Çocuk edebiyatında göçmenlik, sığınmacılık

1939 doğumlu Fransız oyun yazarı ve senarist Jean-Claude Grumberg’in ırkçılık, adalet, özgürlük, göçmenlik, temalarını mizahi bir dille anlattığı çocuk romanı “Çabuksığınlar” yayımlandı.

Mavisel Yener

Göç olgusunun izdüşümleri, insanlığın ilk sözlü edebi ürünlerinden beri, göç izlekli yapıtlarla karşımıza çıkar. Mülteci çocukların sayısı gittikçe artarken çağına tanıklık eden çocuk edebiyatında da bu konunun yer alması elbette gerekir. Kendini sürekli tehdit altında hisseden, ürken, ezilen, adaletsizlik değirmeninde ufalanan, siyasi çıkarların oyuncağı olan, horlanan, yüreği kırgın çocuklar olduğunu bile bile onları görmezden gelebilir mi edebiyat?

Türkiye'de bulunan 22 ayrı kampta kalan mültecilerin sayısının 225 bin civarında olduğu, ayrıca bu kampların haricindeki toplam Suriyeli mülteci sayısının 1400 civarında olduğu tahmin ediliyor. Mülteci kamplarının dışında kalanlardan, okula gidemeyen 500 bin civarında çocuk bulunuyor.

Dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde olan göçmenlik, mültecilik gibi zor bir konuyu çocuk okuru incitmeden işleyen çocuk ve gençlik kitaplarından bazılarına Kitap Gölgesi’nde büyüteç tutmuştum. Bunlar arasında, Müge İplikçi’den Kömür Karası Çocuk (Günışığı Yayınları), Shaun Tan’dan Uzak (Desen), Şule Tankut Jobert’den Okul Çok da Sıkıcı Değilmiş (Kelime Yayınları), Frank Cottrell Boyce’dan Benim Adım Hiç Kimse (TUDEM), Gülsevin Kıral’dan Umut Sokağı Çocukları (Günışığı Kitaplığı), Muhammed Rıza Serşar’dan Küçük Göçmen (Demavend Yayınları), Çiğdem Sezer’den Juju Beni Unutma (Bilgi Yayınevi) ilk anda anımsadıklarım. Tarık ve Beyaz Karga’yı da unutmamak gerekir. Bu kitap, Somali, Sudan, İran ve Afganistan’dan gelen çocuklar ile yapılan bir atölye çalışması sonucu ortaya çıkmıştı. Sarı Gaga Yayınları’ndan Esra Okutan’ın editörlüğünde, Sadi Güran’ın çizimleri ile basılmıştı. Şair-Yazar M. Ruhi Şirin’in başkanlığını sürdürdüğü Çocuk Vakfı’nın mülteci çocuklarla ilgili yaptığı çalışmaları da zaman zaman sayfamızda duyurmuştuk. Bu kez, göçmenlik ve sığınmacılık izlekli Çabuksığınlar var Kitap Gölgesi’nde.

SÜRGÜN OLMANIN ACISI…

Romanda tanıştığımız Çabuksığınlar’ın hayatını anlamak da anlatmak da kolay değil! Onların vatanı da kimlikleri de yok. Roman boyunca isimlerine rastlamayacaksınız. Dünyanın hiçbir yerine sığmayı başaramamış, itilip kakılmış insanlar. Onlar her yerde ve hiçbir yerde… Barınaksız olmanın ne demek olduğunu asla anlayamayan, vatanı ve evi olan insanlar onları sevmiyor! Çabuksığınlar, sürgün olmanın acısını yüreklerinde duyumsayıp bunu müzik aracılığı ile dile getiriyorlar. Peki, onların özgür ve mutlu olabilecekleri bir ülke var mı?

Çabuksığınlar’dan olan Çabuksığın ailesi, sevilebilecekleri, kendilerini evlerinde hissedebilecekleri bir ülke aramak üzere yola koyuluyor. Çocukların her biri sevdiği enstrümanını yüklenip anne babasının peşine düşüyor. Şarkı söyleyerek ilerlerken, aşılmaz sınıra geldiklerini fark ediyorlar. Ceplerinde beş para yok! Sınırı üniformalılar bekliyor; onlar da Çabuksığınları sevmiyor. Geceyi bekleyip bir Çabuksığın ninnisi ile nöbetçileri uyutarak sınırdan geçmek hiç de zor olmuyor.

Çabuksığın ailesinin vardığı yeni ülke, onları pek dostça karşılamıyor. İlk durakları, polisin onları götürdüğü Adalet Sarayı. Adaleti sağlamakla yükümlü kişilerin onlara yaptığı öneri, insanın insana yaptığı zulmü ortaya koyuyor: “Buradaki insanlar Çabuksığınları sevmez, burada hepimiz Schnellbunker’iz ve sizin de en kısa sürede Scnellbunker olmanızı şiddetle öneririz” (s. 37). Fakat Schnellbunker olabilmek için Çabuksığınlığı ve müziği bırakmaları gerektiğini de belirtiyorlar. Büyük çocuk, bir yolunu bulup Adalet Sarayı’nın meydanına fırlıyor, kemanını çıkarıyor kutusundan. Çalıyor, çalıyor, daha fazla çalıyor, tutku, kararlılık ve duyguyla çalıyor. İşte yine bir üniformalı! Onay belgesi, dolaşım izni, kamu alanında müzik yapma izni olmayan bu çocuğu, sınır karakoluna gönderiyor hemen. Çocuk ile aile birbirlerini kaybediyor artık.

