Cumhuriyet davasının 4. duruşmasında Akın Atalay'ın savunmasının tam metni
Gazetemizin yayın politikasının suçlama konusu edilerek, asılsız ve akıl dışı iddialarla Genel Yayın Yönetmenimiz Murat Sabuncu, İcra Kurulu Başkanımız Akın Atalay, muhabirimiz Ahmet Şık ve muhasebe çalışanımız Emre İper’in tutuklu bulunduğu davaya bugün İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Davada Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Murat Sabuncu savunma yaptı.
cumhuriyet.com.trSayın Heyet,
Cumhuriyet gazetesi yöneticileri, yazarları ve çalışanlarının; terör örgütlerine yardım etmekle suçlandığı bu davaya dair söylenebilecek pek fazla bir söz kalmamıştır.
Sözlerimin başında bir hususa vurgu yapmak istiyorum. Burada söyleyeceklerim, kullanacağım bazı sözcükler sert ya da ağır olarak görülebilir; incitici, yaralayıcı, rahatsız edici olabilir. Peşinen belirtmek isterim ki kimseye hakaret etmek, aşağılamak kastım, böyle bir amacım yoktur. Bunu da herhangi bir önlem olarak değil, samimi bir beyan olarak bildiriyorum. Asıl derdim, kendi penceremden gerçeği olabildiğince yalın ve açık bir dille ifade etmektir.
Tutuklulukta bir yılı doldurduk. İlk defa tutuklandığımız tarihten, iddianamenin mahkemenize verilmesine kadar geçen yaklaşık beş aylık sürede çeşitli sulh ceza hakimleri tarafından verilen tutukluluğun devamı kararlarında bizlere yöneltilen suçlamanın Türk Ceza Kanunundaki karşılığı “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” (TCK 220/6. Madde) olarak gösteriliyordu.
Soruşturmayı yürüten savcılığın, her defasında, bu suçtan tutukluluğun devamına yönelik mütalaası doğrultusunda, nöbetçi sulh ceza hakimleri tarafından da tutukluluğun devamı kararları verildi.
Ancak 7,5 aylık soruşturma sürecinde, ortaya örgüt adına işlenen bir suç çıkaramayan savcılık, düzenlediği iddianamede suçlamayı bu defa terör örgütlerine yardım etmeye çevirdi. O tarihten bugüne kadar geçen yedi aylık sürede ise, heyetiniz, değiştirilen bu yeni suçlamadan dolayı tutukluluğumuzun devamı kararları veriyor.
Aslında tutukluluğun devamı kararlarında yer verdiğiniz gerekçeye değinmek, bu gerekçe üzerinde değerlendirme yapmak istemiyordum. Çünkü, açık ve samimi konuşmak gerekirse, sürecin başından beri bizim tutukluluğumuzun, yasal veya hukuki bir gerekçeye dayanmadığını, bir siyasi plana ve karara dayalı olduğunu; tutukluluğun devamı kararlarında gerekçe olarak yer verilen ifade ve sözlerin ise bir gerekçe olmaktan çok bir bahane, bir yasal kılıf bulma çabası olduğunu düşünüyordum; hala da öyle düşünüyorum. Böyle düşünmek ve bu düşüncemi ifade etmek, umarım ki savunma hakkı kapsamındadır.
Sayın Heyet,
İlk duruşma oturumundan itibaren tutukluluğun devamı kararlarında yasal dayanak olarak gösterdiğiniz dört tane yasa maddesi var. Şöyle diyorsunuz:
“CMK 100, AİHS 6, AİHS 10/2, Anayasa 28/2 madde birlikte değerlendirilip tutuklama tedbirinin gerekli ve ölçülü olacağı yönündeki mevzuat ve kanaat dikkate alınarak (…) TUTUKLULUK HALLERİNİN DEVAMINA…”
Tutukluluğun devamı kararına dayanak olarak gösterdiğiniz ilk madde, “Tutuklama nedenleri” başlıklı CMK.’nın 100. Maddesidir. Hangi şartların gerçekleşmesi durumunda, hangi durumlarda tutuklama kararı verileceğini, yani doğrudan tutuklamayı düzenleyen maddedir. Burada şeklen bir sorun yok.
