Çöküşün başlangıcı 1979-2: İran İslam Cumhuriyeti’nin ilanı ve Sünni-Şii çatışması
İran, Şah Rıza Pehlevi tarafından monarşi ile idare ediliyordu. Şah, ABD ile yakın ilişkiler kurmuştu. İran’da reformlara girişen Şah aynı zamanda aşırı dindarların tepkisini çekmişti. Silahlanma yarışı yönünde yapılan büyük harcamalar özellikle esnafın muhalefetine neden olmuştu.
İlker Başbuğ1978’in ocak ayında, medrese öğrencileri gösterilere başladı. Gösteriler diğer şehirlere de sıçradı. Aslında bu olaylarda Paris’te sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni’nin de parmağı vardı.
Karışıklıklar başladığında, Humeyni Irak’ın güneyinde, tüm dünya Şiilerinin kutsal saydığı bir yerde sürgündeydi. İran Şahı, onun sınır dışı edilmesini dayattı.
Saddam Hüseyin o anda, Irak Cumhurbaşkanı yardımcısıydı. Fakat sağlık durumu iyi olmayan Cumhurbaşkanı Ahmet Hasan el Bekir’den ziyade, Irak’ın asıl güçlü kişisi Saddam idi.
Saddam, 6 Ekim 1978’de Humeyni’den başka bir yere gitmesini istedi. Humeyni bu nedenle Saddam Hüseyin’i hiç affetmeyecekti.
FRANSA, HUMEYNİ’Yİ KABUL ETTİ
Şah Rıza Pehlevi, gelişen olaylar nedeniyle 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etti.
Humeyni’nin İran’a dönüşü için Air France’dan büyük bir uçak kiralandı.
1 Şubat 1979 günü Ayetullah Humeyni İran’a döndü. Ayetullah, Tahran Havaalanı’nda soğuk bir törenle karşılandı. Ancak, Tahran sokaklarında büyük bir insan seli onu karşılamak için bekliyordu.
Bu bir zaferdi. Ancak Humeyni iktidarda değildi. Ordudan ona saldırılar olabileceğini düşünenler vardı. Ama rakip cephe tam bir kargaşa içindeydi.
Humeyni bir devlet ilkokulu binasında karargâhını kurdu. Civar sokaklarda sürekli gösteriler oluyordu. Zaman zaman Humeyni balkona çıkıp onları selamlıyordu.
NE OLDUYSA 5 ŞUBAT 1979 GÜNÜ OLDU...
Humeyni küçük bir sinema salonunda tören düzenletti. Yükseltide bir koltukta oturuyordu. Salonda, açık renk takım elbiseli ve kravatlı, yaşı da onunkine yakın bir adam, Mehdi Bazergan ayakta duruyordu. Ayetullah onu oracıkta İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk hükümet başkanı olarak atadı.
O sırada Şah tarafından atanmış ve başında Şahpur Bahtiyar’ın bulunduğu bir başka hükümet de vardı. Ama eski rejimin saatlerinin sayılı olduğu belliydi. Bin yıllık bir imparatorluk ortadan kaldırılmıştı.
Bazergan, öğreniminin çoğunu Fransa’da görmüş ve oradan mühendis olarak geri dönmüştü. Musaddık, 1951’de İran petrolünün denetimini geri almak istediğinde Bazergan’ı ulusal petrol şirketini yönetmek üzere görevlendirmişti.
Humeyni’nin dikkati çeken ilk uygulamalarından birisi, Şah’ın Ortadoğu politikalarını değiştirmek oldu. Humeyni, İsrail’e yönelik petrol ihracatını hemen durdurdu. Arafat’ı Tahran’da kabul etti. Ancak Arafat, İran ile yakınlaşmasının, Saddam Hüseyin ile olan ilişkilerinden uzaklaşmasına neden olacağından çekiniyordu. Dolayısıyla FKÖ ile olan cicim ayları kısa sürdü.
Ancak İran’ın Arap milliyetçiliğine yakın bir söylemi benimsemesi Irak ve Suriye üzerinde belirleyici bir nüfuza sahip olmasının yolunu açtı.
İran, Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de Hamas ve İslami Cihad, Yemen’de Husiler gibi silahlı hareketlerin hamiliğini, koruyuculuğunu sahiplendi.
SÜNNİ MİLİTANLIĞININ DOĞUM BELGESİ
Ancak ortada bir de Sünni-Şii çatışması ve rekabeti vardı. Şiilerin artan nüfuzu karşısında kendilerini aldatılmış ve tehdit altında hisseden Sünni topluluklardan tepkilerin yükselmesi kaçınılmazdı. En büyük risk Suudi Arabistan’dan gelebilirdi.
