’ demek doğrudur.
Özgür bilim-özerk üniversite teori ve pratiğinde birincisi ideyi işaretler, ikincisi idenin somutlaşmasını. Bu doğrultuda kavram-eylem birliğinin can damarı laiklik ilkesidir. Cumhuriyetçi eğitimin bu dayanaklarını devletçilik baskısı olarak yorumlamak ve bunu demokratikleşme bahanesine alet etmek özgürleşmeyi bilim dışı bir yerlere taşımaktır. Onyıllarca gizli tutulan ama artık kendini göstermek zorunda kalan hedef din devletidir.
Seçkin aydınların öldürülmesinden, yakılmasından sonra üst basamaklardaki siyasetçilerin ağız birliğiyle olayları örtbas edici lafları: “milletin hassas duyguları rencide edilmesin” teranesi; “bu milletin %99’u Müslümandır” kuyruklu yalanı; “dindar gençlik yetiştireceğiz” kışkırtmacası ve bölücülüğü, laikliğin lağvını hedefleyen, hiç de rastlantısal olmayan, sistematik saldırılardır. Böyle laflar edenler cesur cumhuriyet savcıları tarafından halkı yobazlığa teşvik gerekçesiyle sorguya çekilmelidirler.
Felsefe böyle durumlarda ayağa kalkar,-eğer toplumun düştüğü durumdan kendini sorumlu tutabiliyorsa. Her felsefe sorunu güncelleştirilmelidir demiyorum; genellikle güncellik buluşmalıdır diyorum. İlk soru ve son soru aynıdır: Üniversite kürsülerini temsil eden akademisyenler, geldikleri mevkiye gerçekten layık mıdırlar? Kendi uğraşım adına cevabım belli: Felsefe bölümlerinin kadrolarına itekleme-şişirme-kayırma yöntemiyle gelenler, ilahiyat bölümlerinden felsefe bölümlerine tepeden inmeler, bunların uyduruk akademik gerekçelerle sosyoloji, psikoloji, tarih bölümlerine de sızmaları incelenirse, yukarıdaki soruya dürüst ve kesin cevap “hayır”dır. O halde ne yapmalı? Üniversite reformundan 80 yıl sonra olsa bile -hiçbir zaman geç kalınmış sayılmaz- bir reform daha yapmalı. Hedef basit: sahtecileri ayıklamak. Bu hiç de zor bir iş değildir, fazla bir maliyeti olmaz. Tersine, devlet hazinesi beyhude maaşlardan tasarruf etmiş olur.
Son olarak bir biyologun canlılığın gücünü betimleyişini aktarayım. Diyor ki: Dünyayı yüz metre kalınlığında zift tabakasıyla kaplasak. Zift kuruduktan sonra ortalarda bir yerde otursak. 0tuz yıl bekleyebilirsek bir çiçeğin, diyelim ki bir papatyanın başucumuzda açtığını göreceğiz. Bize gelince, felsefe bölümleri arasında henüz ziftlenememişler var. Ziftlenmişler için otuz yıl beklemeye gerek yok. Bazı işlemlerden sonra papatya çok daha çabuk gelir, başucumuzda açar.
*Prof.Dr. Uluğ Nutku Cumhuriyet Üniversitesi emekli öğretim üyesi