Ama, yasal dayanaklar arasında saydığınız diğer yasa maddelerini anlamakta, anlamlandırmakta gerçekten zorlanıyorum. Çünkü, hayatın olağan akışına, sözün sözlükteki karşılığına, anlambilimine uygun olanı, bu maddelerin tutukluluğun devamının değil, tersine tahliyenin gerekçesi ve dayanağı olabileceğidir. Heyetiniz, ya “onlar gazetecilik faaliyeti nedeniyle yargılanmıyor, onlar gazeteci değil, terörist” diyenlere nazire yaparcasına, tutukluluğun AİHS’nin “ifade özgürlüğü” ve Anayasanın “basın özgürlüğü” başlıklı maddeleriyle doğrudan ilgili olduğunu açıkça vurguluyor ya da en azından bir hakkı teslim ediyor; bu davadaki yargılamanın konusunun ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüyle yani gazetecilik faaliyeti ile ilgili olduğunu açıkça ifade ediyor. Kanaatimce, kamuoyunun dikkat ve ilgiyle izlediği bu yargılamada biraz daha dikkatli ve özenli olmak gerekiyor. Zira, tutukluluğun devamına dair kararlarda yasal dayanaklar arasında yer verdiğiniz “Basın Hürriyeti” başlıklı Anayasanın 28. Maddesinin ikinci fıkrası 2001 yılında 4709 Sayılı Kanunla yürürlükte kaldırıldı. Kaldı ki yürürlükten kaldırılan bu fıkrada şu düzenleme vardı:
“ Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz.”
Demek istediğim, zaten bu fıkra hükmünün konuyla, yargılamayla, tutuklamayla herhangi bir ilgisi olamazdı. Ardından gelen üçüncü fıkra hükmünü, şimdi sanki ikinci fıkra imiş gibi görsek bile anlamlı bir yere varamayız. O fıkrada da şöyle bir düzenleme var:
“ Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.”
Bu durumda sizin tutuklama gerekçenize göre; Devletin, basın ve haber alma hürriyetini sağlamak için aldığı tedbir, gazetecileri tutuklamak mı oluyor?
“Basın hürriyeti” başlığı ile Anayasaya konulmuş, birinci fıkrasında “Basın hürdür, sansür edilemez.”, ardından gelen fıkrasında, “Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.” yazılı olan bir yasal düzenlemenin bizlerin tutukluluğuna gerekçe olarak gösterilmesini yadırgamamızı lütfen yadırgamayın. Çünkü, bu durum neresinden bakılırsa bakılsın bir tuhaflık içermektedir.
Tutukluğun devamı kararının yasal dayanakları arasında belirttiğiniz bir diğer yasal düzenleme ise AİHS’nin 6. Maddesidir. Bu da şaşılacak bir durumdur. Çünkü, AİHS’nin tutuklulukla ilgili düzenlemesi, “Özgürlük ve güvenlik hakkı” başlıklı 5. Maddesidir. AİHM, tutuklamanın haksızlığı veya makul süreyi aşması ile ilgili başvuruları 5. Madde bağlamında incelemekte ve değerlendirmektedir. Nasıl ki ulusal mevzuatta tutuklama ile ilgili yasal düzenlemeler Anayasanın 19. ve CMK’nın 100. Maddesi ise, AİHS’nin buna karşılık gelen düzenlemesi de 5. Maddesidir. Eğer amaç, bizlerin tutukluluk halinin sadece ulusal mevzuata değil, AİHS’ne de uygun olduğuna değinmek, bunu da belirtmek ise, bu durumda 5. Maddeye gönderme yapmak gerekirdi diye düşünüyorum. Peki, heyetinizin kararlarında belirtilen 6. Madde nedir? “Adil yargılanma hakkı” başlıklı bu maddenin birinci fıkrasında, herkesin yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkemede, makul bir süre içinde ve kamuya açık bir şekilde yargılanma hakkı olduğu belirtilmektedir. İkinci fıkrada, masumiyet karinesi, üçüncü fıkrada ise şüpheli ve sanıklara tanınması gereken asgari haklara yer verilmiştir. Maddenin tutuklama tedbiri ile bir ilgisi yoktur.
