Çöküşün Başlangıcı 1979 -1: Değişimin ayak sesleri

Amin Maalouf, “Uygarlıkların Batışı” adlı kitabında, 1979 yılında dünyanın her yerinde düşünce ve davranışlarda kalıcı bir “değişim” olduğunu söylemektedir. Bu değişimler belki zaman içindeki yakınlıklarıyla planlı bir faaliyetin sonuçları değildi ama bir rastlantı da değillerdi. Bir “bağlam” söz konusuydu. Sanki yeni bir “mevsim” giderek olgunlaşmış ve o mevsimin çiçekleri aynı anda binbir yerde birden açmıştı.

İlker Başbuğ

“Zamanın ruhu” bize bir devrin bitip diğerinin başladığını işaret ediyordu. Aynı çağda yaşayanların hepsinin, birbirlerini çeşitli şekillerde ve genellikle farkına varmadan etkiledikleri bir olguydu. Maalouf, 1979’dan itibaren “muhafazakârlık kendini devrimci” ilan ederken “ilericilik ve solculuk taraftarlarının” ise kazanımlarını muhafaza etmeyi amaçladıklarını savunmaktadır.  1979 yılında gerçekleşen iki muhafazakâr devrim, Ayetullah Humeyni’nin Şubat 1979’da ilan ettiği “İslam devrimi” ile İngiltere’de 

Başbakan Margaret Thatcher’ın Mayıs 1979’dan itibaren gerçekleştirdiği muhafazakâr devrimdir. Her iki devrim de yeryüzü çapında büyük yankılara neden oldu. Ancak, 1979’da neler yaşandığını daha iyi anlamak için, ilk önce 1978 yılında gerçekleşen bazı olaylara bakılması gerekir.

DEĞİŞİMİN AYAK SESLERİ - YIL 1978

Yaşanan önemli bir olay, İtalyan Hıristiyan Demokrat Partisi’nin ünlü lideri, kendi siyasal familyası ile Komünist Parti arasında “tarihsel uzlaşma” için mücadele eden Aldo Moro’nun 16 Mart 1978’de kaçırılmasıdır. Roma’da Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılan Moro, 9 Mayıs’ta bir arabanın bagajında öldürülmüş olarak bulundu. Katiller İtalyan gizli servisinden mi, yoksa yabancı servislerden mi emir almışlar, yoksa sadece kendi ideolojik hezeyanları doğrultusunda mı harekete geçmişlerdi? Papaların vatanı aynı zamanda Batı dünyasının en güçlü, en saygın, en büyük entelektüel prestije sahip komünist partisinin de ülkesiydi. 

Lideri olan Enrico Berlinguer, işçi sınıfının aksine, küçük soylu bir aileden geliyordu. Doğu Bloku ülkelerinde çok partililiğin ve ifade özgürlüğünün getirilmesini savunuyordu. Aldo Moro, kapitalizm ile komünizm arasında “tarihsel uzlaşma” rüyasını Berlinguer ile gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Moro ile Berlinguer’in savunduğu orta yol, Sovyet yöneticileri açısından pek kabul edilebilecek bir yaklaşım değildi.

İtalyan usulü “tarihsel uzlaşma” belki de onlar için tarihi bir fırsattı. Sosyalist blokun yenilgisi belki de böylece önlenebilirdi. O sıralarda dikkat çekici bir olay da, Ekim 1978’de II. Jean Paul’ün Katolik Kilisesi’nin başına geçmesiyle Roma’da yaşanmıştı.

Polonya’da doğan Karol Wojtyla, sosyal ve eğitsel muhafazakârlığı, bir devrimci önder savaşçılığıyla birleştiriyordu. Papalığının ilan edildiği gün, San Pietro Meydanı’nı dolduranlara “Korkmayın, devletlerin siyasal ve ekonomik sistemlerin sınırlarını açın, uçsuz bucaksız kültür, uygarlık ve kalkınma alanlarını açın” diye sesleniyordu.

1978’de Papa olan Karol Wojtyla rahiplik hayatının büyük bölümünü Sovyet hâkimiyetindeki Polonya’da geçirmişti.

