Çocukluğun yurt olduğu öyküler!
Sonbaharda yayımlanan ve çizgi roman yapısında okurla buluşan Sarmaşık’ın (Can Yayınları / Çizen: Levent Gönenç) ardından şimdi de tamamı çocukluğa adanmış ve büyük bir bölümü de çocuk karakterlerin gözünden anlatılmış yeni bir öykü seçkisiyle geldi Yekta Kopan: Bana Kuşlar Söyledi. Yekta Kopan ile Can Yayınları’ndan çıkan ve 12 öyküden oluşan kitabını konuştuk.
Emrah Kolukısa
Fotoğraflar: MUHSİN AKGÜN
‘ÇOCUKLARIN GÖZÜNDEN HESAPLAŞMAYI AMAÇLADIM!’
- Bu sefer neredeyse tamamen çocukluğa adanmış bir seçkiyle geldin. “Bana Kuşlar Söyledi”deki 12 hikâyenin tamamında ya çocuk karakterlerin gözünden anlatıyorsun her şeyi, ya da çocukluğu odağına alıyorsun. Bunun özel bir sebebi olmalı, değil mi?
Uzun süredir düşündüğüm ve üstünde çalıştığım bir kitaptı bu. Çocukluğu merkeze almak başından verdiğim bir karar oldu. Bugüne kadar yayımlanmış kitaplarımda, yüzünü çocukluğa çevirmiş öyküler vardı ama bu kez bir bütün olarak dünyaya çocukların gözünden bakmak istedim.
Ionesco “Bizi hiçbir şey şaşırtmıyorsa, çocukluk da sona ermiş,” der. Çocukların dünyasından bakarak dünyanın haline şaşırmak, daha doğrusu dünyayı ne hale getirdiğimizle yüzleşmek istedim.
“Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmadık” dertlenmesini her gün duyuyoruz. Ancak geleceği iyileştirmek için tek bir adım bile atmıyoruz. Bu ikiyüzlülükle çocukların gözünden hesaplaşmaktı amacım.
- “Geçmişi Silmek” hikâyesinden yola çıkarak sormak gerekirse; eksik parça çocukluğumuzda mı gerçekten?
O “eksik parça” tümüyle çocukluktadır dersem haddimi aşmış olurum. Ama şunu hepimiz söyleyebiliriz; oradaki bir eksikliğin yansımaları, erişkin hayatımızdaki fotoğrafı silikleştiriyor. Netlik ayarı yapabilmek için, çocukluk hikayelerimizle yüzleşebilmek gerekiyor.
‘DÜNYA HER YIL DAHA ÖFKELİ!’
- Çocukluk korkularımız hayatımızı nasıl şekillendiriyor sence?
Bu konuda da haddimi aşan bir yorum yapmak istemem. Pedagogların, psikologların alanında laf etmek boyumu aşar. Ayrıca bir genelleme yapmak da doğru olmaz; çocukluk korkularının da çok farklı boyutları var.
Ama şunu söyleyebilirim; korkularla büyüyen bireyler, kendilerini tamamlamakta hep zorlanıyor. Her zaman bir koruma ve destek kalkanına ihtiyaç duyuyor, cesur adımlar atamıyor. Daha kötüsü asabi, saldırgan ve şiddete eğilimli bireyler oluyorlar.
Dünyanın bu kadar öfkeli, kızgın, saldırgan olmasının bir nedeninin de çocuklukta maruz kalınan şiddet ve korku olduğunu söyleyebiliriz.
Gallup Küresel Duygular Araştırması dünyanın her yıl kendisini daha öfkeli hissettiğini gösteriyor bize. Son verilere göre dünyanın yüzde 22’si kendisini öfkeli hissediyor. Bu tabloya çocukluğumuzdan bağımsız bakmak mümkün değil tabii ki.
- Nasıl bir Türkiye’de geçiyor bu öyküler? Yani kimi ipuçları var ve 70’li, 80’li yıllarda geçtiğini düşündürüyor bize… Senin çocukluğuna mı denk düşüyor, o yüzden mi o yıllara dönüşün?