'BAŞKA ÜLKELERİN KALDIRIMLARINA GİDİN!'

Üçüncü şahıs diliyle anlatılan romanın bu noktadan sonraki çizgisi, paralel olaylar üzerinden akıyor. Biri ailenin büyük çocuğunun hayatı, diğeri ailenin hayatı. Bunlar döner sahnede yer alıyormuşçasına, dönüşümlü olarak anlatılıyor.

“Gidip başka ülkenin kaldırımlarında uyuyun,” diye öneren, onları düşman gibi gören Schnellbunkerler ile kendileri arasında umarsız bir çelişme görüyor Çabuksığın ailesi. Bu büyük düşmanlık duygusunun içinde hiçbir değişme umudu yok. Böylece, yeni rotaları Prestocasa denilen ülke. Oradan da sınır dışı edilmeleri uzun sürmüyor.

Çabuksığın ailesinin büyük çocuğunun sınır dışı edildiği ülkedeki hükümet değişikliğinin ardından tüm Çabuksığınlara yönelik bir kanun hazırlanıp yürürlüğe konuyor. Çabuksığınlar’ın, cezai takibe uğramamak için, tüm çocuklarıyla beraber derhal ve kendi istekleriyle alınlarına, burunlarının çatısına, yani kaşlarının arasına rahatlıkla görülebilir bir “Ç” dövmesi yaptırmaları isteniyor. Büyük çocuk, bu insanlık dışı uygulamayı reddedip, bir gemiye binerek ülkeden kaçıyor. Elbette romanın ilerleyen sayfalarında başka sürprizler bekliyor okuru.

ÖTEKİLEŞTİRMEYLE GELEN YANILSAMA

Romanda anlatılan aileye sürekli olarak reddedilme duygusunun yaşatılmasının ardında, insan ırkının bilinçaltına hapsedilmiş geçmişi yatar. Kişisel duygular geçip gitse de ortak bellek bunları unutmaz. Çabuksığın ailesi sürekli müzik yaparak sanatın arı ve yalın bir dışavurum olduğunu kanıtlar. Müzikleriyle yaşamları arasındaki ilişki, romanın bütünleyici ögesi olarak karşımızda durur. Çabuksığınlar, Schnellbunkerler, Prestocasalar, yazarın sunduğu deneysel dünyalar olarak algılanmakla birlikte, o ülkeleri istediğiniz ülkelerle özdeşleştirebilirsiniz. Derin ve önemli öğeleri kapsayan, evrensel boyuttaki sorunları işleyen, sıkı dokulu bu kurmaca yapıt, dramatik bir ötekileştirmeye dikkat çekiyor. Aslında, ötekileştirme bir yanılsamadır. İnsan, bir bütünün parçasıdır ve “öteki” yoktur. Kişi, uydurduğu zaman ve mekâna inanarak bu yanılsamayı yaşayıp kendini “ayrı” bir yere koyar. Çabuksığınlar’ı öğrencilerine önermeyi düşünen öğretmenler, bu konu üzerinde öğrencileriyle ne güzel bir sohbet yapabilirler.

“Çabuksığınlar” zor okunan bir sözcük, bunun yerine çocuk okura daha kolay gelecek bir sözcük bulunabilir miydi diye düşündüm. Çevirmen “Çabuksığın” sözcüğünü nasıl göndergesel anlamda bulup uyguladıysa, Schnellbunkerler ile Prestocasa’yı da Türkçe sözcüklerle metne uyarlayabilirdi. Çünkü bu iki yabancı sözcük özellikle çocuk okura zor gelebilir, okumasını tökezletebilir. Bunları görmezden gelirsek, iyi bir çeviri olduğunu da söylemek isterim. Yazar, sürekli olaylara eşlik eden biri gibi, yapıtın yanı başında hissediliyor. İlk ve son sayfada doğrudan okura sesleniyor. Bu da yazarın, yaşama karşı tutumunu çocuk okurun daha kolay anlayabilmesi ve metne daha sıcak bakması anlamına geliyor.

Ronan Badel’in suluboya ve karakalemle çalıştığı incelikli, yumuşak resimleri Jean-Claude Grumberg’in metnine eşlik ederek kitabı bütünlüyor. Roman, tiyatroya da uyarlanarak Fransa’da seyirciyle buluşmuş.

Çabuksığınlar, çocuklar için bir macera, yetişkinler için toplumbilimsel bir anlatı niteliğinde. Romanda, tanık olunması acı verecek bir deneyim anlatılırken, okur kendi dünyasıyla örtüştürebildiği oranda tarih ve güncel olaylarla bağ kurabilecek. Göçmenler ve sığınmacılar için bulunan çözümlerin ne kadar insani olduğunu da sorgulama olanağı bulabilecek.

Alnına yapıştırılmış “Ç” damgası ile ülke ülke dolaşıp aşağılananları düşündükçe kalbimizde bir sıkışma, göğsümüzde bir acı duymuyorsak, asıl biz “öteki”yiz! Son sözü Astrid Lindgren’e bırakalım: “İnsan olmaya nereden başlayacağız? Ben temelden başlamamız gerektiğine inanıyorum; Çocuklardan.”

Çabuksığınlar / Jean-Claude Grumberg / Resimleyen: Ronan Badel / Çeviren: Simla Ongan / YKY / 2016 / 86 s. / 9+