Olayların bu yönü, Arap dünyasının son yıllarda yaşadığı ve hâlâ da devam eden Sünni ve Şiiler, hem de çeşitli militan Sünni fraksiyonlar arasında bir tür özenme ve yarış içine girmeye neden olacaktı.
4 Kasım 1979’da yüzlerce İranlı üniversite öğrencisi Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’ni işgal etti. 250 kişiyi rehin aldı.
16 gün sonra 20 Kasım 1979 Salı günü yüzlerce cihatçı Sünni Suudi, Mekke’deki Mescid-i Haram’ı işgal etti. Talepleri Vahhabi krallığında şeriatın uygulanmasıydı! Cami ancak iki hafta sonra, Pakistan ve Fransa’nın yardım ve danışmanlığı ile, düzenli bir çatışma sonunda geri alındı. Ölü sayısı 300 civarındaydı. Suudiler, 68 isyancıyı yakalayıp idam etti.
Bu olay Sünni militanlığının doğum belgesi oldu.
Bu olay, Suudi rejimi için aynı zamanda bir travma oldu. Rejim, Vahhabiliği ve Selefiliği yayma gayretini neredeyse iki katına çıkardı.
Humeyni, Amerikan Büyükelçiliği’nin işgalini ne resmen onayladı ne de onları suçladı. Büyükelçiliğin “casus yuvası” olduğunu söyledi.
Humeyni’nin bu tavrı karşısında, Bazergan istifa etti. İran İslam Cumhuriyeti’nin demokrasiyi İran’a getireceğine yönelik hayaller sona erdi.
İRAN’IN POTANSİYELİ
İran, Suudi Arabistan’dan sonra en büyük kara kütlesiyle doğal olarak önemli bir ülkedir. Ortadoğu’nun en büyük ülkesi olma potansiyelini taşımaktadır. Nedenleri şöyle sıralanabilir:
* Basra Körfezi’nin doğu kıyısında stratejik bir konuma sahiptir. Körfeze giriş çıkış yapan tüm deniz taşıtlarının geçmek zorunda olduğu, dar Hürmüz Boğazı’na hâkimdir.
* Çok büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahiptir. Dünya toplamının yüzde 10’uyla, dünyada üçüncü sıradadır.
* Güçlü bir balistik füze programı vardır. İlkesel olarak Ortadoğu’nun hemen her yerinde dilediği hedefi vurma kapasitesine sahiptir.
* Nükleer altyapıya sahiptir. İran’ın bağımsız bir nükleer güç olma potansiyeli vardır.
* İran tarihsel açıdan bakıldığında hiçbir zaman komşu bir ülkeyi istila etmemiştir. Yaptığı, Lübnan ve Suriye’deki Hizbullah gibi aynı düşüncede olduğu silahlı grupları desteklemek olmuştur.
* İran’ın nükleer silah üretebilme noktasına ne kadar yakın olduğu açık değildir. Bu durumdan endişe duyan ilk üç ülke, İsrail, Suudi Arabistan ve ABD’dir.
DİN, MİLLİYETÇİLİK VE İHTİRAS
İlginç bir rastlantı mıdır, Humeyni’nin Tahran’a gelmesinden 5.5 ay sonra, 16 Temmuz 1979’da Saddam Hüseyin Irak Devlet Başkanı olmuştur.
Şah döneminde İran, İran ve Irak arasındaki Şattülarap suyolunun tamamı üzerinde hak iddia etmişti.
Devrimci İran, Irak’ın içinde bazı sorunlara neden oluyordu. Iraklı Müslümanlar Sünniler ve Şiiler olarak ikiye bölünmüştü. Saddam Hüseyin seküler bir devlet başkanıydı. İran’daki Şii köktendinciler Şiileri Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanmaya kışkırtıyorlardı. Saddam Hüseyin pekçok Iraklı Şii lideri öldürünce, bu uluslar ötesi bir baskı aracı haline dönüştürülmeye başlanmıştı.
Ayrıca Şah döneminde İran, Irak ile arasındaki Şattülarap suyolunun tamamı üzerinde hak iddia etmişti. Ancak, Şah’ın devrilmesinden sonra, İran iç karışıklıklar ile boğuşuyordu.
Saddam Hüseyin bunu İran’a saldırı için bir fırsat olarak görecek ve 22 Eylül 1980’de İran’a saldıracaktı.