Aynı anda dünya siyasetine yön veren başka bir Polonyalı daha vardı: Zbigniev Brzezinski. Brzezinski, ABD Başkanı’nın Ulusal Güvenlik danışmanıydı. Jimmy Carter, 1977’de başkan olduğunda Ulusal Danışmanı’nın teklifi ile yurtdışına ilk gezisini Varşova’ya yaptı. Carter, ABD Büyükelçisi’nin karşı çıkmasına rağmen, komünist makamların en amansız hasmı olan Polonya Kilisesi’nin başı kardinal ile de buluştu.

II. Jean Paul’ün papa oluşunda komünizme en az onun kadar düşman olan bir başka Polonyalının, Brzezinski’nin yardımı ortadaydı.

Brzezinski, Sovyetler tarafından “Demir Perde” gerisinde oluşturulan imparatorluğu sarsmayı, zayıflatmayı ve ideal olarak da parçalamayı düşünüyordu. O yıllarda Washington ile Vatikan arasında kurulan “Polonya bağlantısı”nı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.


21 Şubat 1972. Çin Komünist Parti lideri Mao Tse-Tung ve ABD Başkanı Richard Nixon’ın tarihi buluşması

ÇİN’İN MUHAFAZAKÂR DEVRİMİ

Şubat 1972’de ABD Başkanı Richard Nixon, Çin’i ziyaret etti. Çin ile ABD arasında “Şanghay Bildirisi” imzalandı. ABD’nin Çin’e yönelik bu politika değişikliğinin mimarı ise Henry Kissinger idi.

Çin’de başlayan asıl devrim ise 1978 yılında oldu.

Aralık 1978’de Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin bir oturumunda, Pekin’deki iktidarın dizginlerini eline geçiren Deng Xiaoping kendi “muhafazakâr devrimi”ni başlatıyordu. Yaşanan kesinlikle Tahran ve Londra’dakinden farklıydı. Ama o da “zamanın ruhu”ndan kaynaklanıyordu. Tarihte pek az devrim bu kadar çok sayıda kadın ve erkeğin yaşamını kısa bir sürede derinliğine değiştirmiştir.

Burada önemli olan, Aralık 1978’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin lideri olan ve Çin’de bir devrime öncülük eden Deng Xiaoping ile ondan iki ay önce papa seçilen Karol Wojtyla’nın bazı konularda ortak görüşlere sahip olmalarıdır.

1978 yılında Lenin’in mirasçıları siyasal ve manevi bir çöküşün arifesinde olduklarının pek farkında değillerdi.


İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın uygulamalarına 1981’den itibaren ABD’de de Ronald Reagan dört elle sarılacaktı

İNGİLTERE’NİN MUHAFAZAKÂR DEVRİMİ

İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher tarafından Mayıs 1979’dan itibaren gerçekleştirilmeye başlanan “muhafazakâr devrim”, dünya ekonomik ve siyasal düzeninin radikal değişimine neden oldu. Muhafazakâr devrim, sol fikirlerin ve Sovyet modelinin cazibesini giderek azalttı ve yeryüzüne yayılmasını frenledi.

Böylece yaratılan boşluğu, kapitalist sistemin yarattığı ve dünyayı adeta ekonomik ilişkiler açısından bir köye dönüştüren “küreselleşme” dolduracaktı.

Muhafazakâr devrim neden İngiltere’de ortaya çıktı?

Mayıs 1979 seçimlerinden önce İngiltere’deki durum içler acısıydı. Grevler, ayaklanmalar, elektrik kesintileri kısacası sağlıksız sosyal şartlar vardı.

Bayan Thatcher, ulusal sahneye farklı bir söylemin taşıyıcısı olarak çıktı. Önceki siyasetçiler, grev kırıcı, sendika düşmanı, madencilerin ve düşük gelirli diğer emekçilerin durumlarına duyarsız olarak görülmek istemiyorlardı.

Thatcher, öncelikle “sosyal devlet”ten, yani devletin zenginler ile yoksullar arasındaki mesafeyi azaltmak için “vergileri” ve “sosyal yardımları” artırmak eğiliminden kurtulmanın şart olduğunu savunuyordu. Bürokratik ekonomi yönetiminden vazgeçilmeliydi.

Nihai hedef, daha dinamik, daha rasyonel, daha verimli ve daha rekabetçi bir ekonomi inşa etmekti.

Piyasa ekonomisi esas alınacaktı. Finansal ve ticari akımlar “liberalleşecekti.”