Madem ki tutukluluğun devamına dair yasal dayanaklar arasında AİHS’nin 6. Maddesine yer veriyorsunuz; o halde, herkesin bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkını düzenleyen bu madde vesilesiyle bağımsız ve tarafsız mahkeme kavramına, bu kavramın anlamına değinmek isterim.
Öncelikle, son olarak Yargıtay Başkanının da geçtiğimiz günlerde değindiği yargıya güven endeksiyle ilgili bir bilgiyi burada, yeri gelmişken, yinelemek istiyorum. Toplumumuzun %70’i yargıya güvenmediğini söylüyor. Çoğu konuda azınlıkta kalan görüş ve kanaatlerin arasında olmama karşın, bu konuda ben de toplumun büyük çoğunluğu gibi düşünüyorum. Çoğunluk gibi ben de yargıya güvenmiyorum. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı kanaatindeyim. Bu kanaatimin haklılığını gösteren yüzlerce örnek olay ve somut olgu var. Birisi de bizatihi bu davanın kendisi. Yrd. Doç. Dr. Emir Kaya’nın 2016 yılında yürüttüğü, Türkiye’de hukuk zihniyetini ölçümleyen proje kapsamındaki anket çalışmasına katılan 135 hakim-savcının verdiği cevaplara göre, bizzat hakim ve savcıların %56’sı yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı kanaatindedirler.
Toplumun çoğunluğunda, özellikle belirli davalar bakımından yargısal kararların, adliyede değil külliyede verildiğine yönelik ciddi kuşkular bulunmaktadır. Bu kuşkuları haklı gösterecek çok sayıda örnek yaşandı. Bu konudaki kuvvetli şüpheyi gösteren somut deliller mevcuttur.
Sayın Heyet,
Epeyce bir zamandır Türkiye’de yargının, siyasi iktidarın bir aleti olduğu, adaletin bağımsız mahkemeler yerine siyasi iktidarca dağıtıldığı, insanların hakkını adliyede değil külliyede aradığı, bunun soyut bir iddia olmayıp tersine somut bir gerçeklik olduğuna dair birçok olayın varlığı ortadadır. Burada yalnızca, çok yakın tarihte yaşanan üç “adli” olaydan söz edeceğim.
Geçtiğimiz haftalarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Erzurum ziyaretinde yaşanan olayda, bir kadın, Cumhurbaşkanı’nın korumalarını atlatıp kendisine ulaşamayınca, kollarının yaralanması pahasına meydanın ortasındaki bir ağaca tırmanarak kendisini göstermiş, kendisini ağaçta gören Cumhurbaşkanı’nın talimatı üzerine Cumhurbaşkanı’nın yanına ulaşmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu suçlama nedeniyle uzun süredir tutuklu olarak yargılanan Yarbay rütbesinde subay olan eşinin suçsuz olduğunu ve tahliye edilmesini talep etmiştir. Gazetelerde yazılan ve tekzip edilmeyen konuşma içeriğine göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu talebe karşılık olarak, “bir baktıralım” demiştir. Aradan 10-15 gün geçtikten sonra gazetelerden tahliye talebinin kabul edildiği ve adı geçen subayın tahliye edildiğini okuduk. Kıssadan hisse şudur: Hak arama yerinin neresi olduğunu, tahliye taleplerinin nereye, hangi makama yapılacağını ve nasıl olumlu sonuç alınacağını herkesin iyice anlaması, öğrenmesi gerekir. Belli türden davalar ve suçlamalara maruz kalmışsanız, siyasi iktidara muhalifseniz, biat etmemişseniz, hakkınızı adliyede değil külliyede arayabilirsiniz. Bugünün Türkiye gerçeği budur.