İran’ın Irak’a bitişik topraklarında Arapça konuşan büyük bir azınlık yaşıyordu. Iraklılar İran’ın Arapça konuşulan bu kesiminde kurtarıcı olarak karşılanacaklarını düşündüler. Tersi oldu, Irak’ın saldırısı İranlıların birleşmesine yardımcı oldu.
Saddam Hüseyin’in kısa ve kazançlı olacağını düşündüğü savaş, uzayarak çıkmaza girdi. Irak, çekilmek istedi. İran peşini bırakmadı. Humeyni, Saddam Hüseyin devrilene kadar İran’ın savaşa son vermeyeceğini söyledi.
Suudi Arabistan ve Ürdün gibi Arap ülkeleri, İran’ın devrimci gücünden korktukları için Irak’ı desteklediler.
Suriye, güç dengesi hesaplarıyla İran’ı destekledi. Güçlü Irak’ı istemiyorlardı.
ABD, Irak’a örtülü destek sağladı. İsrail, İran’a gizlice ABD silahları gönderdi. İsrail, Irak’ı daha yakın bir tehdit olarak görüyordu.
Sonuçta, kökü dine, milliyetçiliğe ve ihtirasa dayalı yanlış hesaplarla başlayan bir savaş, güç dengesi kaygılarıyla büyüyerek neredeyse on yıl süren inatçı bir çatışmaya dönüşecekti.
Ayetullah Humeyni’nin Arap milliyetçiliğine yakın bir söylemi benimsemesi, silahlı cihadi grupların hamiliğini ve koruyuculuğunu sahiplenmesi yeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Sünni militanlığı doğumu böyle oldu.
1979 yılı sonunda Afganistan’a giden 22 yaşındaki Usame bin Ladin’in, dünyanın şaşkınlıkla karşıladığı El Kaide gibi bir terör örgütünü kurması ile sonuçlandı.
Sonuçta; Batı’ya ve Batı değerlerine karşı bir radikal başkaldırı hareketi başladı.
10 yıl süren Irak - İran savaşı her açıdan incelenmeye değer bir olaydır.
ABD’nin Irak’ı destekler görünürken, İsrail’in İran’a ABD silahlarını vermesi dikkat çekmektedir.
Alanda kullanılan silahların büyük bölümü Amerikan silahlarıdır. Savaşta İran ile Irak birbirlerini acımasızca kırarken, bu durumdan en çok kazançlı çıkan ülkeler ve kuruluşlar kimlerdir? Listenin başında İsrail’in olduğu unutulmamalıdır.
Ronald Reagan, 20 Ocak 1981’de Washington’da göreve başlama töreni yapılırken, İranlı yetkililer ABD büyükelçiliğindeki rehinelerin serbest bırakıldıklarını açıklamışlardır. Bazı iddialara göre, Reagan’ın temsilcileri Paris’te görüştükleri İranlı temsilcilerden rehine krizinin çözümünün seçimden sonraya bırakılmasını istemişlerdi.
Reagan’ın gözünde baş düşman her zaman “komünizm” idi. Diğer tüm çatışmalar ikincil ve geçici görünüyordu.
SOVYETLER’İN AFGANİSTAN’I İŞGALİ
“İmparatorlukların mezarlığı” olarak tanınan Afganistan, hiçbir zaman dışarıdan başarılı bir şekilde fethedilmemiş ya da yönetilememiştir. İçeriden de başarılı bir şekilde yönetilemediği ileri sürülebilir. Etnik ve dilsel bakımdan büyük bir çeşitlilik gösteren Afganistan’ın, geleneksel olarak, başkent Kâbil’de zayıf bir hükümeti olmuştur. Yerel aşiret toplulukları, özellikle çevre kırsal bölgelerde yüksek bir özerklik düzeyinden faydalanmıştır. Kendi topraklarında egemen olan savaş ağaları sınır bölgelerinde ya da Kâbil’de nüfuz edinmek için birbirleriyle sık sık mücadeleye girmişlerdir.
Ülkenin yerinin sapalığı, yüksek rakımı, dağlık yüzey şekilleri ve sert iklimi yabancı ordular için hep zorlayıcı olmuştur. Bunun yanında Afganistan halkının korkusuz ve son derece bağımsız oldukları da hep görülmüştür.
İÇ SAVAŞ BAŞLADI
Büyük İskender, Britanya İmparatorluğu, 1979’da da Sovyetler Birliği, daha sonra da 2001’de NATO güçleri Afganistan’a kendi özgün düzenini dayatmaya kalkışmış ve hepsi başarısız olmuştur.