Thatcher’ın uygulamalarına 1981’den itibaren ABD’de de Ronald Reagan dört elle sarılacaktı. Muhafazakâr devrimin uygulayıcıları sadece Thatcher ve Reagan mıydı?

20 Ocak 1981’de ABD’de Ronald Reagan’ın başkanlık görevine başlaması ile de Thatcher’ın fikirleri ABD’de uygulanmaya başlayacaktı.

Muhafazakâr devrim insanlık tarihinde hatırı sayılır bir değişimi temsil eden ve hâlâ süren teknolojik ilerlemelerde belirleyici olmuştur. Bunun yansıması ise Çin ve Hindistan gibi birçok ülkenin ekonomik bir sıçrama yaşaması olarak ortaya çıkmıştır.

ÇİN’DEN ABD’YE MESAJ

1 Ocak 1979’da Çin ile ABD arasında diplomatik ilişkiler kuruldu. ABD, Tayvan’daki askerlerini geri çekti. “Ortak Savunma Anlaşması” da iptal edildi.

Aynı ay içinde Çin lideri Deng Xiaoping, ABD’yi ziyaret etti.

17 Şubat 1979’da da, Çin Halk Ordusu’nun iki yüz bin askeri Vietnam topraklarına girdi ve birçok yerleşimi işgal edip çeşitli ekonomik ve askeri tesisleri yıkarak güneye doğru ilerledi. 6 Mart’ta Hanoi yolu artık açıktı. Çin, askerlerinin ilerlemeye devam etmeyeceklerini, Vietnamlılara verilen “dersin” yeterli olduğunu açıkladı. Çin, Vietnam’ın 1978 sonunda Kamboçya’ya müdahalesine mukabele ettiğini ileri sürdü.

Deng’in hedefi askeri değildi. İktidara gelmesinin hemen ertesinde, Vietnamlılara saldırıya uğradıklarında Sovyetler Birliği’nin askerlerini yardıma göndermeyeceğini, bu nedenle istedikleri gibi davranabileceklerini düşünmenin bir hata olduğunu göstermek istemişti. Aynı zamanda ABD’ye bir mesaj ileterek, bundan böyle Asya’da güvenilir bir muhatapları, hatta belki de potansiyel bir ortakları olduğunu ifade etmişti.

Aralık 1978’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin liderliğine yükselen, Deng Xiaoping de Çin’de bir süre uygulanan “bilimsel sosyalizm”e karşı bayrak açmıştı. Sistem, her yerde verimsizliğe, rüşvete, genel moral bozukluğuna, kıtlığa neden olmuştu. Çin, bürokratik ekonomi yönetiminden kurtulmalıydı.

1979’dan itibaren Çin ekonomisi de, daha verimli ve daha rekabetçi bir yola girmeye başladı.

Xiaoping’in sisteminin ana hatları şöyleydi:

Önce ekonomik kalkınma. Onun için “özel sektöre” öncelik verilmesi. Bunun yanında devletin ekonomide merkezi planlamayı elinde tutması.

Siyasal reformları daha sonraki safhaya bırakma.

Kısacası, önce “refah” daha sonra “demokrasi.”

Aynı tarihlerde papa olan II. Jean Paul’ün “devletlerin siyasal ve ekonomik sistemlerinin sınırlarını açması” çağrısı yaparak, bir ölçüde muhafazakâr devrimin oluşmasına yardım ettiği de unutulmamalıdır.

1979 yılında dünya ekonomisinde yaşanan bu değişiklikler, “sosyal devletin” yıkılmasına onun yerini de kısa zamanda “küreselleşme”nin doldurmasına ve zamanla da dünyada “ulus devlet”lerin süresinin dolduğu düşüncesi ve tartışmalarına yol açtı. 

Çünkü, İngiltere’de Thatcher’ın gerçekleştirdiği devrimin amaçları, hükümetlerin ekonomik hayata müdahalesini azaltmak, sosyal harcamaları kısıtlamak, girişimcilere daha fazla serbestlik tanımak, sendikaların etkisini kırmak ve artık kamusal işlerde iyi yönetimin kurallarını uygulamaktı.

YARIN: İran İslam Cumhuriyeti’nin İlanı ve  Sünni-Şii çatışması