Peki, adalet arayacağınız adresi şaşırır, külliyeden değil de adliyeden, yani mahkemelerden tahliye talebinde bulunursanız ne olur? Bu sorunun cevabı da herkese ibret olması için uygulamalı olarak gösterildi. Kısaca anımsayalım: FETÖ’nün medya yapılanmasında çalıştıkları ya da gazetelerde köşe yazısı yazdıkları için terör örgütü üyeliği suçlamasından tutuklu olarak yargılanan yirmi bir gazeteci, ilk duruşmada yapılan sorgularının ardından yedi aylık tutukluluk süreleri de dikkate alınarak İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesince oybirliğiyle tahliye edilmişlerdi. Duruşma savcısı da tahliye edilenlerden on üçünün tahliyesi yönünde mütalaada bulunmuştu. 31 Mart 2017 Cuma günü, normal mesai saatlerinin ardından akşam saatlerinde verilen bu tahliye kararlarından sonra yaşananlar, Türkiye’nin yargı tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. O tahliye kararlarının hemen ardından bakın ne olmuştu? Önce, gereken müdahale yapılıncaya kadar geçecek süre içinde sanıklar cezaevinden salıverilmesinler diye düşünülerek, tedbir olarak UYAP sistemi teknik arıza nedeniyle devre dışı kaldı; böylece mahkemenin tahliye kararının UYAP üzerinden işlenebilmesi önlenmiş oldu. Hemen ardından, duruşma savcısı kendisinin tahliye edilmesini istediği on üçü haricindeki diğer sekiz sanığın tahliyesine, ertesi günü bile beklemeden gece yarısı alelacele, ya da daha doğru tabirle apar topar itiraz etti. Yetmedi! Hafta başından beri akşam çok geç saatlere kadar beş gün aralıksız olarak bu davanın sanıklarını dinleyip, uzun bir duruşma maratonundan çıkan mahkeme heyeti, duruşmayı bitirdikten sonra evlerine gitmedi ya da gidemedi, savcılığın itirazı konusunda karar vermesi için günlerce yasal süresi olmasına karşın, uygulamada o güne kadar pek -belki de hiç- görülmeyen bir hızla itirazı ret kararı vererek itirazın incelenmesi için dosyanın İstanbul (26.) ağır ceza mahkemesine gönderilmesine karar verdi. Bu karar üzerine epeyce klasör belgeler bulunan dosya yine yıldırım hızıyla, dakikalar içinde itirazı inceleyecek mahkemeye gönderildi. Bu mahkeme de, her ne hikmetse, itirazı incelemek için dosyaları okumaya bile gerek görmeden birkaç saat içinde ve Cuma günü gece yarısında, itirazı kabul ederek tahliye kararlarını kaldırıp sekiz kişinin tutukluluğunun devamına karar verdi. Böylece, bu sekiz kişi hakkındaki tahliye kararının ömrü, bir anlık bile uygulanmasına yetmedi. Yargı, adeta ışık hızını aşarak gereğini yaptı. Birkaç saat sonra, duruşma savcısının da tahliyesini istediği diğer on üç sanığın başına gelenleri görünce, savcının itirazı nedeniyle tahliye kararları kaldırılan bu sekiz kişinin görece şanslı olup ucuz kurtulduklarını gördük. Gerçekten, bu kadarı da olmaz denilen oldu. İddia makamının mütalaasına uygun olarak tahliyesine karar verilen on üç sanık, UYAP’taki teknik arıza giderilmeden, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının, o gece yarısı bu kişiler hakkında aynı eylemler nedeniyle açtığı yeni bir soruşturma gerekçesiyle haklarında bir gözaltı kararı verildi. Böylece, cezaevi binasının giriş kapısının önüne gelen polis ekipleri gereken önlemleri aldıktan