Sovyetler Birliği İslami köktendinciliğin, nüfusu ağırlıkla Müslüman olan kendi topluluklarına yayılmasını önlemek amacıyla Afganistan’a özel ağırlık ve öncelik vermiştir.
1978’de Afganistan’da komünist Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) iktidara geldi. Komünist hükümete karşı olan mücahitlerin harekete geçmesiyle, Afganistan’da iç savaş başladı. Bu süreçte Sovyetler, ADHP’ye yardımcı olmak üzere danışmanlar gönderdi.
Temmuz 1979’da, Kâbil, iktidarı ele geçirmiş Afgan komünistlerin elindeyken, gerek İslam gerek yerel gelenekler adına onlara karşı çıkmak için silahlı hareketler örgütlenmeye başlarken, Washington kod adı “Siklon” olan ve isyancıları etkin biçimde desteklemeyi amaçlayan gizli bir operasyonu yürürlüğe koymuştu.
1979 sonunda o sırada 22 yaşında olan Suudi öğrenci Usame bin Ladin de Afganistan’a varmıştı.
Bu kararlar alınırken bazı Amerikalı yetkililer böyle bir operasyonun Moskova’nın Afganistan’a asker göndermeyi sevk edebileceğinden endişe duyuyorlardı.
SSCB’NİN VİETNAM’I
Brzezinski ise hiç endişelenmiyordu. Tam tersine bunu tüm kalbiyle istiyordu. Yerel müttefikleri ile Afganistan’daki durumu denetim altına alamayacak Sovyetler sınırı geçmek zorunda kalacaktı.
Böylece, Sovyetler tersten “Vietnam” tuzağına düşecekler ve “jandarmalık” rolünü alacak Rusları da Amerikalılar aradaki isyancılar üzerinden yıpratacaktı.
Sovyetler güvenilmez buldukları ADHP Başkanı Hafızullah Emin’in öldürülmesi üzerine yerine Babrak Karmal’ı geçirdiler.
Sovyet ordusu fiilen 24 Aralık 1979’da Afganistan’a girdi.
ABD resmi belgeleri, CIA’nın mücahitlere olan yardımının 1980 yılında başladığını gösteriyordu. Ancak, Başkan Carter, Kâbil’deki mücahitlere gizlice yardım edilmesi talimatını 3 Temmuz 1979’da vermişti.
Sovyetler’in sınırı resmen geçtiği gün, Brzezinski, Başkan Carter’a şöyle yazmıştı:
“Şimdi, SSCB’ye kendi Vietnam Savaşı’nı sunma fırsatına sahibiz.”
Suudi Arabistan mücahitlere somut para, silah ve adam yardımında bulunan ilk ülke oldu. Suudi Arabistan’ı, Mısır ve Pakistan takip etti.
Sovyetler yaklaşık on yıl boyunca Afganistan’da son derece yıpratıcı bir savaşı sürdürmek zorunda kaldı. Bu savaş moral bozukluğuna ve sonunda Sovyet İmparatorluğu’nun parçalanmasına yol açtı.
1989’da son Sovyet birlikleri Afganistan’dan ayrıldı.
KİSSİNGER VE BRZEZİNSKİ’NİN STRATEJİSİ NEYDİ
İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir dönem başlamıştı. Bu dönem “Soğuk Savaş dönemi” olarak isimlendirilmiştir. Soğuk Savaş dönemi iki kutupluluğa ve güç dengesine dayanıyordu.
Kutuplar ise kapitalist dünya ile komünist/sosyalist dünyaydı.
Bu sistemin çökmesinin arkasında iki büyük mimar vardır: Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski.
Bu iki büyük siyaset mimarı ve ustasının takip ettikleri stratejinin iki ana noktası vardı:
Birincisi, Çin Halk Cumhuriyeti’ni dünya siyaset sahnesine çıkarma ve bir ekonomik güç odağı haline dönüştürme. Başkan Richard Nixon döneminde 1972 yılında başlatılan bu proje, 1979 yılında ABD ile ÇHC arasında diplomatik ilişkiler kurularak amacına ulaştı.
İkincisi, Sovyetler’in ekonomik ve siyasal olarak çökertilmesi.
Bu projenin mimari ise Brzezinski’ydi. Adeta Sovyetler’i uyguladığı strateji ile Afganistan bataklığına çekti. Sovyetler’de bu oyundan kaçınamadı.
Sonuç 1991’de Sovyetler’in çöküşü ile noktalandı. Dünya çift kutupluluktan, neredeyse tek kutupluluğa dönüştü.