Aslında birkaç öyküdeki netlik dışında bu kitaptaki öykülerin zamansız ve mekânsız olmasını istedim. Bu nedenle tam olarak kendi çocukluk yıllarımı mercek altına aldım diyemem. Zamanı, iki ucundan tutup uzatmak istedim.
Çocukluğu, bu uzamış zamanın içinde farklı yönleriyle görmek istedim. “Bana Kuşlar Söyledi” çocukluğun bir yurt olduğu öykülerin toplamı.
- Çocukluğuna dair en net hatırladığın şeyi merak ettim okurken öykülerini. Güzel bir gün mü, korktuğun bir an mı, annenle ya da babanla gittiğin bir gezi mi?
Aslında birkaç sahne var aklımda. Bir sahnede Ankara’dayız. Annem, babam, ablam, dayım, komşular, kuzenlerle gittiğimiz bir piknik. Eymir Gölü kenarında geçirilen eğlenceli bir gün. Başka bir sahne beni Bursa’ya, dede evine götürüyor.
Gazeteci dedemi yazılarını yetiştirmeye çalışırken izlediğim, o ahşap evde kitaplarla geçen günlerin görüntüsü. Her bir karesi aklımda olan bir İstanbul yolculuğu; babamla Doğan Kardeş dergisine gelişimiz. O seyahatin bende yeri büyük. Korkular da var; 12 Eylül sonrası evdeki kitapları kömürlüğe indirdiğimiz günü unutmam örneğin.
- İnsan kendini kötü hissettiğinde geçmişinde kendini iyi hissettiği bir yerlere kaçmak ister zihninde bazen. Senin çocukluğuna dair böyle bir yer var mı?
Az önce sözünü ettiğim Bursa’daki dede evinde olmak isterdim. Artık yok o ev. Orada okumaya yazmaya dair çok anım vardır. Onun dışındaki bütün anılarım Ankara’ya dair. Ama şimdi düşünüyorum da mekanlardan çok kişilere ve an’lara sığınmak isterdim herhalde.
Dedem, annem, babam, küçük halam, dayım… Hepsi rahmetli oldu. Anılara sığınıp orada rahatlamaya çalışan biri olmadım. Ama şunu da söyleyeyim, yaş ilerledikçe daha çok anı canlanıyor gözümde. Belki de arada bir de olsa o anılara sığınıp dünyanın ağrısından kaçmak gerekiyor.
‘ÇOCUKTUM AMA ANLAMIŞTIM’ DEME GÜCÜ!
- Bir iki hikâyede de distopik bir atmosfer var. İlk hikâye örneğin; “Şarkısı Çocukluğun”. Maden kazaları gerçi bizim bitmeyen gerçeğimiz ve geçmişte de, bugün de (ve belki gelecekte de) benzerini yaşadığımız durumları anlatıyorsun. Ama burada bir de maskesiz sokağa çıkılmamasını gerektirecek denli güçlü bir rüzgâr da var. Rüzgâr güçlü bir metafor; anlatmak ister misin?
“Şarkısı Çocukluğun” salgın öncesinde çalışmaya başladığım bir öyküydü. Önceleri sadece madenlerde çalışmak zorunda bırakılan yetişkinler ve geride kalan çocuklar vardı.
Yetişkinlerin yerin altına mahkûm edildiği, çocukların da anne-babaları olmayan bir dünyada görünmez duvarlarla kuşatıldığı bir evren.
Hani biraz önce çocukluğuma dair hatırladıklarımı sordun ya, ister istemez ailemle yaşadıklarımı andım. Oysa yaşadığımız dünyaya dair öyle yıkıcı anılar var ki… Maden kazaları gibi… Soma’da yitip giden 301 canın hesabının verilmediği bir dünyada yaşıyoruz.
Öykü bu çerçevede ilerlerken, içinden geçtiğimiz salgın dönemiyle başka bir yere doğru yürüdü. Devreye ölümcül bir rüzgâr girdi. Ne zaman eseceği, nereden eseceği, ne kadar güçlü olduğu belli olmayan, hatta bir süre sonra muktedirlerin elinde bir kontrol gücüne dönüşen rüzgâr.
Ama öykü ilerledikçe bütün bunlardan daha önemsediğim bir duygu öne çıktı benim için; öykünün anlatıcısı olan çocuğun direnci. Onun “çocuktum ama anlamıştım” deme gücü. Dünyanın ve kendisinin içine düştüğü halleri anlama çabası.