sonra UYAP’taki teknik arıza giderildi, mahkemenin tahliye kararı sisteme girdi, cezaevinden salıverilecek olan sanıklar, cezaevi görevlilerince Emniyet Müdürlüğüne götürülmek üzere polislere teslim edildi. Olayın bu noktaya kadar olan kısmı, yargılananları ilgilendiriyor; onlara, ‘sizin için mahkemeler, hakimler yanlışlıkla tahliye kararı verseler bile tahliye olamazsınız’ mesajı net olarak veriliyordu. Bununla kalmadı, üç gün sonra tahliye kararı veren mahkemenin başkanı ve üyeleri ile duruşmada tahliye mütalaası veren savcı HSYK tarafından açığa alındılar. 15-20 gün önce yeni HSK bir kararname yayınladı, bu kararnamede gördük ki, o tarihte açığa alınan mahkeme başkanı Konya’ya, üyelerden biri Çorlu’ya, bir üye ile savcı da Küçükçekmece’ye tayin edilmişler. Böylece sadece yargılananlara değil, savcılara ve hakimlere, mahkemelere de gereken mesaj doğrudan verilmiş oldu. Neydi o mesaj? Haddini aşıp, yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu sanarak özgürce, hukuka, kanuna ve vicdani kanaatine göre karar vereceği yanılgısı içine girenler önce uyarı niteliğinde açığa alınır, burnunun sürtüldüğü kanaati edinilirse sürgün edilmek gibi görece hafif bir yaptırımla kurtulabilirler.
Bu iki örnek olayın gösterdiği yargı ve adaletin bugünkü resmi şudur: Demokratik bir toplum bakımından, “olan” ile “olması gereken” birbirinin tam zıddıdır. “Olması gereken”, yargının ve mahkemelerin bağımsız ve tarafsızlığıdır, hakimlerin hukuka ve kanuna uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar vermesi, mahkeme kararlarının herkesi bağlaması ve uygulanması, herkesin adalet arayışı için yargıya, mahkemelere başvurmasıdır. “Olan” ise, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının ayaklar altına alınması, adalet arayışının adliyeden külliyeye geçirilmiş olmasıdır. Bizler, olana teslim olmak, boyun eğmek yerine olması gerekene önem ve değer verdiğimiz için bu durumu geleceğe not düşmek adına tutanaklara geçirmenin tarihi bir sorumluluk olduğunu düşünüyor, bu görevimizi yerine getirmiş oluyoruz.
Bütün bu olgular ve gerçeklik karşısında yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı hakkında, tartışma yapmayı aşırı lüks bulduğumu belirtmek isterim. Tabi ki bu söylediğim bağımsızlık ve tarafsızlığın objektif görünümü kapsamındadır. Bu heyettekiler de dahil birçok hakim ve savcının sübjektif bakımdan tarafsızlığı hakkında ise yeterli bir bilgiye ve veriye sahip değilim. Bu nedenle bu bağlamda olumsuz bir kanaat serdedemem.
Her ne kadar, sayın heyet başkanı, ilk duruşmada bendeniz hakkında, “Kurtlar Vadisi Pusu” filmindeki Polat Alemdar benzetmesi yapmak suretiyle sübjektif bakımdan tarafsızlığı gölgeleyebilecek bir söylemde bulunduysa da bunu yeterli görmemek mümkündür. Yine bilirkişilerin problemli olduğunu, bazı tanıkların problemli olduğunu, iddianamede kusurlar olduğunu da duruşmalarda beyan etmesine, yüklenen suçun kanunda yazılı yaptırım miktarına, artırım ve indirim oranlarıyla sonuç cezanın ne olabileceğine, infaz süresine bakarak bir yıllık tutukluluk süresinin ölçülü olduğu kanaati de sübjektif tarafsızlık bakımından ayrıca değerlendirilmesi gereken bir husustur.
