Çok gerçek, çok yakın
Margaret Atwood’un aynı adlı feminist distopyasından uyarlanan ve Emmy, Altın Küre gibi ödüllere layık bulunan ‘The Handmaid’s Tale’ gitgide daralan demokratik dünyaya dair bir kehanet adeta.
Emrah KolukısaZamanımızın en üretken ve en özgün kalemlerinden biri Margaret Atwood. Alabildiğine zengin imgelemi ve onu İngilizce edebiyatın zirvelerine taşıyan sağlam üslubuyla adı sık sık Nobel konuşmalarında geçen Atwood’un özellikle dispotik gelecek tasavvurlarının yer aldığı feminist yönelimli romanlarından ötürü gitgide artan bir popülariteye sahip olduğu da bir gerçek. Hele ki 1985 tarihli romanı “The Handmaid’s Tale”in (dilimize “Damızlık Kızın Öyküsü” adıyla çevrilen bu romanı (Doğan Kitap etiketiyle okuyabilirsiniz) dizi formatında izleyiciyle buluşmasıyla bu popülerliliği iyiden iyiye arttı, çok da iyi oldu.
İlk sezonunda Emmy ve Altın Küre gibi ödülleri silip süpüren dizinin üçüncü sezonu dünyayla hemen hemen aynı zamanda ülkemizde de BluTV’de başlıyor. İlk iki sezonu izleyenler hatırlayacaktır muhakkak ama hiç izlemeyenler ya da aradan geçen süre zarfında uzaklaşmış olanlar için bir özet geçelim: Belirsiz ama yakın bir gelecekte, İkinci Amerikan İç Savaşı’nın ardından totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü Birleşik Devletler’de (ki artık Gilead denmektedir) geçen dizi, kadın nüfusun büyük bir bölümünün kısırlaştığı distopik bir dünyaya götürüyor izleyicileri. Bu dünyada artık sadece erkeklerin egemenliği var ve kadınlar ya sadece hizmetçilik yapıyorlar, ya da hâlâ doğurganlığa sahiplerse ‘damızlık’ olarak işlev görüyorlar.
Dizinin tam merkezinde yer alan ve iç savaş sonrası kocası ve küçük kızından koparılan Offred (kadınlar doğduklarında aileleri tarafından verilen adlarıyla değil, kimin evinde damızlık olarak görev yapıyorlarsa oradaki aile reisinin adıyla anılıyorlar, yani Offred/Fredinki, Ofsteven/Stevenki gibi) Gilead’ın en üst düzeydeki yöneticilerinden birini evinde damızlık olarak çalışmaktadır ve belli aralıklarla uğradığı törensel tecavüzlerle karanlık bir kâbusa dönen hayatında kendine el yordamıyla bir çıkış aramaktadır.
Gilead yıkılacak mı? Üçüncü sezon tam da ikincinin bittiği sahneden açılıyor ve biz June’u gecenin bir vakti tek başına kaldığı yolun ortasında yürürken buluyoruz. Kızını terk etmek istemediği için kaçmaktan vazgeçen ve onu kurtarmak için elinden geleni yapacağını tahmin ettiğimiz kahramanımızı başına yine hangi zulüm dolu olaylar gelecek bilemiyoruz ama umudumuz bir noktada Gilead’ın da çatırdayıp tarihe karışması elbette. Bu umut bizim açımızdan daha da bir aciliyet taşıyor sanki zira açıkçası “The Handmaid’s Tale”in anlattığı distopik totaliter düzene giden yol bizim memleketimizde de bir süredir gidilmekte olan yola çok benziyor. Gilead’da yaşanan iç savaş, savaşın ardından iktidarı ele geçiren ve tuhaf bir dini düzenle toplumu muma çeviren tarikat benzeri yapılanma ziyadesiyle tanıdık geliyor izlerken. Öte yandan, böylesi düzenlerin hemen hepsinde olduğu gibi en çok baskılanan kesim kadınlar ve gerçek kahramanlar da onların arasından çıkıyor, çıkacak. İlk yazılışından bu yana neredeyse 35 yıl geçse de hem romanın hem de romandan uyarlanan dizinin (bu arada 1990’da Volker Schlöndorff tarafından çekilmiş bir de sinema filmi var, onu da anmadan geçmeyelim) bu kadar gerçek ve bu kadar bize yakın oluşunun, içimizi ürpertse de, Atwood’un olağanüstü hayalgücünün bir tasdiki olduğunu da teslim etmek gerek. Dizinin en önemli karakteri June/Offred rolünde izlediğimiz Elizabeth Moss’un sağlam bir performans sergilediği yapımda Yvonne Strahovski (Serena), Joseph Fiennes (Kumandan Fred Waterford), Madeline Brewer (Janine) ve Bradley Whitford (Joseph Lawrence) öne çıkan diğer oyuncular. Özenli ve birinci sınıf görüntüleri, diziyi benzersiz biçimde kültleştiren ikonik kostüm tasarımı (damızlık kızlar kırmızı, evdeki hizmetliler yeşil vb. kostümlerle tek tipleştiriliyor) ve Atwood’un özgün üslubundan ustalıkla damıtılmış senaryosuyla son yılların en sağlam işlerinden biri olan “The Handmaid’s Tale” bugün başlıyor, kaçırmayın. |