BÜYÜDÜKÇE KAYBOLAN SAFLIK!
- Çocukluk tabii büyümeyi de getiriyor yanı başında. Günther Grass’ın “Teneke Trampet”indeki çocuk büyümeyi reddediyordu bir noktada. Gerçek yaşamda böyle bir tercih pek yok elbette.
Peter Pan gibi bir türlü büyüyemeyen erkekler var kuşkusuz ama senin hikâyelerindeki çocuklar bir şekilde büyüyor. Büyümek ve çocukluktaki masumiyeti kaybetmek hakkında ne düşünüyorsun?
Teneke Trampet’i anmak iyi geldi. Ben önce Volker Schlöndorff’un filmini izleyenlerdenim. İzlediğimde 12-13 yaşındaydım sanırım. Çok etkilenmiştim, kimi sahneler uzun süre aklımdan silinmedi.
Oskar’ın büyümeyi reddetmesi ve dünyayı paramparça eden o tiz çığlığı… Belki de bu kitaptaki öyküleri yazarken o çığlık kulağımdaydı, sen sorana kadar hiç düşünmedim bunu.
Grass’ın kitabını çok sonra okudum. Aynı derecede etkilendim. Peter Pan’ı ise o kadar sevmezdim, onunla ilgili düşüncelerim de Robert Wilson yorumuyla Berliner Ensemble sahnesinde izlediğimde biraz değişmişti.
Çocukların masumiyetine gelince… Masumiyet yerine saf olma hali demeyi tercih ederim. Büyüdükçe kaybolan bir saflık. Biz büyüklerin kestiği-biçtiği, törpülediği bir saflık. O saflıkla birlikte merak duygusu da yok oluyor, azalıyor.
Bizden önceki kuşaklar böyle büyüdü, biz böyle büyüdük ve bizden sonraki kuşakların da böyle olmasını istiyoruz. Bir gün bir çocuğun içindeki o ham çığlığı dünyaya bırakmasından, camı çerçeveyi indirmesinden korkuyoruz çünkü.
Büyümekte bir sorun yok, zaten kaçınılmaz bir durum. Sorun büyürken o çığlığı kaybetmekte…
- Bugünün çocuklarına, bugünkü çocukluğa baktığında ne görüyorsun peki? Nasıl bir gelecek bekliyor onları? Nasıl büyüyecek o çocuklar?
Nasıl bir gelecek beklediği ortada. Dünyanın bütün virüslerini zerk ediyoruz çocuklara. 2050 yılında dünyanın fiziksel olarak nasıl bir yer olacağını okuyan-yazan, biraz olsun düşünen herkes görebiliyor.
Üstelik çocukları, o günlere bize ezberletilen dinamiklerle hazırlıyoruz. Bugünün çocukları, yarın bizi sürdürsün istiyoruz. Gölge etmeye devam ediyoruz.
Bütün bu olumsuz tabloya rağmen, ben yarını oluşturacak çocuklara, gençlere her zaman umutla baktım. Biz gölge etmezsek, daha iyi bir dünya kuracaklarına inancım tam.
- Bu kitaptaki öyküler büyükler için ama çocuklar için de öyküler yazdığını biliyoruz. Sence çocuklarla büyüklere yazmak arasında nasıl bir fark var?
Çocuklara yazarken düşünsel olarak farklı davranmıyorum. Sadece yazma pratiği ve dili kullanma değişiyor. Bir de çocuklar için yazdığım bir kitapta ya da oyunda çok daha fazla kişiye danışıyorum. Pedagojik ve psikolojik değerlendirmelere kulak veriyorum.
Resimli bir çalışmaysa görsel okuma dinamikleri devreye giriyor, o noktaya yoğunlaşıyorum. Çocuklardan geri bildirim almaya çok önem veriyorum, onların bakış açılarına göre yeniden çalışmaya oturuyorum. Kısacası çocuklar için yazmak, daha kolektif bir çalışmayı gerektiriyor.
- Sevgili Adile Naşit’in “İyi uykular kuzucuklarım” diyerek televizyon ekranından seslendiği naif zamanlardan mafya babalarının sosyal medya üzerinden tüm memleketi esir aldığı günlere geldik.