Yargıya güvensizlik, yargının bağımsız ve tarafsız olup olmadığıyla ilgili toplumun çoğunluğunun ve benim görüş ve değerlendirmelerimi bir kenara bırakalım. AİHS’nin bu konudaki 6. Maddesinin ne anlama geldiği, bağımsız ve tarafsız mahkemeden AİHM’nin ne anladığına bakalım. AİHM’nin bu konuyla ilişkili çeşitli kararlarına göre; mahkemenin görünümü açısından bağımsız olup olmadığına karar verilebilmesi için, buna dair başvurucuda oluşan şüphenin belli ölçülerde objektif olarak doğrulanması, bu şüphenin makul olduğunu gösteren belirtilerin olması gerekir. AİHM’e göre, risk altında olan, demokratik toplumlarda mahkemelerin halka ve her şeyden önemlisi yargılama süreci bakımından sanığa vermesi gereken güven duygusudur. Belirli bir mahkemenin bağımsızlığından ya da tarafsızlığından endişe etmek için haklı nedenlerin olup olmadığını değerlendirirken, tek başına sanığın görüşleri belirleyici olmamakla birlikte, önemlidir. Belirleyici olan ise, sanığın şüphe ve endişesinin haklı olarak görülebilip görülemeyeceğidir.
AİHM, tarafsızlık konusunu sübjektif tarafsızlık, yani mahkeme üyesi hakimlerin birey olarak, mevcut davadaki kişisel tarafsızlığı ile objektif tarafsızlık, yani kurum olarak mahkemenin güven veren bir izlenime ve görünüme sahip bulunması bakımından ele alıyor. Az önce dediğim gibi benim üzerinde durduğum bağlam ve kapsam heyette bulunan hakimlerin birey olarak sübjektif tarafsızlığından ziyade objektif tarafsızlıkla ilgilidir. Bu hususta yani mahkemenin görünümü itibariyle objektif bakımdan bağımsızlığı ve tarafsızlığına dair şüphe duyduğumu, endişe taşıdığımı ve bunun makul ve haklı nedenleri olduğunu belirtmek isterim. Bu konudaki şüphelerim ve endişemin değerlendirilmesi bakımından şu gerçekliği vurgulamakla yetineceğim. Biliyorsunuz, bu davanın 3 Nisan 2017 tarihli iddianamesinin altında İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili sıfatıyla Mehmet Akif Ekinci’nin adı ve imzası var. O şimdi Hakimler ve Savcılar Kurulu üyesi. Bu iddianamenin altına imza attıktan hemen sonra Mayıs 2017’de Cumhurbaşkanı tarafından HSK üyeliğine seçilen dört kişiden biri oldu. Şu andaki sıfatı, görevi ve yetkisi nedeniyle bu kürsüdekiler de dahil olmak üzere ülkedeki hakim ve savcıların mesleki geleceğini, kaderini belirleyen bir konumda bulunuyor. Bu durumda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor. Bizim hakkımızda iddianame düzenleyerek cezalandırılmamızı isteyen eski başsavcı vekili, şimdi bu konuda karar verecek heyetteki hakimlerin tayini, terfisi, yer değiştirmesi, disiplin cezası verilmesi gibi hayati önemdeki yetkileri kullanacak kurulun üyesi. Yani bu kürsüdekilerin mesleki kaderi onun ellerinde. Ve heyetiniz, mesleki kaderinin elinde olduğu bir kişinin istemi konusunda, bu etkiden arınmış olarak bağımsız ve tarafsız şekilde karar vermek durumunda. Dramatik bir durumla karşı karşıya olduğumuz kanaatindeyim. Sanırım, bu durumun sanıklar yönünden endişe verici olabileceğini, şüphe duymakta haklı neden olarak görülebileceğini söylemem nedensiz bir kuruntu veya temelsiz bir şüphe olmaz. Bunu söyledikten sonra, “adaletin yerine getirilmesi yetmez, bunun gösterilmesi de gerekir” şeklindeki ilkenin bu yargılamada nasıl gerçekleşebileceği sorusunun cevabını herkesin izan’ına, insafına ve vicdanına bırakıyorum.
