Çorba bu, hem sevilir hem de felsefe yapılır...

Çorba bu, hem sevilir hem de felsefe yapılır...

Artun Ünsal

Döneminin mizah ustalarından, ünlü gazeteci ve yazar Ahmet Rasim Bey (1865-1932), “Şehir Mektupları” başlığıyla, 1897-1899 arası İstanbul’da günlük yaşamı anlatan gazete yazılarından birinde, midesine düşkün dostlarından Baba Yaver’in özellikle ramazanda, çorbaya olan düşkünlüğünün daha da arttığına değiniyor ve Yaver’in doğaçlama söylediği bir çorba manzumesini okurlarına aktarıyordu. “Baba Yaver”, aslında Ahmet Rasim’in yarattığı hayali bir kişi olduğundan, birçok işkembeci dükkânında çerçeveletip duvara asılan bu çorba kasidesinin şairi de oydu kuşkusuz: “Kana kuvvet, göze fer, batna cilâdır çorba/ İllet-i cû’a devâ, mahz-ı gıdâdır çorba/ Sağlara, hastalara ayni şifâdır çorba/ Ağniyâ dostu, muhibb-i fukarâdır çorba/ Hâsılı hâhiş ile ekle sezadır çorba ...” (Ahmed Rasim, Şehir Mektupları, 33)

Ahmed Rasim’in deyişiyle, batna (karına, mideye) cilâ, açlık derdine deva, gıdanın ta kendisi, zenginin dostu, fakirlerin sevgilisi; sözün kısası, istekle yenilmeye layık çorbalar, geleneksel mutfağın orta direğidir. Geçmişten günümüze, hem yoksul hem de zengin sofralarının baş tacı olagelmiştir. Maliyeti ucuz, yapımı basit, lezzetli ve doyurucu, aynı zamanda sindirimi kolay olması nedeniyle, ister sağlıklı ister hasta olalım, çorba vazgeçilmezler arasındadır. En çok sevdiğin çorba hangisi, diye sorsalar cevap vermekte zorlanırım. Çünkü bütün çorbaları severim; yaz kış, sabah, öğlen ya da akşam fark etmez, çorbaya hiç nazım olmaz. Lâkin, şehriyeli tavuk suyu ya da arpa şehriyeli domatesli et suyu çorbalarını kaşıklarken bir başka zevk alırım. Soğuk kış günlerinde, hem içi ısıtan hem de doyurucu işkembe çorbası da eğer erbabınca pişirilmiş ise, bana yeter; başka yemeğe yerim kalmaz. Bildik işkembe çorbasından söz ediyorum, ama örneğin Refik Halid Karay’ın Üç Nesil Üç Hayat’ında İstanbul’un zengin konaklarında hindi boynundan hazırlanan değişik bir işkembe çorbasından da söz ettiğini unutmayalım. Karay, bu çorbanın geleneksel işkembe çorbasına göre “çok daha ince ve çok daha nefis” olduğunu söyler. Meraklısına önerilir.

Bense, “çarşı” işkembecisinde klasik, “damardan ve orta kıyım” çorbamdan şaşmam. Evde ise un miyaneli, yumurta sarısı ve limon suyu ile hazırlanan “terbiyeli”si favorimdir. Kahramanmaraş’a gittiğimde de, “kelle- paça” çorbası... Bu arada, mizah dergisi Leman’ın yetenekli çizeri Can Barslan’ın yıllar önce “Terelelli” köşesinde görüp bir kenarda sakladığım “iş”ine de değinmeden geçmeyeyim. Usta çizim ve esprileriyle, metaforu işkembe çorbası olan nefis bir hayat felsefesi sergiliyordu Barslan. Kahramanı bilge kişi şöyle diyordu:

“Yeter ki, nereye bakacağını, nereyi göreceğini bil... İşkembe deyip geçmeyin... Bu kazanda çorba değil, bir hayat kaynar mesela... İşkembe dediğin ne? Sonuçta (b...) torbası... Ondan bile güzellik yaratıyorsun istersen... Ne ‘b...tan bi hayatım var’ dememeyi öğrenin önce... Temizleyin, kazıyın, altını görün ruhunuzun... işkembe gibi... Su donunca kıpırdamaz, hâlbuki kaynayan su hareketlidir... Kaynamaya çalışmalı insan, donmaya değil... Bak şu adama mesela... Çorbasından adeta sanat eseri yaratmaya çalışıyor. Biraz sirke, sarımsak derken karabiber... Pul biber. Hayatı da böyle örmelisin işte... Dantel gibi işlemelisin... Sirke belki sevgidir... Pulbiberse hoşgörü... Biraz ondan biraz bundan evlât...” (Can Barslan, Leman, 14 Eylül 2006).

Ahmet Rasim’in “Çorba”sıyla yarışan yeni bir kaside sanki!.. İşkembe kazanında hayatı kaynatan, sanatçı Barslan’ı saygı ile selamlıyorum. Bu çorbalı yemek sohbetimizin tadı, tuzu, biberi oldu; kalemine, diline bereket.