Biz mi yanılıyorduk, yani eskiden de o kadar masum değil miydi aslında Türkiye, yoksa gerçekten kokuşmuş bir şeyler mi var bugünlerin mayasında?
Adile Naşit bizlere kuzucuklarım dediği zamanlar 80 darbesinin hemen sonrasına denk geliyor. Biz onun koşulsuz sevgisiyle dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanırken, birileri de “Asmayalım da besleyelim mi” diyordu.
Civciv Kalimero, kafasında yarım yumurta kabuğuyla “Ama haksızlık bu,” diye dolaşırken, birileri “Benim memurum işini bilir” diyordu. Bizimkiler dizisindeki sıcak mahalle ilişkileriyle sarmalandığımız yıllarda, beyaz Toroslar memlekette cirit atıyordu.
Sence ömrümüzün hangi dönemi kokuşmuş değildi? Bu pis kokuların, günümüz iletişim yapısı içinde burnumuza çok daha hızlı gelmesi başka konu. O yıllarda sümen altı edilmiş, zaman aşımına bırakılmış, faili meçhul suçlarının kokusu hiç geçmedi.
Bu soruda “maya” metaforunu kullanman boşa değil belki de… Suç mayası kişiden kişiye el değiştiriyor, her gelen kendi karanlık dünyasının suçlarına maya çalmaya devam ediyor.
- Uzunca bir süredir pandemiyle birlikte yaşıyoruz, pandemi koşulları her şeyimizi belirliyor. Öncelikle yazar olarak pandemiyle birlikte yaşamak, yazmak sana nasıl geldi?
O kadar uzun zaman oldu ki, bu sorunun cevabı da sürekli değişti. İlk günlerde daha zordu, zamanla kendi çalışma ritmimi buldum. Yazarken beslendiğim bazı şeylerden uzak kalmak zor geldi, zamanla yerine yeni şeyler buldum.
Çalışmayı seven biriyim ben, bu nedenle de değişen fiziksel ya da psikolojik koşullara uyum sağlamaya çalışırım. Ama bu süreçte zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Zorlandım ve yoruldum. Yine de böyle bir süreçte “Bana Kuşlar Söyledi”yi tamamlayabildiğim için mutluyum.
- Bir de tabii kültür hayatımız bundan sonra nasıl şekillenecek, bunca yara almışken (intihar eden müzisyenler, kapanan tiyatrolar) nasıl ayağa kalkacak sorusu var akıllarda. Sen nasıl görüyorsun yakın ve orta vadede bizi bekleyenleri?
Kültür hayatımız salgın sürecine çok sağlıklı girmemişti zaten. Yani bu süreçteki büyük sarsıntıyı hazırlayan çokça hikâye var. Üstüne bir de salgın sürecinin, kültür dünyasına etkilerinin yönetilememesi geldi. Zaten omuzları çökmüş olan sektöre tekme üstüne tekme atıldı.
Şu geçen bir yılda çok sayıda acı olaya tanık olduk. Üstelik biz sadece bir kısmını biliyoruz. Basına ya da sosyal medyaya yansımayan çok sayıda yıkım hikâyesi var.
Ben işin üretimi aşamasında, sanat dünyasının bu süreçten güçlenerek çıkacağına eminim. Tarih boyunca böyle olmuştur, yine böyle olacaktır. Ama bir de üretilenin, sanat takipçisine ulaştırılması konusu var. Yani işin sunumu. O noktada devreye ağır koşullar giriyor. Ne yazık ki bu koşulların yakın vadede zorlayıcı olacağını düşünüyorum.
Bir yandan da geçen bir yıl, sesini çıkarma, örgütlü olma, hak arama konusunda sanat dünyasına yeni pratikler kazandırdı. İşte bu pratikler orta vadede, yeniden ayağa kalkma gücünü verecektir. O noktada da sıkıntı düşünce özgürlüğünün önündeki engeller.
Kültür üretiminin sürdürülebilirliği konusunda en önemli nokta düşünce özgürlüğü. Özgür ve örgütlenmeyi başaran bir sanat düşüncesinin önünde kimse duramaz.