Sayın heyet,
Ne yazık ki ülkemizde hukukçu ve gazeteci sözü gevşek tutularak, harcıalem olduğundan, hem yargımız hem basınımız değersizleşmiş, itibar kaybına uğramıştır. Oysa demokrasinin, demokratik bir toplum olabilmenin olmazsa olmazlarından biri yargının bağımsızlığı ise diğeri de özgür ve bağımsız bir basının varlığıdır. Basının özgür ve bağımsız olmadığı yerde gazetecilerin gerçeği haberleştirmeyip, tersine haberden gerçeklik yaratmaya çalıştıkları görülür. Yargının bağımsız olmadığı, siyasi iktidarın güdümünde ve kontrolünde olduğu yerde de ceza yargılamalarının amacı maddi gerçeği bulmak, adaleti tesis etmek değil, siyasi iktidarın talimatlarını yerine getirmek, iktidarı rahatsız eden, eleştiren kişileri cezalandırmaktır.
Tutukluluğun devamı kararlarındaki, “yardım konusunun genişliği”, “vakıf senedi illiyetleri”, “kuvvetli suç şüphesi”, “dinlenmeyen sanıklar üzerinde baskı yapma şüphesi” … Bu ve benzer bahanelerin bizim ve kamuoyunun nezdinde ikna edici, inandırıcı gerekçeler olmadığı açıktır. Bunu görmezden, bilmezden gelmek gerçeği değiştirmez. Bu yargılamadaki iddialara ve savunmalara bakınca kimin kimi yargıladığını tespit etmek için görüntüyle, şekli görünümle yetinmemek gerekir. Dünyaya yüz defa gelecek olsaydım, her defasında bu davada savunma makamında bulunmayı tercih ederdim. Çünkü adalet, özgürlük ve demokrasi değerlerinin yanında saf tutmak onurdur. Çünkü vicdanım rahat ve huzurluyum. Elbette bu davada ilk kararı heyetiniz verecek. Ama bunun nihai karar olmayacağı ve bu kararla bu davanın bitmeyeceği şimdiden hepimizin öngörebildiği bir durum. Bu nedenle heyetinizin hakkımda vereceği kararlar beni ne endişelendiriyor, ne de korkutuyor. Bu yargılamanın, bizlerin aklanması, suçlama yöneltenlerin ve mağduriyet yaşatanların ise haksız olduklarının tespiti ve mahcubiyetiyle biteceğinden hiç şüphe duymuyorum. Adalet, hakkaniyet, insaf, ve vicdan duygusunu koruyan herkese şunu söylemek isterim. Hiç merak etmeyin; hiç şüpheniz olmasın, bugün güçlü gibi görünenler değil haklı olanlar kazanacaktır. Tutukluluğumuzla ilgili olarak son sözlerim şudur;
Bizler burada Türkiye’nin en eski, köklü ve itibarlı gazetelerinden birini temsilen bulunuyoruz. O gazeteyi temsil edenler de, gazetenin kendisi de bunun gibi badirelerden, zorlu dönemlerden çokça geçti, sınandı.
Bu sınavlardan, her defasında alnının akıyla, onuruyla geçti. İktidar sahiplerine kapıkulu olmayı, gerçeği gizlemeyi ya da iğdiş etmeyi, gazeteciliği kirletmeyi her zaman reddetti. Kimseden aman dilenmedi, merhamet istemedi. İçinde bulunduğumuz dönemin gazetecilik ve yargı realitesi karşısında, gazetemizin ileride utanacağı, başını öne eğeceği bir talepte ve arayışta bulunmamızı hiç kimse bizden beklemesin. Bizimki gibi yargılamalar bakımından adalet talebi ve arayışının, adliyede değil külliyede olduğunun işaret edildiği bir durumda, bizlerin külliyelerde arayacağı, oralardan talepte bulunacağı herhangi bir husus yoktur. Bunu hem kendimiz, hem gazetemiz açısından zul sayarız; aynı zamanda da hukuka ve yargıya karşı yapılmış ağır bir saygısızlık olarak görürüz.
Bu nedenle, tutukluluğun sona erdirilmesi bakımından bu koşullar altında daha fazla söze gerek görmüyorum. 31.10.2017
Akın Atalay